Bakterilerin, Diğer Mikropların ve Parazitlerin Hastalık Yaptığı İddiasının Sonu Geldi, Tıp Tarihinin En Büyük Palavrası Olan Mikrop Teorisi ve Ona Yaslanan Şarlatan Düzen Bilimsel Kanıtlarla Yıkılıyor!

Bakterilerin, Diğer Mikropların ve Parazitlerin Hastalık Yaptığı İddiasının Sonu Geldi, Tıp Tarihinin En Büyük Palavrası Olan Mikrop Teorisi ve Ona Yaslanan Şarlatan Düzen Bilimsel Kanıtlarla Yıkılıyor!

Bu konuyu 3 ana bölüme ayırıp anlatacağım:
1-) Bakteriler, Diğer Mikroplar ve Parazitler Bizim Dostlarımızdır; Onlarla Birlikte Yaşarız, Onlarsız Var Olamayız.
2-) Kanıtlar – I ve II
3-) Ivermectin, Antiparaziter İlaçlar ve Antibiyotikler Canlılık Karşıtı Zehirdir.

Hadi başlayalım!

1-) BAKTERİLER, DİĞER MİKROPLAR VE PARAZİTLER BİZİM DOSTLARIMIZDIR; ONLARLA BİRLİKTE YAŞARIZ, ONLARSIZ VAR OLAMAYIZ

İnsan vücudu, insan mikrobiyotası olarak bilinen çok sayıda çeşitli yaşam formuyla doludur. Bunları bakteriler en yoğunlukta olmak üzere, mantar gibi diğer mikroplar izler. Bakterilerin sayısı, insan hücre sayısına oranla 10:1 (insan hücrelerinden 10 kat fazla), 100:1 (insan hücrelerinden 100 kat fazla) ya da 1:1 (insan hücre sayısıyla bire bir aynı sayıda) gibi ifadelerle tartışılsa da insan vücudunun 100 trilyon veya daha fazla sayıda bakteri içerdiğini söyleyebiliriz.
https://journals.plos.org/plosbiology/article?id=10.1371/journal.pbio.1002533

Vücut içinde akla hayale gelebilecek her yerde; kolonda, gastrointestinal sistemde, akciğerlerde, beyinde, meme bezleri, plasenta, seminal sıvı, rahim, yumurtalık folikülleri, tükürük, ağız mukozası, konjonktiva, safra dahil olmak üzere bir dizi insan dokusu ve biyolojik sıvının üzerinde yaşarlar. Vücut dışında ciltte, göbek deliğinde, koltuk altlarında vs. her alandadırlar.
Neredeyse bir iğnenin ucu kadar alan boş değildir ki bakterisiz olsun.
Onlar dış dünyada, tüm organizmaların içinde ve yüzeyindedirler.

İnsan vücudundaki bakterileri esas alıp konuşursak, bakterilerin ne gibi bir görevi vardır?
Canlılığın başlangıcından bu yana bakterilerin ve aslında tüm mikropların esas görevi atıkları parçalamak, kirleticileri süpürmek hatta onları organizmalar için kullanışlı, işlenebilir formlara dönüştürmek ve daima bir ortam temizliği yapmaktır. Midede yer alan birçok bakteri, gıdaları bağırsakların sindirimine hazır hâle getirmek üzere parçalar. -Gıdalar mide asidi ile ilk etapta parçalanır, bakterilerin buradaki rolü mide asidi kadar değildir.- Yine bağırsaklardaki sayısız bakteri, besinlerin kana karışmasından hemen önce bir nevi ayrıştırma yaparak, çöpleri yiyerek ortadan kaldırır. Bu sayede bakteriler, sindirim sisteminin sağlıklı işleyişinde demirbaş görevdedir.
Yanlış beslenmede (yoğun bir şekilde unlu mamuller, aşırı şeker ve rafine şeker, pastörize süt ve pastörize süt ürünleri -pastörize sütte besin değeri neredeyse sıfırdır- asitli içecekler, trans yağlar, endüstriyel antibiyotikli tavuk eti ve yumurtaları, ağır metallerle kirlenmiş yiyecekler, koruyucu kimyasallar ihtiva eden paketli market ürünleri, glüten, MSG, rafine tuz vb. tüketimi) ısrar edilmesi durumunda ise mide ve özellikle bağırsaktaki bakterilerin işi bir hayli zorlaşacaktır. Bu “zehirler” sindirimi güç, işlevsiz bir çöp olarak zamanla bağırsak duvarında birikinti yapmaya başlayacak ve mevcuttaki bakteriler toksik birikim alanına doluşacak ve onlara destek kuvvet olarak kolonda gizlenen birtakım diğer yaşam formları, parazitler imdada yetişecektir. Bakteriler ve parazitler böylece oradaki toksisiteyi gidermek, ortam temizliği yapmak için canla başla çabalayacaklar. Bağırsak parazitleri dışarıdan gelmiyor, zaten oradaydılar!

Şimdi diğer toksisite maruziyetlerinde vücudun savunma sistemine büyük destek olan bakterileri, tüm mikropları konuşalım. Yukarıda saydığım yanlış beslenme ile toksik malzemelerin kana karışarak dolaşıma katılması ve belli organlarda birikmesi; kimyasalların, EMR (elektromanyetik radyasyon) maruziyetine uğramak, kötü gazlara maruz kalmak, ilaç kullanmak, sistemik dolaşıma doğrudan alüminyum, cıva, polisorbat 80, formaldehit, hücre kültüründen gelen filtrelenmemiş ölü hücreler (insan fetüs hücreleri, çeşitli hayvan hücreleri) barındıran aşıları almak vb. zehirlenme durumlarında toksik birikim nerede ise bakteriler ve diğer mikroplar o alanda yoğunlaşacaktır. Toksik birikim, asidik ortamı; aşırı asidik ortam seri hücre ölümlerini beraberinde getirir. Başta toksik malzemeleri ve ölü hücre atıklarını ortamdan temizleyecek olan ise bakterilerin, diğer mikropların ta kendisi olacaktır. Yine bağırsaklardaki bakterilerin durumunda olduğu gibi, toksik birikim ve ölü hücre atıklarının yoğunlaştığı bölgelerde bakteriler de yoğunlaşacak toksik malzemeleri ve ölü hücre atıklarını yiyerek ortam temizliği yapmaya çalışacaktır.
O bakteriler, mikroplar dışarıdan gelmiyor, zaten oradaydılar!

Eğer bakteriler, diğer mikroplar ve parazitler bunu yapmasaydı ya da görevlerinin dışına bir an olsun çıksaydı neler olabileceğini hiç düşündünüz mü?
Vücutta toksisite son hızla artar, ölü hücre atıkları bir çöp dağı gibi birikir, canlı hücreler sağlıklı işleyemez hâle gelir, organlar iflas etmeye ve vücut kısa bir süre sonra çürümeye başlardı. Ve belki de ani ölüm gelirdi.

100 trilyonu aşkın bakteriden biri dahi kötücül amaçlarla insan vücudunda yer almıyor! Onların bir görevi var.
Vücudu hasta etmek için değil, hastalık zamanında vücuda sağlığını geri kazandırmak için oradalar.

Buna karşılık modern tıp tarafından ısrarla “hastalığa sebep olabiliyorlar” suçlamasına uğruyorlar.

SITMA: Suçlanan parazitler ya da kan hücrelerinin kandaki aşırı asitlenmeye karşı geliştirdiği tepki mekanizmasını “parazit” diyerek servis etme aldatmacası…

Tarihten bu yana (özellikle Afrika’da hâlâ görülüyor) sıtma vakalarının (aşı ve ilaç hasarlarının, ya da birtakım başka zehirlenmelerin taklit ettiği semptomlar hariç) neden hep bataklık bölgelerinden çıktığını düşündünüz mü?

Biz Türkçe’de “sıtma” diyoruz. “Malaria” orijinal ismi, Latince kökenli olan…
“Mal” – “kötü”, “aria” – “hava/gaz” demektir. “Malaria” Türkçe anlamıyla “kötü hava/gaz” demek. Bataklık çevresinde yaşayan halkta sıklıkla baş gösteren “ateş, titreme, kusma vs.” gibi hâllerin nedenini aslında o halk çok iyi bilirdi, bu bildiğiniz hidrojen sülfür (bataklık gazı) zehirlenmesiydi.
https://haliccevre.com/hidrojen-sulfur-ve-maruziyeti/

Pek çok zaman sonra, bu gaz zehirlenmesine uğrayan birinin kanına baktılar ve orada “parazit” gördüler. “Kırmızı kan hücrelerinin arasında bana parazit gibi görünen elementler fark ettim. O zamandan beri 44 sıtma hastasının kanını inceledim; 26 vakada aynı elementler mevcuttu. Bu beni bunların parazitik doğasına ikna etti.” Alphonse Laveran, 1880, https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/6750753/

Gerçekten parazit gördüler ise, gaz zehirlenmesinden sebep kandaki toksisitenin aşırı artması sebebiyle ortam temizliğine bazı parazitlerin katıldığını düşünebiliriz. Fakat böyle olsa bile Laveran ve onu izleyenler, altta yatan gerçek nedenle ilgilenmeyip “bu probleme işte bu parazit sebep oluyor” dediler. Parazitlerin orada, o hastalığın/zehirlenmenin nedeni olarak değil, hastalığın/zehirlenmenin sonucu olarak bulunabileceği gerçeğini göz ardı ettiler. Taşıyıcı olarak da aynı parazitleri taşıdığını düşündükleri sivrisinekleri gösterdiler. (Ronald Ross,1897)

Bir parazitin dışardan taşınmış olabileceği düşüncesi, hiçbir şekilde deneylenebilir ve gözlemlenebilir değildi, bir varsayımdı sadece. Oysa sivrisineklerin tek suçu larvalarını durgun su birikintilerine/bataklıklara bırakıyor olmasıydı. Ne sivrisineklerin ilgili paraziti insana taşıdığı, ne de parazit taşınsa bile ilgili parazitin hastalığa sebep olabileceği kanıtlanabilirdi. Sadece sivrisinekler üzerinden hikâye yazmak kolaydı ve öyle de oldu.

Aslında sıtma hastası kişinin kanında gördükleri gerçekten bir parazit dahi olmayabilirdi. Aynı tarihlerde Dr. Thin ve Dr. Bland-Sutton, sivrisineklerin midesinde sözde ilgili parazitin olduğunu söyleyen Ross’a eleştiri getirir ve onların normal “epitel hücreleri” olduğunu, yani Ross’un sivrisineğin kendi hücrelerini “parazit” olarak tanımladığı hatasına düştüğünü söyler.

Önemli not: Kırmızı ve beyaz kan hücrelerinin belli koşullar altında hücre formundan çıkıp kamçılı bir forma bürünebildiği (sıtma parazitini “kamçılı” olarak tanıtmışlardı) ve hareket edebildiği gözlemlenebilir. Misal, bir insandan kırmızı kan hücreleri alınıp daha sonra bunlar çeşitli reaktiflere maruz bırakıldığında, -antikoagülanlar, keratin sitrat, sodyum oksalat, heparin ve ringer solüsyonu gibi şeylere- kamçı geliştirebilir ve hareketli hale gelebilir.

Muhtemel ki beyaz ve kırmızı kan hücreleri bu davranışı vücutta da kanın pH’ını korumak için (hafif alkalide tutmak için) bir tür savunma mekanizması olarak kullanır.

Dr. Edward Lawrie ve Dr. Martyn Jordan’ın aralarında olduğu bir grup araştırmacı; Laveran’ın ve Ross’un “parazit tanımına” tamamen karşı çıkar ve parazit diye gördükleri şeylerin zaten vücuda ait kan hücrelerinin form değişikliğinden başka bir şey olmadığını açıklar. Dr. Edward Lawrie, araştırmalarını kaleme aldığı makalelerinin birinde, bir sıtma hastasının kanında gördükleri “parazitler”in ise tüm gözlem boyunca önce hücre olmaktan bağımsız gibi hareket ettiğini, sonra hücre duvarının belirip tekrar eski formuna döndüğünü, kan hücrelerinin şekil olarak gerçekleştirdiği bu geçişi Laveran’ın “hastalık ajanı” olarak yorumladığını belirtir.
https://online.fliphtml5.com/wompk/bsvd/#p=1

Yine Dr. Edward Lawrie bir diğer makalesinde kırmızı kan hücreleri üzerine yaptığı inceleme üzerine bu kan hücrelerinin şekil değişikliklerine gittiğini açıklar ve şunları ekler: “Plasmodium’cular iddia ettikleri paraziti, sıtmalı kandan başka hiçbir yerde gösteremezler ve bu kesinlikle sıtmalı ateşin her vakasında geçerli değildir, çünkü Laveran’ın iddia ettiği ‘parazit gövdesi’ dalağın çok dejenerasyona uğradığı hastalığın o kökleşmiş formlarında asla bulunmaz. O bahsettikleri ‘paraziti’ insan kanından başka bir ortamda gösterebilene kadar, onun bir parazit olduğu varsayımının tamamen yanlış ve yanıltıcı olduğu görüşünü sürdüreceğim. Tüm kanıtlar, Laveran’ın iddia ettiği ‘parazit gövdelerinin’ lökositle yakın ilişkili olan değişmiş kan hücreleri olduğunu ve onlar gibi kanın ürünleri olduğunu göstermektedir. Laveran’ın iddia ettiği ‘parazit gövdeleri’ parazit olarak kabul edilecekse lökosit de bir parazit olarak kabul
edilmelidir. Bu bizi tüm mevzunun anahtarına getiriyor. Lökositin gerçek fizyolojisi hakkında çok az şey biliniyor veya hiçbir şey bilinmiyor… Büyük Britanya’daki fizyologlar, tehlikeli bir kloroform uygulama yöntemini desteklemek için patentli kalpleri avlamak için harcadıkları zamanın bir kısmını lökositin fizyolojisi üzerine gerçek bir araştırmaya ayırırlarsa, sıtma parazitolojisinin sahte biliminin temeli çok yakında yıkılırdı.”
https://sci-hub.se/10.1016/s0140-6736(01)98250-9

Özetle Edward Lawrie’nin söylediği, Laveran’ın gözlemlediği ve parazit olduğunu iddia ettiği şeylerin aslında sadece normal hücrelerimiz, hastalığa yanıt olarak değiştirilmiş kırmızı ve beyaz kan hücreleri olduğudur. 

Ve sonuç olarak, parazitler ya da kan hücreleri “parazit” sanılıp suçlandı, sivrisineklerin hastalık taşıdığı yalanı ortaya atıldı ve hastalığa sebep olan esas neden/açıklama, perdelenmeye devam etti.  

Çünkü bir gerçekti ki, esas neden, ilaç üreticilerine kazandırabilecek bir neden değildi.

“LYME”: Bir kene ısırığından huylanıp hastaneye gidenlerin, enfeksiyoncuların eline düşenlerin -iki anlamda- hapı yutma durumu…

Denir ki, “Lyme”, bir kene ısırığıyla Borrelia burgdorferi adındaki bir bakterinin enfeksiyona sebep olmasıdır. Gerçek şu ki, insanlar bu bakterileri zaten vücutlarında da taşır. Bu bakteri isimlerinin hiçbir önemi yoktur, bu ismi taşıyan bir bakteri grubu özellikle hastalık yapma amacı olan kötücül bakteriler değildir. Modern tıp sadece, gerçek nedenlerle/toksisite maruziyetiyle ilgilenmeyip, suçu üzerine atacağı bir unsur arama peşindedir. Bir kene sizi ısırdığında yapacağı en büyük kötülük cildinizin bir miktar derinliğine kadar toksin boşaltmak olacaktır. Vücudunuzun her alanının bakterilerle dolu olduğunu tekrar ve tekrar hatırlayın. Toksin boşaltımı ile ne olacak? O bölgedeki hücreler zehirlenecek ve hücre ölümleri yaşanacak. Bakterilerinizden bir kısmı o bölgede yoğunlaşacak, ölü hücre atıklarını yemek ve toksinleri süpürmek üzere faaliyete geçecek. Eğer savunma sisteminize güvenirseniz bir kenenin ısırığı sonrası kayda değer hiçbir zarar almadan kurtulabilirsiniz. Fakat panikle hastane yoluna ve bir enfeksiyoncunun eline düşerseniz, işte problem o zaman baş gösterecektir. Size antikor testi yapacak (Lütfen Stefan Lanka’nın “Antikorların Yanlış Yorumlanması” makalesini okuyunuz: https://viroliegy.com/wp-content/uploads/2022/08/stefan-lanka-the-misinterpretation-of-the-antibodies-english-translation.pdf. Buna göre hiçbir antikor testi “spesifik ve özgül” yani ilgili sözde antijenlere bağlanan antikorları tespit edemez. Antikorlar hücrelerin zehirlenmesi sonucu hücrelerin bizzat geliştirdiği bir “savunma mekanizmasıdır.” İlgili makaleden bir bölüm: “Vücutta antikor artışı vücudun zehirlenmeye tepkisinden başka bir şey değildir. Vücut zehirlendiğinde bu zehirler hücrelerde delikler açar ve hücreleri parçalar. Hücreler parçalandığında vücudun tepkisi, diğer protein ve diğer şeylerle ağ oluşturmak için, asidik koşullarda hemen genişleyen, düz hale gelen ve enerjinin depolandığı sızdırmaz maddeler -globülinler- yani küçük protein gövdeleri oluşturmaktır… Bunlara spesifik antikor dense de bu doğru değildir, bunlar vücuttaki asit – baz durumuna göre konumlanır ve laboratuvar ortamında da istedikleri gibi manipüle edebilirler.”) herhangi bir sebepten dolayı, altta yatan başka bir toksisite maruziyeti varsa bunu, sizi “pozitif” çıkarmak için kullanacak ve sonra 10 ila 14 gün arasında değişen antibiyotik tedavisi(!) ile bakterilerinizin görevini yapmasını engelleyecek dolayısıyla maruziyetlere daha açık hâle getirileceksiniz.

Kimse hastaneye düşüp o testleri yaptırmadan bir kene ısırığı sonrası gerçek bir hastalığa maruz kalmaz!

Buradaki aldatmacayı artık görebiliyor musunuz?

Bu noktada bakteriler ve parazitler hakkında öğrendiklerinizi, ezberlerinizi bir kenara koyup olabildiğince temiz ve şeffaf bir akılla düşünmeye başlayın. İnsan bedeni, benzetme yaparsak bakteri ve diğer tüm mikropların havuzunda yüzüyorken, neredeyse bir iğne ucu kadar alan dahi boş değilken, nasıl olur da, yine bizim gibi tüm bedeni ve beden yüzeyi bakterilerle, mikroplarla dolu olan bir sivrisinek, bir kene bize bakteri/mikrop/parazit taşıyabilir/bulaştırabilir?

İnsan vücudu ASİT-BAZ dengesi ve Tampon Sistemlerle pH ayarlaması üzerine en temel mekanizmasını kurduğu için dışarıdan gelerek doğal bakteri florasını bozacak ve asidik katkı fazlalığı oluşturacak bakteri girişi olsa dahi diyelim, bunu zaten doğru beslenen ve ağırlıklı olarak vücut suyunu alkali tutan insanların uygun pH’ı sayesinde nötrleyecektir ve bakteri florasını vücut gene dengeleyecektir. Size bakteri odaklı hastalık anlatanlara dikkat edin, o “hastanın” yanlış beslenerek vücudunu asitlediğini, asitlenmenin ise hücrelerde uygun çalışma pH’ını bozduğunu söylemeyen kişilerdir yani, bakteriler en zor durumlarda, asitli durumlarda üzerine düşeni yaparken, asıl kendi üzerine düşeni yapmayıp yanlış beslenen o hastanın bu yanlışını anlatmadan olayı sadece olay mahallindeki bakterilerin üstüne yıkarlar. Bu, her yangın yerinde itfaiye eri görüp demek ki yangını itfaiye eri, çıkartıyor sonucuna vardırmak gibidir.

İşte modern tıp böylesine akla zarar bir sonuca varıyor, zira geri planda, parazit ilaçlarıyla, antibiyotiklerle, savunma sisteminin demirbaşı, dost organizmalara zarar vermeyi hedefleyen ilaç şirketlerine hizmet ediliyor!

HAYIR bir sivrisinek sizi hasta etmez.
HAYIR bir kene sizi hasta etmez.
HAYIR bir kum sineği sizi hasta etmez.
HAYIR bir kedi tırmığı sizi hasta etmez.
HAYIR bir köpek salyası sizi hasta etmez.
HAYIR, bakteriler, diğer tüm mikroplar ve parazitler sizi hasta etmez.

Bakteriler, diğer mikroplar ve parazitler bizim dostlarımızdır. Onlarla birlikte yaşar ve onlarla birlikte canlılığımızı idame ettiririz.
Bu, insanın ve tüm canlılığın mükemmel dizaynının göstergesidir.
Görebilenler için, korunma prensibidir.

İlaç şirketleri ve sahipleri, asıl hastalık nedeni olan toksisite maruziyetiyle kasten ilgilenmez.
Çünkü o zaman ne satabilecekleri aşı ne de ilaç kalır.
Özellikle ki enfeksiyoncular doğruyu söylemiyor, doğruyu söyleseler ne enjekte edebilecekleri aşı ne de reçete edebilecekleri ilaç olur.

Anlıyorsunuz değil mi?


2-) KANITLAR – I

Bakterilerin ve Diğer Mikropların Bulaşa/Hastalığa Sebep Olup Olmadığını Anlamak İçin Yapılan Çeşitli Deneyler:

“Mikropların canlı vücudun dokularına başarılı bir şekilde saldırmaktan tamamen aciz olduğunu; hastalığın nedeni değil sonucu olduklarını, vücudun yaşamına veya sağlığına en ufak bir şekilde düşman olmadıklarını tam tersine, canlı organizmayı ister insan ister hayvan olsun, yaklaşan yaralanmadan veya yıkımdan kurtarmaya çalıştıklarını deklare ediyorum. Bunu, hastalığa yatkınlık oluşturan engelleyici maddenin ayrışmasını sağlayarak ve kan yoluyla dışarı atılmasını sağlayarak gerçekleştirirler. İlk olarak insan vücuduna bu mikropları enjekte ederek deney yapmaya karar verdim… Kendime elde edilebilecek en virülan tifo basilini enjekte ettim… Sonra tifo basilini sistemime aldım ve tifo ateşi ortaya çıkmadı, deneyi difteri mikroplarıyla tekrarladım, en ufak bir fark edilebilir etki olmadı… Deneyleri daha da tamamlamak için, difteri ve ruam mikroplarını, canlılıklarından şüphe duyulmayacak kadar büyüttüm ve iki saygın doktorun huzurunda sistemime aldım. Sonuç öncekiyle aynıydı. Sonra en büyük denemeyi yaptım. Yirmi beş hekimin huzurunda, önce, jelatin kapsüller içinde mideye tifo basili verdim ve ikinci olarak hem enjeksiyon yöntemi yoluyla difteri basilini aldım… Tüm bunlar su içme etkisi ne ise onun kadar etki verdi… Sonra hastalarım arasından benzer deneyler için uygun görünen iki kişiyi seçtim ve onları, rızalarını alarak, benim geçirdiğim aynı süreçten geçirdim. Sonuçta, hesaplamalarımın yerinde olduğunu, onların rahatlığının benimki gibi olduğuna emin olarak kanıtladım.”
Dr. Thomas Powell’in 21 Kasım 1897 basımı Los Angeles Herald’da yayınlanan makalesinden…
https://cdnc.ucr.edu/?a=d&d=LAH18971121.2.200&e=——-en–20–1–txt-txIN——–

Dr. Thomas Powell, mikropların hastalığa sebep olmadığını kanıtlamak için hem kendisi hem de gönüllüler üzerinde onlarca sene, sayısız deneyler yapmasıyla tanınır. Binlerce mikrobu hem kendisi içerek hem gönüllülere içirerek, bu mikropları hem doğrudan vücuda enjekte ederek çok çeşitli deneyler yapmış, kendisinde ve gönüllülerde mikroplara atfedilen hastalıklar hiçbir zaman gelişmemiştir.

Dr. E. Klein ve Dr. Heneage Gibbes’in “Asya Kolerasının Etiyolojisi Üzerine Bir Soruşturma” başlıklı raporunu dikkate almak amacıyla Hindistan Devlet Sekreteri tarafından toplanan bir Komite’nin hazırladığı “Dr. Robert Koch’un Kolera ve Virgül Teorisinin Resmi Olarak Çürütülmesi” adlı muhtıradan çok önemli notlar:

“…Bu suyun bir örneği, kolera vakasının meydana geldiği evden yaklaşık yirmi yard uzaklıkta, kıyıya yakın bir yerden, özellikle kirli göründüğü yerden alındı ​​ve mikroskobik inceleme, kolera dışkılarında bulunanlarla her bakımdan aynı olan şüphesiz virgül basilleri (koleraya sebep olduğu iddia edilen ince uzun, virgül formdaki bakteriler) ortaya çıkardı. Bu suda bulunmalarına ve 200 ailenin sürekli olarak onu yoğun bir şekilde kullanmasına rağmen, kolera salgını olmadı. Şimdi, bu durumda doğanın mutlak ve kesin bir deney olarak hizmet edecek kadar büyük bir ölçekte gerçekleştirdiği bir deneyimiz var. Bu su, kolera boşaltımlarıyla ve elbette virgül basilleriyle kirlenmişti ve birçok insan tarafından birkaç hafta boyunca yoğun bir şekilde kullanıldı. Koch’a göre, virgül basilleri koleranın nedeni ve özü ama Aralık ayının ortasına kadar bu kadar çok kişiden BİRİ DAHİ HASTALIĞA YAKALANMADI. Açıkça çünkü sudaki o şey hastalığa sebep olmuyordu ve BUNUN VİRGÜL BASİLİYLE HİÇBİR İLGİSİ YOKTU.”

“Mısır ve Kalküta’dayken Robert Koch, kemirgenler, etobur hayvanlar ve maymunlar üzerinde besleme, deri altı ve damar içi enjeksiyon ve pirinç suyu dışkılarıyla duodenuma enjeksiyon ve virgül basilinin saf kültürleri ile çok sayıda deney yaptı ve hiçbir sonuç elde edemedi ve halk arasında yaptığı soruşturmalar onu, evcil bir hayvanın kolera kaptığına dair bilinen bir vaka olmadığı sonucuna götürdü ve bu nedenle koleranın alt hayvanlara bulaşmadığı sonucuna vardı. Ancak, hayvanların (kemirgenlerin) pirinç suyu dışkılarıyla aşılandıktan sonra kan zehirlenmesi nedeniyle ölebileceği ve virgül basilinin aşılanan hayvanlar içinde çoğalabildiği, ancak KOLERA ÜRETMEDİĞİ GÖZLEMİNİ YAPTI.”

“Bütün bu deneylerden, akut kolera vakalarının ileum’undan alınan mukus pullarıyla, yeni ve eski dışkılarla, ya da virgül basili veya küçük basil kültürleriyle, hayvanlarda (fareler, sıçanlar, kediler, tavşanlar ve maymunlar) beslenme yoluyla, şah damarına deri altı enjeksiyonla veya bağırsak boşluğuna enjeksiyonla sisteme sokularak HERHANGİ BİR HASTALIK ÜRETMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR.”
https://journals.biologists.com/jcs/article/s2-26/102/303/62010/The-Official-Refutation-of-Dr-Robert-Koch-s-Theory

“Dr. Robert Koch, insan gözüyle görülemeyen patojenik mikropların etkisi hipotezi üzerine belirli hastalıkların nedenini açıklamaya çalışmıştır. Kolera vakalarının dışkılarının mikroskobik incelemesi üzerine, farklı formlarda ve türlerde mikroplar bulmuş ve bunların arasında, bu hastalığın nedeni olduğunu düşündüğü virgül şeklinde olan bir tanesini suçlamıştır. Alt hayvanlar üzerinde yaptığı ‘kültür’ ve ‘deney’ süreciyle, bu mikrobun bu hastalığın nedeni olduğunu gösterdiğini iddia ediyor.”

“Ancak KOLERA İÇİN VİRGÜL ŞEKLİNDEKİ BASİL TEORİSİNİN BAŞARISIZ OLDUĞU KANITLANDI. Bu görünmez virgül şeklindeki MİKROPLARIN EVRENSEL VE ZARARSIZ OLDUĞU BULUNDU. Dr. Koch, virgül şeklindeki mikropların yaz mevsiminde yaygın olarak görülen ishallerde her yerde bulunduğunu kabul ediyor ve bize şunları söylüyor: ‘Herhangi bir kaynaktan gelen su, çok sıklıkla, hatta her zaman virgül şeklinde organizmalar içerir.’
Bu organizmalar sağlıklı kişilerin ağız ve boğaz salgılarında ve her yerdeki yaz aylarındaki yaygın ishallerde bulunurlar – sağlıklı kişilerin bağırsaklarında uçuşurlar ve sertleşmiş dışkı akıntılarında da görülürler… Bu hastalık konusunda uzman olan Münihli Dr. Pettenkofer ve Berlinli Dr. Emmerich, bu basilleri içeren birer santimetreküp ‘kültür suyu’ içtiler ve KOLERA HASTALIĞINA ÖZGÜ TEK BİR BELİRTİ BİLE YAŞAMADILAR… Hasterlik, herhangi bir görünür sonuç olmaksızın aynı türden altı vakayı daha bildiriyor. Böylece Dr. Koch virgül basilinin, bu hastalığın tanısal kanıtı olarak tamamen değersiz olduğu tam olarak ortaya konmuştur.”
Dr. Henry Raymond Rogers, “Dr. Robert Koch ve Kolera Mikrop Teorisi” ve “Kolera; Doğası ve Tedavisi” başlıklı makaleleri,
https://jamanetwork.com/journals/jama/article-abstract/453342
https://online.fliphtml5.com/wompk/zenn/#p=1
https://jamanetwork.com/journals/jama/article-abstract/443180?resultClick=1

“Tifo hastalığının iddia edilen nedeni olan BASİL TİFOSUS SAĞLIKLI KİŞİLERDE BULUNUR ve Major Horrecks’e göre (British Medical Journal, 6 Mayıs 1911) hiçbir şekilde belirli bir özelliği yoktur.  Kültür yoluyla kolayca başka formlara (B. Coli, B. Alcaligencs, vb.) dönüştürülebilir. Tanınmış Sağlık Memuru Dr. Thresh, “Malvern Hydro” davasında jüriye, virülan tifo basilinin “saf kültürünün” bir şarap kadehi kadarını yuttuğunu ve en ufak bir kötü sonuçla karşılaşmadığını söylemiştir.”
“Benzer sonuca varan deneyler hakkında Dr. JW Hodge şunları söylüyor: ‘Tıbbi literatürde, görünüşte sağlıklı insan vücudunun, tifo ateşinin varsayılan nedeni olan aktif basil tifosusun saf kültürleriyle tekrar tekrar deri altına aşılandığına dair kayıtlı birçok örnek buldum. Bu tamamen virülan kültürler ayrıca insan vücudunun rektumuna enjekte edilmiş ve kütikülün çıkarıldığı geniş aşınmış bölgelere uygulanmıştır, delme veya aşınmadan kaynaklananlardan başka bir etki olmadan.’ Hodge, Anthrax basili hakkında da benzer bir açıklama yapıyor ve bilgisinin yettiği kadarıyla, patojenik olduğu bilinen diğer mikroplarla yapılan TÜM BU DENEYLERİN SONUCUNUN NEGATİF OLDUĞUNU söylüyor.  (American Journal of Neuropathy, Şubat, 1911.)”
Dr. Herbert Snow, “Hastalığın Mikrop Teorisi“ başlıklı makalesinden…

Ayrıca Dr. Herbert Snow bu makalesinde Koch postülatlarının geçersizliğini ortaya koymuş; tifo, tetanoz, tüberküloz, difteri vs. hastalıklar için, hiçbir kanıt gösterilemeden bakterilerin ve mikropların suçlandığını, bakterilerin ve mikropların hastalığa sebep olmadığı gerçeğine dair dönemin bilim adamları tarafından getirilen kanıtların ısrarla göz ardı edildiğini açıklamıştır. Dönemin tıp camiasına mikrop teorisinin kabul ettiirilmesinin gerisinde büyük bir lobicilik faaliyetlerine girişildiğini ve tüm bu çabaların motivasyonunun tedavi adı altında ölümcül ilaçlara ve aşılara insanları mahkum etmek olduğunu anlatmıştır.
https://www.atsu.edu/museum-of-osteopathic-medicine/wp-content/uploads/2019/04/JO-1913/TheJournalofOsteopathyApril1913.pdf
https://chroniclingamerica.loc.gov/lccn/sn88084272/1913-05-03/ed-1/seq-25/

İlk test, Klebs-Loffler basilinin difteriye neden olup olmayacağını anlamak için yaklaşık 50.000 basil herhangi bir sorun olmadan yutuldu, sonra 100.000, 500.000 ve bir milyon ve daha fazlası yutuldu ve hiçbir durumda herhangi bir kötü etkiye neden olmadı.

İkinci test serisi, Eberth basilinin tifoya neden olup olmayacağına karar vermekti, ancak her test negatifti; milyonlarca mikrop yutulduğunda bile. Üçüncü seri testler, zatürreye veya herhangi bir rahatsızlığa kapılmadan bir milyon (ve daha fazla) pnömokok bakterisinin yutulabileceğini gösterdi.

Araştırmalar yaklaşık iki yılı kapsıyordu ve her biri ortalama 15 test olmak üzere 45 farklı test yapıldı… Deneylere katılan HİÇ KİMSEDE HERHANGİ BİR HASTALIK BELİRTİSİ ORTAYA ÇIKMADI… Testler son derece dikkatli bir şekilde yapıldığından, bakteriyologların iddia ettiği gibi mikrop tehlikesinin bulunmadığını kanıtlıyor.”
Dr. John Bell Fraser, 1916, The Canada Lancet, Cilt 49, No 10
https://www.canadiana.ca/view/oocihm.8_05199_550/15

 
Dr. John Bell Fraser, tıpkı Dr. Thomas Powell gibi yıllarca mikropların hastalık yapmadığını sayısız deneylerle göstermiş, deneylere katılan gönüllülerin yıllarca takibini yaparak gerçek tıbba belki de en titiz ve bilimsel proseslere yaraşır çalışmalarla katkı sağlamıştır. MİLYONLARCA, MİLYARLARCA MİKROP ÜZERİNDE YAPTIĞI DENEYLERİN SONUNDA HİÇ KİMSE HİÇBİR ZAMAN MİKROPLARA ATFEDİLEN HASTALIKLARI ALMAMIŞTIR.

Fraser, 3 Ağustos 1919 tarihli The Sunday Times’da yayınlanan makalesinde “mikrop teorisi”nin terk edilmesinin 12 faydasını sunmuştur. En önemlisi toplumlar korkutulmayacak, hastalıkların gerçek kimyasal nedenleri incelenebilecek ve doğru beslenmeye, sanitasyonun önemine vb. dikkatler verilebilecektir. Yani buna göre hastalıkların gerçek nedenleri araştırılacak ve doğru çözümler getirilecektir.
https://ibb.co/j8YvN4p

Not: İlginçtir ki yıllar sonra “mikrop teorisi”ne yaslanan mevcut sistem içinden bazı yazarların “bulaşıcı hastalık” demeye eli mahkûm bir şekilde olsa da gerçek çözümlerin neler olduğunu/olması gerektiğini itiraf ettiği görülür: “Bulaşıcı hastalıkların neden olduğu morbidite ve mortalitedeki en büyük tarihsel düşüş, modern antibiyotik ve aşı çağında değil, temiz su, doğru beslenme ve sanitasyon programının kullanılmasından sonra yaşanır.” The Journal of Pediatrics, Aralık 1999 https://www.jpeds.com/action/showPdf?pii=S0022-3476%2899%2970080-6



“Toronto Biyokimya Derneği, birkaç yıl önce mikroplarla ilgili çok ilginç deneyler yaptı ve mikrop teorisini test etme fikri ortaya çıktı. Ontario’daki herhangi bir mikrop teorisyenine, mikropların hastalığa neden olduğuna dair inancı test etmesi için bir meydan okuma yapıldı. Ancak hepsi de aynı şeyi söyledi. Bu testler tifo, difteri, zatürre, tüberküloz, menenjit ve ‘karışık mikroplar’ ile yapıldı. Milyonlarca sözde hastalık mikrobu, akla gelebilecek her şekilde yiyeceklerde kullanıldı; boğazda, burunda, mukoza zarlarında, bademciklerde vb. ANCAK GÖNÜLLÜLERİN HİÇBİRİ, HASTALIĞA SEBEP OLDUĞU SÖYLENEN MİKROPLARDAN ALMALARI GEREKEN HASTALIĞI ALMADILAR.”

“Pasteur zamanından bu yana teorinin bir bilim haline geldiği asla doğru değil. Muhabiriniz daha fazla araştırırsa, kesinlikle bunun bilimsel olmadığını görecektir!”
The Victoria Daily Times, 25 Kasım 1922, sayfa 4
https://www.newspapers.com/image/505111475/?match=1&terms=germ&clipping_id=141055728
https://ibb.co/yRJdLnf


San Francisco’daki Boston Harbor ve Angel Island’daki karantina istasyonlarında Halk Sağlığı Servisi ve ABD Donanması tarafından yürütülen deneyler:

– Grip geçmişi olmayan Donanmadan 100 gönüllü
– Gönüllülerin bir kısmına önce bir suş, ardından birkaç suş Pfeiffer basil atomizer (Basil: Bakterilerin ince uzun formuna verilen isim) ve swab ile burunlarına ve boğazlarına ve sonra gözlerine püskürtüldü.
– Yakın zamanda gripten ölenlerin akciğerlerinden ekstraksiyonlar elde edildi. Daha sonra grip ekstraksiyonlarının süspansiyonlarını 19 gönüllünün burunlarına ve gözlerine ve tekrar boğazlarına püskürtmek için bir atomizer kullandılar. 
– Diğerleri grip hastalarının ağız, burun, boğaz ve bronşlarından alınan mukus salgılarından yapılan karışımlarla aşılandı.
– Daha sonra, bazı gönüllülere grip hastalarından kan enjeksiyonları yapıldı.
– Gönüllülerden 13’ü bir grip servisine alındı ve her biri 10’ar grip hastasına maruz bırakıldı. Her gönüllü, her hastayla el sıkışarak mümkün olduğunca yakınlaşacak, hastayla 5 dakika yakın mesafeden konuşacak ve hastanın nefes almasına ve doğrudan yüzüne öksürmesine izin verecekti.
– Karşı taraf öksürürken, öbür taraf nefes alıp içine çekti. Bu işlem 10 hastanın her biri ile 5 kez tekrarlandı.

BU DENEYLERDEKİ GÖNÜLLÜLERİN HİÇBİRİ AMA HİÇBİRİ GRİP GELİŞTİRMEDİ, HASTA OLMADI.

“Salgına, hastalığın nedenini bildiğimiz ve insandan insana nasıl bulaştığını bildiğimizden oldukça emin olduğumuz düşüncesiyle girdik. Belki bir şey öğrendiysek, o da hastalık hakkında ne bildiğimizden tam olarak emin olmadığımızdır.” Milton Rosenau

https://zenodo.org/record/1505669/files/article.pdf?download=l
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2862332/#!po=60.7527

Aralık 1919’da McCoy ve diğerleri tarafından 8 deneyden oluşan bir set yapıldı. 50 kişide bulaşmayı denemek ve kanıtlamak istendi.
Bir kez daha, 8 deneyin tümü, gripli kişilerin veya vücut sıvılarının hastalığa neden olduğunu kanıtlayamadı. 50 kişiden HİÇBİRİ HASTALANMADI.

1919’da Wahl ve arkadaşları, 6 sağlıklı kişiyi hasta insanlardan mukus salgılarına ve akciğer dokusuna maruz bırakarak bu kişilere grip bulaştırmayı denemek için 3 ayrı deney yaptı.

3 çalışmanın herhangi birinde 6 kişiden HİÇBİRİ GRİBE YAKALANMADI.
https://www.jstor.org/stable/30082102?seq=1#metadata_info_tab_contents

1921’de Williams ve arkadaşları 45 sağlıklı erkeği, hasta insanlardan mukus salgılarına maruz bırakarak, soğuk algınlığı ve grip ile deneysel olarak enfekte etmeye çalıştı. 45 kişiden KİMSE HASTALANMADI.
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/19869857/
Tüm pdf: https://vk.com/doc211304170_645022319?hash=lLYwz54pRpgdoEWfLRqtgEMxbEWvUkLcnK4SrxUwcED

1924’te Robert Robertson & Robert Groves, 100 sağlıklı kişiyi grip olan 16 farklı kişinin vücut salgılarına maruz birakti. Deney sonucu: 100 KİŞİDEN HİÇBİRİ hasta kişilerin vücut salgılarına maruz kalma sonucu HASTALANMADI.
https://academic.oup.com/jid/article-abstract/34/4/400/832936?redirectedFrom=fulltext&login=false

1937’de F. M. Burnet ve Dora Lush, 200 sağlıklı insanı grip olan insanların vücut salgılarına maruz bırakan bir deney yaptı: 200 kişiden HİÇBİRİ HASTALANMADI.
https://ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2065253/

1940’ta Burnet ve Foley, deneysel olarak 15 üniversite öğrencisine grip bulaştırmaya çalıştı. Yazarlar deneylerinin başarısız olduğu sonucuna vardı.
https://onlinelibrary.wiley.com/doi/abs/10.5694/j.1326-5377.1940.tb79929.x

2003’te Carolyn Buxton Bridges ve arkadaşları grip bulaşmasını tekrar gözden geçirdi.
“Literatürde insandan insana grip bulaşmasını doğrulayan hiçbir insan deneysel çalışması bulamadık.”
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/14523774/

Her nasılsa, bakteriler ve diğer mikroplar, insan ve hayvan vücudunu, içini ve dışını, neredeyse zerre boşluk bırakmayacak denli ağ gibi kaplamışken, sözüm ona bunlardan birkaçının hastalık çıkaracağı tutuyor ama hasta insanlardan alınan mikrop örneklerini sağlıklı insanlara çeşitli şekillerde maruz bırakmalarına rağmen o mikroplar bu defa hastalık yapmayı reddediyor!
Buradaki her deney, mikropların hastalık yapmadığının en kesin ispatıdır.

Ve daha bu yönde gerçekleştirilmiş birçok deney sayılabilir….
Temiz akıl sahipleri için, fiyasko ile sonuçlanmış bu deneylerin biri dahi tüm mikrop teorisini çökertmeye muktedirdir.

Mikrop teorisi insan aklına, her şeyden önce onuruna büyük hakarettir!

Geçmişte, mikropların hastalık nedeni olabileceğine dair hatta bu ihtimale yaklaşan tek bir kanıt getirilemedi, bugün ve yarın da bu yönde hiçbir kanıt getirilemeyecek.

Mikrop teorisi ölü doğdu, ortaya atıldığı an çürümüştü esasta.
Çünkü gerçek bilim bu şarlatanlığı asla desteklemedi.
Destekleyenler belliydi.
Ve onlar, mikrop teorisinin bir sahtekârlıktan ötesi olmadığını da aslında herkesten daha iyi biliyordu.

Hiçbir Mikrobun Hastalık Nedeni Olmadığını Bilakis Hepsinin Canlılığın Sağlığı ve Sürekliliği İçin Son Derece Gerekli Görevlerinin Olduğunu Belirten Bilim Adamlarının Beyanları:


“Eğer hayatımı yeniden yaşayabilseydim, mikropların kendi yaşam alanlarını aradıklarını en başında kanıtlamak isterdim, yani onların hastalıklı ve ölü dokuları aradığını… Mikropların o hastalıklı ya da ölü dokuların sebebinin olmadığı gerçeğini anlatırdım. Tıpkı sivrisineklerin bataklığı/pis suyu araması gibi… Sivrisinekler de asla o pis suyun sebebi değildir.”
Dr. Rudolph Virchow, (1821–1902), Modern Patolojinin Babası


“Mikrop teorisi doğru olsaydı, buna inanacak kimse hayatta olmazdı.”
Bartlett Joshua Palmer (14 Eylül 1882-27 Mayıs 1961) Kiropraktiğin kurucusu Daniel David Palmer’ın oğlu ve kiropraktiğin geliştiricisi


“Hastalıkların mikrop teorisinin tüm yapısı, yalnızca kanıtlanmamış olmakla kalmayıp, kanıtlanması da mümkün olmayan varsayımlara dayanmaktadır ve bunların birçoğunun gerçeğin tam tersi olduğu kanıtlanabilir. Tamamen Pasteur’e ait olan bu kanıtlanmamış varsayımların temeli sözde bulaşıcı ve bulaşıcı rahatsızlıkların hepsinin mikroplar tarafından meydana getirildiği hipotezidir.”
Dr. Montague L. Leverson, İngiliz avukat ve homeopatik hekim
https://www.life-enthusiast.com/articles/dream-and-lie-of-louis-pasteur-part-6/?v=ebe021079e5a


1887’de British Medical Journal’da yayınlanan bu makalede Birmingham ve Midlands Hastanesi Baş Cerrahı Dr. Lawson Tait, bakterileri hastalık etkeni değil, ayrıştırıcılar olarak tarif etmiştir. BAKTERİLER ASLA CANLI DOKUYA SALDIRMAZ, onlar sadece atık maddeleri temizlemektedir. Dr. Tait, mikropların bir hastalık nedeni olduğu iddialarının “yanlışlığına dair en iyi kanıtın” “mikrop olgularını bir hastalık mikrop teorisine yükseltmeye yönelik her girişimin acınacak bir şekilde başarısız olması” olduğunu belirtir. Yine Tait, ne zamanki tüberküloz hastalarının bakterilerine zarar verme girişiminde bulunmayıp, bakterilerin, hasta vücudundaki atık maddelerden arındırmalarına destek olan tedavi uygulamaları sağlandığında iyileştiklerini söyler. “Mikrop teorisi gerçekleşlerle bağdaşmıyor. Mikrop teorisi eğer doğru olsaydı ‘tüberküloz basili’ne her yerde rastlanacağı için emin olun kimse güvende olmazdı.”
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2534970/


“Mesleğin, tüberküloza hiçbir mikrobun neden olmadığını savunan üyelerine katılıyoruz. MİKROPLAR HİÇBİR HASTALIĞA NEDEN OLMAZ. Dahası, mikroplardan korkmanın mikropların kendisinden daha fazla zarar verdiğini kabul ediyoruz. Mikrop olmadığını iddia etmiyoruz, ancak mikrobun hastalığın nedeni olarak görülmesinin büyük bir saçmalık olduğunu savunuyoruz. Günümüzde mikropların yıkıcılığı hakkındaki düşünceler doğru olsaydı, insan ırkı bir saat bile var olamazdı. Mikroplar her
yerdedir… Ve tüm insanlar hastalığa yatkın olsaydı, gün batımından önce hepimiz ölüm döşeğinde olurduk… Mikropların bu veya başka herhangi bir hastalığın tek veya başlıca nedeni olduğu yönündeki iyi niyetli birçok hekimin görüşüne katılmıyoruz.”
Dr. Simon Louis Katzoff, İnsan Sağlığı Üzerine Zamanında Gerçekler adlı kitabı, 111. Sayfa.
https://archive.org/details/timelytruthsonh00katzgoog/page/n135/mode/1up


“Bazı tıp doktorları hastalıkların mikrop teorisi üzerinde çalışıyorlar… Ancak mikrop teorisi zaten zayıflıyor ve bir kenara atılma zamanı geldi. Kanada’dan Dr. Fraser ve Kaliforniya’dan Dr. Powell her çeşitten milyarlarca mikrop üzerinde deneyler yaptılar, ancak mikropları insanlara enjekte etmelerine rağmen tek bir hastalık bile üretemediler. Dr. Waite yıllarca mikrop teorisini kanıtlamaya çalıştı, ancak başaramadı. Dünya Savaşı sırasında Massachusetts’teki Gallop Adası’nda milyonlarca ‘grip mikrobu’ hükümet hastanesinde yüzlerce adama enjekte edildi ve hiç kimse gribe yakalanmadı. MİKROPLAR HASTALIĞA SEBEP OLMAZ. MİKROPLAR LEŞ YİYİCİLERDİR.”
Tıp doktoru Ernest W. Cordingley, 1925, Naturopati İlkeleri ve Uygulamaları kitabı
https://www.scribd.com/document/626957695/EW-Cordingley-Principles-and-Practice-of-Naturopathy


“Mikroplar hastalığın sonucudur ve hastalıklı bir durum ortaya çıktıktan sonra hastalıklı maddeyi yok etmek ve vücudu sağlığa kavuşturmak amacıyla aktif hale gelirler. MİKROPLAR İNSANLIĞIN SAHİP OLDUĞU EN İYİ DOSTLARDIR. Şimdiye kadar hiç kimse bir mikrobunun hastalığa sebep olabileceğini kanıtlayamadı.” 
Dr. Walter Robert Hadwen, İngiliz pratisyen hekim, farmasötik kimyager ve yazar.

Kendisi ayrıca, Pasteur’ün uygulamalarıyla bilinen ve neredeyse geneli Rockefeller Enstitüsünde gerçekleştirilen gaddar hayvan deneyleri, (kedi ve köpeklerin bağlanıp midelerine kaynar su dökülmesi, hayvan henüz canlıyken bazı uzuvlarının yakılması, hayati organlarının ezilmesi vb.) canice uygulamalar bütünü olan “vivisection”a tamamen karşıydı ve “Vivisection”ın Kaldırılması İçin İngiliz Birliği’nin başkanıydı.

Dr. Walter Robert Hadwen’in 7 Ekim 1922 tarihli The Victoria Daily Times’da ve 29 Ocak 1938 tarihli The VOICE’da yayınlanan makalelerinde, Hadwen, mikrop teorisinin baştan sona yanlışlığına dair birçok kanıt getirir. Koch postülatlarının yapılan birçok deneyle çürütüldüğünü, mikropların hastalığa sebep olabileceğine bilimsel kanıt getirilemeden ısrarla uygulanan aşı ve serumların işe yaraması şöyle dursun, kan dolaşımını zehirleyerek hastalıkları ve ölümleri artırdığını detaylarıyla anlatır. Hadwen zorunlu anti-tifo aşısının Fransız ordusuna yapıldıktan sonra bunun 113.498 vaka, 12.000 ölümle sonuçlandığını da bildirir.
Dr. Walter Robert Hadwen’in bu makalelerinden Pasteur’ün kuduz aşısının yol açtığı felaketleri de öğrenmek mümkündür. Hadwen, sadece Pasteur Enstitüsü’nün kayıtlarında Pasteur aşısını aldıktan sonra ölen 3.000 ila 4.000 kişinin isim listesinin olduğunu söyler.
“Pasteur’ün, korkunç bir işkence süreci altında çıldırttığı köpeklerin omuriliklerinin emülsiyonlarını insanlara enjekte etme uygulamasının ciddi ölüm oranlarına yol açtığına şüphe yoktur.”
Bu bilgi, bizzat o dönemi yaşayan bir doktorun, “şahitli” kaleminden günümüze kadar gelebildiği için, çok kıymetlidir. Bizlere ulaşabilen, henüz karartılmamış bilgilerdir bunlar…

“Aşılama; aptal bir teoriyi tatmin etmek için yapılan, bilimle uzaktan yakından alakası olmayan, aynı zamanda sağduyuya da hitap etmeyen bir vahşiliktir.”
https://ibb.co/1J6rDbN
https://ibb.co/k0pfZny


“Mikroplar dışkılarla beslenir. Onlar leş yiyicilerdir. Hiçbir zaman başka bir şey olmadılar ve hiçbir zaman başka bir şey olmayacaklar. Dokulardan gelen akıntıyı parçalayıp tüketirler. Bu, vücudun dışında doğada her yerdeki mikroplara atfedilen işlevdir ve hastalıktaki gerçek ve tek işlevleridir. ONLAR ARINDIRICI VE FAYDALI ETKENLERDİR. Tıp mesleği mikrop teorisi konusunda histeriye kapılmış durumda ve bunu çok saf bir halkı sömürmek için kullanıyor.  Mikroplar her yerdedir. Soluduğumuz havada, yediğimiz yiyeceklerde, içtiğimiz suda bulunurlar. Onlardan kaçamayız.  Onları yalnızca sınırlı bir ölçüde yok edebiliriz. Mikropları yok etmeye veya onlardan kaçmaya çalışarak hastalıktan kaçmaya çalışmak aptallıktır.”
Dr. Herbert Shelton, Naturopat ve günümüzün Doğal Hijyen Hareketinin kurucusu, İnsan Hayatı: Felsefesi ve Yasaları kitabı, sayfa 189-190.
https://books.google.com.tr/books?id=dcssshFW7REC&pg=PA189&lpg=PA189&dq=%22Warmth,+moisture,+food-these+are+the+causes+that+%0D%0Aactivate+latent+germs+and+arouse+them+to+activity.&source=bl&ots=I49WnqK0r3&sig=ACfU3U28MGqDWuQPQvGIjikRvl7z354_jw&hl=en&sa=X&redir_esc=y#v=onepage&q=%22Warmth%2C%20moisture%2C%20food-these%20are%20the%20causes%20that%20%20%20activate%20latent%20germs%20and%20arouse%20them%20to%20activity.&f=false



“Tıp mesleği mikrop teorisi konusunda histeriye kapılmış durumda ve bunu çok saf bir halkı sömürmek için kullanıyor” diyor Dr. Herbert Shelton. Bu teorinin (sadece bir iddia aslında) ardında bilimin değil, insanlığa ve tüm canlılığa bir kasıt olduğunu görebilenler için üzerine pek de bir şey söylemeye lüzum yoktur. Bu iddia, bilimle alakası olmayan, finans ve lobicilik yönünden güçlü bir grup canlılık düşmanı öjenist tarafından ortaya atılıp desteklendi. İlaç şirketlerini bu iddia üzerine kurdular ve yine bu iddia üzerine yüzyıllardır insanları ve hayvanları ilaç ve aşılarla zehirliyorlar. Bu iddia hem sağlık, hem de bir ekonomik sömürü sisteminin temelidir. Onu ayakta tutan sadece “o saf halkın” kör inancıdır. Halk, kendi bedenine ait organizmalarıyla aslında bakterileriyle, mikroplarıyla, parazitleriyle, eksozomlarıyla (virüs diye servis edilen veziküller) bir bütün olan bedeniyle barışmayı bilse, gerçek düşmanlarını görecek ve bu sömürü sistemi temelinden çürüyerek, yıkılıp gidecektir.


“Hastalıkların mikrop teorisi, bu yarı-medeni çağda bilimin karşılaştığı en büyük rezalettir; insan kitlesinin rol aldığı en korkunç tıbbi saçmalıktır; tıp mesleğinin tereddüt etmeden ve çiğnemeden kabul ettiği en büyük aldatmacadır!”
Dr. Royal E. S. Hayes, Tıbbi Yaramazlık Diyeceksiniz: Mikropların Çimlendirilmesi Teorisi, sayfa 35.
https://books.google.com.tr/books?id=C06b0ZgrA4MC&pg=PA35&lpg=PA35&dq=The+germ+theory+of+disease+is+the+greatest+travesty+on+science+that+was+ever+stumbled+over+during+this+semicivilized+age&source=bl&ots=Qku6AG87xi&sig=ACfU3U0AOmI-qG-DhdJhZJuUwYlrGL2Pxw&hl=en&sa=X&redir_esc=y#v=onepage&q=The%20germ%20theory%20of%20disease%20is%20the%20greatest%20travesty%20on%20science%20that%20was%20ever%20stumbled%20over%20during%20this%20semicivilized%20age&f=false


“Doktorların hastalıkları bakterilere, mikroplara ve var olmayan virüslere bağlaması yeterince kötüyken, maruz kaldıklarında ‘hastalık kapmayan’ sağlıklı insanları seçip , ‘taşıyıcı’ olduklarını ve başkalarını enfekte edebileceklerini iddia etmeleri gülünçlüğün zirvesidir.”
Dr. Eleanora McBean


“Mikroorganizmaların hastalıklarla nedensel ilişkisine dair bilimsel bir kanıta yaklaşan hiçbir şey olmamıştır ve böyle bir ilişkinin iddia edildiği çoğu durumda, bu görüşü kesin bir şekilde çürüten bol miktarda kanıt vardır.  Ancak ne yazık ki BU SAKAT VE EKSİK TEORİ, milyonlarca sermayenin yatırıldığı ve kamuoyunu Tıp Fakültesi’nin daha saf üyeleriyle kandırmak için hiçbir masraftan kaçınılmayan çok kapsamlı BİR ŞARLATANLIK SİSTEMİNİN TEMELİ HALİNE GELMİŞTİR.”
Dr. Herbert Snow


“Mikroplar her yerde, her zaman mevcuttur, hem sağlıklı hem de hasta insanlarda birçok farklı formda… Bu mikroplar, ortam toksik olduğunda ve temizliğe elverişli olduğunda, modern bilim insanlarının ‘patojenler’ dediği şeye dönüşür. Bir iyileşme krizine girdiğinizde ve vücudunuz toksinleri attığında, bu mikroplar sizin özünüzden çıkarak bu toksinleri ortadan kaldırmaya, işlemeye ve parçalamaya yardımcı olur. Mikropların hastalıkla kesinlikle hiçbir nedensel ilişkisi yoktur. Ancak mikroplar temizlenmenize yardımcı oluyor gibi görünüyor, çünkü oldukça basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, hastalığınız sizin tedavinizdir!”

“Ancak suçlu mikrop değildir. Kendi kan dolaşımınızdaki toksisite seviyesidir.”
Dr. William P. Trebing, Güle Güle Mikrop Teorisi, sayfa 154

“Bakteriler sağlıklı canlı hücrelere saldırmazlar. Bunun yerine, hasta, hasarlı ve ölü hücrelerin parçalanmasına yardımcı olurlar . »
Dr. Thomas Cowan


Ve daha sayısız gerçek bilim adamlarının beyanlarını buraya aktarmaya kalksam sanırım yazı bir hayli uzayacak. Burada bırakmanın doğru olduğunu, tüm bunların yeterli kanıtlar olduğunu düşünüyorum.


KANITLAR – II

Yakın zamanda Dr. Thomas Cowan, yazar ve doğal tıp öğretim görevlisi olan Daniel Roytas’ı parazitler hakkındaki bulgularını tartışmaya davet ettiği bir web semineri düzenledi. Bu web seminerinde Roytas parazitlere atfedilen hastalıkların altında bir toksisite maruziyetinin yattığını; parazitlerin esas amaçlarının ağır metaller gibi toksik maddeleri biriktirip tüketmek böylece dokuların hasar almasının önüne geçmek, ortam temizliği yapmak olduğunu ve parazitlerin sağlığa sayısız harika katkıda bulunduğunu kanıtlarıyla anlatmıştır.
Konuşmanın tamamı: https://x.com/drtomcowan/status/1833976686485913730

Şimdi Roytas’ın parazitler üzerine inançları sorgulatan, ezberleri bozan her biri çok değerli slaytlarından buradaki anlatıma uygun olduklarını düşündüğümü seçip, destekleyici kaynaklarla birlikte paylaşacağım.

Tıpkı bakteriler, mikroplar gibi parazitlerin de 3 ana görevinden bahsedebiliriz:
– Biyotransformasyon (Toksik maddeleri toksik olmayan maddelere dönüştürme)
Biyoremediasyon (Biyolojik iyileştirme/kirliliği temizleme)
Biyosekestrasyon (Biyolojik karbon döngüsü)

Ağır Metal İyileştirmesi/Koruma Mekanizması

– Parazitler ağır metalleri biyolojik olarak biriktirir/topaklar ve onları biyolojik olarak parçalayıp çözerek/tüketerek dokuların ağır metalleri absorbe etmesini engeller.
– Nöbetçi olarak anılırlar. (Nöbet tutan bir asker veya gözetleyici/Parazitler özellikle bağırsak sınırında bir nöbetçi gibi davranmak için gelir ve toksik maddelerin içeri girmesini engeller, onu yer ve onu toksik olmayan bir maddeye dönüştürür.)
– Çevre kirliliği ve toksisitenin dikkate alınan biyo-göstergeleridir. (Toksisite bölgesinde, toksik maddeleri yemek için toplanırlar)
– Balıklarda ağır metallere karşı biyo-iyileştiricidirler.
– Sıçanlardaki tenyalar, “konakçı” dokuya kıyasla ağır metalleri 3:1 – 10:1 oranında biriktirir.
– Kuşlardaki yuvarlak kurtlar ağır metalleri biriktirir.
– Tilkilerdeki tenyalar ağır metallerin organ konsantrasyonlarını azaltır.

Parazitlerin ancak toksik bir ortamda bulunduğu, hatta toksik bir ortamın biyo-göstergesi sayılmalarına neden olacak denli bu durumun şaşmadığı artık kabul edilmektedir. O toksik ortama hiçbir olumsuz etkilerinin olmadığı da, toksik ortamı meydana getiren ağır metaller gibi kirleticileri biriktirip, parçalama görevinde bulunmaları üzerine bellidir. O ortamda belli bir görevle bulunurlar ve bu görevin dışına çıkmazlar.
https://parasitesandvectors.biomedcentral.com/articles/10.1186/s13071-017-2001-3


“Balıkların bağırsak helmintleri, sucul ortamlarda ağır metal kontaminasyonu için potansiyel biyoindikatörler olarak giderek daha fazla ilgi görmektedir. Bu parazitler arasında özellikle sestodlar ve akantosefaller, yerleşik serbest yaşayan nöbetçilerin kapasitesini aşan muazzam bir ağır metal biriktirme kapasitesine sahiptir. Saha ve laboratuvar çalışmalarında, akantosefallerde konak dokularına göre birkaç bin kat daha yüksek metal konsantrasyonları tanımlanmıştır.”
https://typeset.io/papers/accumulation-of-heavy-metals-by-intestinal-helminths-in-fish-2tx9zrppju


Parazitler ağır metalleri biriktirip, parçalayıp tüketmektedir böylece dokuları ağır metal zehirlenmesinden korumaktadır. Her ne kadar bu tarz çalışmalarda parazitler vücuda “dışarıdan gelen” gibi lanse edilse de, parazitler üzerine burada verilen bilgiler son derece önemlidir. Bu bilgiler eşliğinde anlaşılmalı ki, parazitler üzerine kendi literatürlerinde yer alan “parazitler konakçıyı sömürür ve ona zarar verir/hastalığa sebep olur” gibi kanıtsız iddialar kendiliğinden çürütülmektedir zira parazitlerin vücut içinde son derece faydalı faaliyetlerde bulunduğu görülmektedir. “Bulaşan/enfekte eden unsur” bu faaliyetlerde bulunmaz. Parazitler dışarıdan gelmiyor, zaten oradaydılar ve vücudu toksisite maruziyetinden korumak için çalışıyorlar.

“Balıkların kaslarındaki ilgili metal konsantrasyonları, balıkların taşıdığı iki tür tenyanın dokusunun metal konsantrasyonları ile karşılaştırıldığında, tenyalar konak dokularına kıyasla 12,5-18,9 kat daha fazla kurşun, 2,3-3 kat daha fazla kadmiyum ve 4,4-14,1 kat daha fazla krom biriktirmiştir.”
https://actavet.vfu.cz/media/pdf/avb_2012081030313.pdf


“Helmintlerde konak dokularına kıyasla daha yüksek bir ağır metal konsantrasyonu ortaya çıkarıldı. Hem kadmiyum hem de krom emilimi için biyokonsantrasyon faktörü ‘moniliformis moniliformis’ isimli parazitte, karşılaştırılan üç konak dokusuna kıyasla 10 kattan daha fazlaydı.”
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/25988090/

Yani bu parazitler, ağır metalleri biriktirip ortamdan temizlemeye çalışarak, dokuların ağır metal emiliminin önüne geçmektedir. Parazitler dokuları ağır metal zehirlenmesinden koruyorlar.

“Sonuçlar, Hymenolepis spp.’nin (bir çeşit tenya) son konakçılarına kıyasla ağır metalleri biyolojik olarak biriktirme konusunda çok daha büyük bir yeteneğe sahip olduğunu ortaya koydu.”
https://www.researchgate.net/publication/349367758_Heavy_metals_accumulation_in_the_system_Rattus_norvegicus_-Hymenolepis_diminuta_from_industrial_area_in_Bulgaria

“4 parazit – konakçı sisteminin hepsinde, yetişkin tenyaların kurşun ve kadmiyum biriktirme yeteneği, konakçı dokularındakinden daha fazlaydı. Parazitlerdeki kurşun konsantrasyonunun konak kaslarındaki kurşun konsantrasyonuna oranı 2,38 ile 5,95’e 1 arasında; karaciğer dokusunda ise bu oran 1,19 ile 10,07’ye 1 arasında değişmiştir.”
https://www.cabidigitallibrary.org/doi/full/10.5555/20003008494

“Bu çalışmanın amacı tilkilerde birikmiş ağır metal seviyelerini parazitli ve parazitlerden arındırılmış bağırsaklar kıyası üzerinden karşılaştırmaktı. Ayrıca araştırmamız tilki bağırsaklarındaki ağır metal içeriği ile bağırsak parazitleri arasındaki ilişkiyi anlamaktı. 34 tilkinin bağırsakları, parazit varlığını tespit etmek için parçalara ayrıldı. 15 bağırsak örneğinde parazitik bağırsak helmintleri bulundu. Ağır metal içeriği ince bağırsak dokusunda ve parazitlerde atomik absorpsiyon spektrometresi (AAS) kullanılarak belirlendi. Parazitli bağırsaktaki ağır metal konsantrasyonu, parazitsiz bağırsaktaki ağır metal konsantrasyonundan anlamlı ölçüde çok daha düşüktü.”
https://pdfs.semanticscholar.org/0991/b9049d233178ed29fc7d29fb5c61b41d1be3.pdf


Ağır metalleri, toksik materyalleri, çeşitli kirleticileri vs. parçalayan, çözen, onları toksik olmayan formlara dönüştüren bakteriler ve diğer mikroplar:

“Atıklarla başa çıkmanın umut vadeden stratejisi onu parçalayabilen mikroplar bulmaktır. Araştırmacılar, deve cırcır böceklerinde bir dizi mikrobiyal organizmayı tanımladı ve test etti ve özellikle ilgi çekici olan Cedecea lapagei adlı bir bakteri türüne odaklandı… Bu mikroorganizmanın, odunu sert yapan bitki hücrelerindeki polimerler olan lignini parçalayabildiğini buldular… Bu çalışmalar, bu bakterilerin lignin üzerinde büyüme ve onu parçalama konusundaki benzersiz yeteneklerinden sorumlu olabilecek bazı genlerini ve enzimlerini tanımlamayı içeriyordu… Potansiyel olarak kağıt hamuru atıklarını enerjiye dönüştürebilen ve dolayısıyla bir kirleticiden kurtarabilen bakterileri tanımlamanın yanı sıra, diğer atık türlerini parçalayabilecek organizmalar üzerine tekrarlanabilir bir yaklaşım belirledik… Bu, büyük kirlilik sorunlarına yol açan plastik veya diğer ürünler için de geçerlidir.”
https://physicsworld.com/a/cricket-bacteria-break-down-recalcitrant-waste/

“Mikroorganizmalar, kirleticileri parçalamak için biyokimyasal reaksiyonun ilerlemesini kolaylaştırmaya yardımcı olacak biyokatalizörler olarak hareket ederek orijinal doğal çevreyi geri yüklemek ve daha fazla kirliliği önlemek için kullanılır. Sadece kirleticiyi toplayıp depolamakla kalmaz, aynı zamanda kirleticileri parçalar ve onları daha az veya toksik olmayan formlara dönüştürerek harika organize edilmiş bir mikrobiyolojik prosedürü takip ederler. Mikroorganizmalar, çevre dostu ve değerli genetik materyalleriyle bilinir. Mikroorganizmalar beslenme açısından çok yönlülüğe, uyarlanabilirliğe sahiptir ve ayrıca çok seyreltik çözeltilerde bulunan kirleticiler üzerinde de etki edebilirler; bu nedenle herhangi bir çevre koşulunda yaşayabilirler ve kirleticilerin biyoremediasyonu olarak kullanılır… Biyoremediasyon süreci yalnızca hidrokarbonlar, yağlar, ağır metaller, pestisitler, boyalar vb. gibi organik bileşikleri metabolize ederek enzimatik bir şekilde parçalayabilir. Yaygın olarak kullanılan bakteriler Staphylococcus, Bacillus, Pseudomonas, Citrobacter, Klebsiella ve Rhodococcus’tur. Birçok mantar ve alg ailesi de kullanılır… İmmobilizasyon işlemi toprak bakterileri tarafından kontrol edilir…  Biyosorpsiyon, algler, bakteriler ve mantarlar gibi mikroorganizmaların metal iyonlarını emdiği bir fiziko-kimyasal işlemdir. Bu işlem enerjiye bağlı değildir ve emilen metal iyonu konsantrasyonu bu organizmalar tarafından azaltılır.”
https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0045653522035925


“Mikroorganizmalar toksik elementleri suya, karbondioksite ve daha az toksik bileşiklere dönüştürebilir ve bunlar mineralizasyon olarak adlandırılan bir süreçte diğer mikroplar tarafından daha da parçalanır. Biyoremediasyon bakteri, mantar, alg vb. kullanılarak gerçekleştirilebilir. (Arsenikten tutun da cıvaya kadar çeşitli ağır metalleri ve toksik elementleri çözen bakterilerin listesine buradan ulaşabilirsiniz: https://www.frontiersin.org/files/Articles/1183691/fagro-05-1183691-HTML/image_m/fagro-05-1183691-t002.jpg)

Mikroorganizmalar, biyolojik çoğaltma olarak adlandırılan bir işlemde toksik kirleticilerle beslenmeleri için kirli alanlara özel olarak eklenir. Bu, çok etkili, hızlı ve uygun maliyetli bir biyoremediasyon yöntemidir. Kirli alanlara, yerleşik mikropları çoğaltmak için harici mikroplar eklenir… Kirlenmiş bir bölgeye eklenen Burkholderia sp. FDS-1’in, pestisitlerle kirlenmiş toprakta bulunan nitrofenolik bileşiği, hafif asidik pH’ta ve yaklaşık 30° C sıcaklıkta daha az toksik bir forma dönüştürdüğü bildirilmiştir. (Bu tabloya göz atın: https://www.frontiersin.org/files/Articles/1183691/fagro-05-1183691-HTML/image_m/fagro-05-1183691-t003.jpg)” 
https://www.frontiersin.org/journals/agronomy/articles/10.3389/fagro.2023.1183691/full


İşte bakteriler, mikroplar ve parazitler insan vücudunda da, ölü hücre atıklarını, ağır metaller gibi toksik malzemeleri parçalayıp tüketerek onları hem ortamdan süpürmek hem de vücut için faydalı ya da zararsız maddelere dönüştürmek için böyle mücadele verir.

Onların görevi budur.

Aşı enjeksiyonları sonucu kan – beyin bariyerini aşan aşı içeriklerindeki ağır metaller yüzünden “otizm” hasarı almış çocukların beyinlerinde ve daha başka ağır metal birikiminin olduğu organlarda görülen parazitler, o sorunun kaynağı değiller; o sorunu iyileştirmek için oradalar.

Artık bu gerçeğin anlaşılması gerekiyor.

Bu arada birçok insan geçmişte ya da şu aralar, “doğal antiparaziter” diye adlandırılan bazı otları, bitkileri yediğinde ya da çay olarak içtiğinde kendisini iyi hissettiğini hatırlıyor olabilir. Pelin otu, sarımsak, kişniş, çörek otu ve daha birçok bitki sayılabilir.
Örneğin pelin otu gibi bitkiler ilginçtir ki özellikle ağır metallerle kirlenmiş toprakları büyümek için seçiyor, bir parazit gibi… Ardından hızla toprağı biyolojik olarak temizlemeye, topraktan ağır metalleri emip toksik olmayan metillenmiş bir maddeye dönüştürüyor. Bu açıdan mükemmel bir ortam temizleyici ve çevre temizleyicisidir diyebiliriz. Pelin otu, sarımsak, kişniş gibi “antiparaziter” olarak adlandırılmış bitkileri tükettiğinizde, bunlar, ağır metal şelatlama ve detoksifikasyon özellikleri sayesinde sizleri ağır metallerin, plastiklerin, kimyasalların ve diğer türlü toksik maddelerin maruziyetinden koruyorlar. Böylece parazitlerin iş yükü hafifliyor ve hatta üzerinden alınıyor ve böylece orada bulunmalarına gerek kalmadan geri çekiliyorlar.
Bu açıdan bu bitkilerin “doğal antiparaziter” ya da “doğal antibiyotik” diye adlandırılması yanlıştır. Bu bitkiler bakterilerinize, mikroplarınıza ve parazitlerinize zarar vermeden ortam temizliği yapıyor ve toksisite bölgesine bakterilerin, diğer mikropların ve parazitlerin yoğunlaşlaşmasına gerek kalmıyor.
Bu bitkileri kullandıktan sonra bu sebeple iyi hissediyorsunuz.


Artık toparlarsam;

Bulaş diye bir şey yoktur.
Enfeksiyon diye bir şey yoktur.
Bakteriyel ya da paraziter hastalıklar diye bir şey yoktur.
Mikrop teorisi ortaya atıldığından bu yana tek bir bakterinin, mikrobun ya da parazitin dahi canlı dokuya saldırdığına, hastalık yaptığına dair tek bir bilimsel kanıt yoktur.

Hastalıkların tek sebebi sadece çeşitli şekillerde gerçekleşen toksisite maruziyeti yani zehirlenmedir.
Vücudu neler zehirler?
– Kötü beslenme
– Güneşten yeterince faydalanmama
– Rafine tuz
– Yetersiz kaya tuzu tüketimi
– Yetersiz su tüketimi
– Mineral eksikliği
– Rafine şeker
– Trans yağlar
– İşlenmiş gıdalar
– Pastörize sütler ve pastörize süt ürünleri
– Rafine tahıllar, “hamur işi” ağırlıklı beslenme
– Zirai ilaçlar
– Stres, korku, kaygı gibi psikolojik olumsuzluklar
– EMF’ye maruziyet
– EMR’ye (elektromanyetik radyasyon) maruziyet
– Klorlu, florürlü vs. şebeke suyu
– Ağır metaller
– Toksik tüm cilt bakım ürünleri
– Kimyasallar
– Toksik temizlik ürünleri
– Egzersiz eksikliği
– Kötü uyku
– Sigara
– Alkol
vs.

ve elbette ki
– Aşılar
– İlaçlar
– Antibiyotikler

Alüminyum, cıva, polisorbat 80, formaldehit, kürtajdan gelen filtrelenmemiş insan fetüs hücreleri, hayvan hücreleri gibi toksik ya da kan dolaşımında toksik etki gösterecek malzemelerin doğrudan sistemik dolaşıma verildiği aşı uygulamaları, tek başına şiddetli toksisite maruziyetini oluşturmaya yeterlidir. Aşı zehirlenmeleri, hasarların ya kısa vadede ya uzun vadede ama mutlaka kendini göstereceği en kötü zehirle(n)me biçimidir.

İlaçlar sadece semptom baskılar (semptom, vücudun toksisite maruziyetinden kurtulma çabasının, toksinlerden arınarak ve asit – baz dengesini sağlayarak kendini tekrar sağlıklı çizgiye çekmek istediğinin göstergesidir) ve alttaki gerçek nedeni iyileştirmediği için, sorunu büyütüp ileri vadede daha çok şiddetlendirir. Ağrıları dindirebilir, vücudun toksisite itiliminde çektiği sancının üzerini kapatıp o anı kurtarabilirler ama bu, iyileştirme değil sadece sorunu ötelemektir. İlaçlar sorunu biriktirerek öteler, bu sebeple sorun ileri vadede daha çok şiddetlenip ortaya çıkacaktır.

Özellikle antibiyotiklerin “hepatotoksisite”ye, yani karaciğer için toksik etkilere yol açtığı bilinir, hepatotoksisitenin de karaciğer hastalığı ve akut karaciğer yetmezliğinin nedeni olduğu… (https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/7491842/, https://academic.oup.com/jac/article/66/7/1431/783484?login=false, https://link.springer.com/article/10.1007/s15010-009-9179-z) Çünkü antibiyotikler, antiparaziter ilaçlar; bakterilere, diğer mikroplara ve parazitlere zarar verir, onların görevlerine sekte vurur. Bağırsak florası ve diğer flora bu durumdan ciddi şekilde zarar görür. Bir örnekle; oral yolla, gıda ile gelen ağır metal partikülleri bağırsaklara indiğinde, antibiyotiklerin etkisiyle bakteriler ve parazitler de hasar almış ve flora bozulmuşsa, bu partiküller yeterince iyi parçalanıp ortamdan temizlenemez. Bu durumda yine antibiyotik kullanımı sonrası sıklıkla görülen “kronik ishal” baş gösterebilir ve vücut ağır metallerin içinde olduğu bu toksin yükünden ishal yoluyla kurtulmak isteyebilir. Fakat en kötü olasılıkta ağır metaller kana karışır ve bu, hâlâ “ağır metal maruziyeti”nden kaçınmadan, antibiyotik kullanımının istikrarıyla da kayda değer oranda artarsa karaciğer, bu kanı filtrelemekte bir hayli zorlanacaktır. Antibiyotik kullanımı sonrası kısa ya da uzun vade sonunda neden mi karaciğer sorunları meydana gelir? İşte böyle.


Yukarıda saydığım vücudu zehirleyen etkenler hiçbir şekilde hesaba katılmadan, spesifik antikorları belirlemeyen, “özgül ve yüksek duyarlılıklı” olduğu asla söylenemeyen antikor testlerinin hilesi ile, basit bir kene ısırığına, bir kedi tırmığına, bakteri ya da parazit bulaş riski olduğu söylenen başka tür vakalara karşılık vs. enfeksiyonu önleme palavrasıyla reçete edilen antibiyotikler ve antiparaziter ilaçlar, “hastalığın etiyolojik ajanı” sandıkları trilyonlarca bakteriden bir tipi hedef alma iddiasıyla topyekun bir mikrobiyotayı bozmanın aracıdır.
Antibiyotikler ve antiparaziter ilaçlar, topyekun mikrobiyotayı bozmanın ve beraberinde nice sağlık sorunlarını peyda etmenin en basit yoludur.

Burada bir parantez açıp antibiyotiklerin de tıpkı ilaçlar gibi altta yatan gerçek sorunu iyileştirmeyip, bazı durumlarda sadece anı kurtardığına vurgu yapmak gerekir. Toksik birikimin ve haliyle asitlenmenin arttığı, dolayısıyla bakterilerin toksik maddeleri çözmek için yoğunlaşacağı bölgelerde antibiyotikler, bakterileri engelleyerek çözülmenin önüne geçebilir ve çözülme sürecinin ürünü olan iltihaplanma da engelleneceğinden bu durum o an için bir “iyileşme görünümü” verebilir. Oysa gerçek bir iyileşme söz konusu değildir, zira o bölgedeki toksik birikim ve asitlenme giderilmemiştir. İleri vadede sorun büyüdüğünde o bölgeye daha dirençli yani aslında daha güçlü çözücü bakteriler gelmek isteyecektir. Antibiyotiğe dirençli bakteriler? İşte onlar, sorun büyüdükçe ona göre ortam temizliğe yapmaya, iyileştirmeye gelen daha güçlü bakterilerdir.
Antibiyotikler, bakterileri hep engellemek isteyerek altta yatan sorunun gerçekten iyileşmesinin önüne geçer.

Aşıların, ilaçların, antibiyotiklerin geçmişten günümüze, gerçekte tek bir hayat kurtardığına dair tek bir kanıt yoktur. Bilakis aşılar, ilaçlar ve antibiyotikler; “mikrop teorisi” beraberinde genel halk üzerinde kullanılmaya başlandıktan sonra ve günümüze dek, sebebini mikroplara bağladıkları hastalıklardan açık ara daha fazla sağlık problemlerine ve ölümlere yol açmıştır. Mikrop teorisinin getirisi olan bu uygulamaların, belki de en doğru kıyaslama ile ifade edecek olursak, öldürdüğü insan sayısı hiç kuşkusuz dünya savaşlarında ölen insan sayısından daha fazladır.

Özellikle aşılama programları, nüfus kontrolünün topla, tüfekle, tankla vs. değil, “tıp” eliyle aksiyona geçirilmesidir.

En klasik yalanlarından biridir: “Salgınlar, aşılar sayesinde eradike edilmiştir.”
Bunu söyleyenler, en başında mikropların hastalığa ve salgınlara sebep olduğu yalanını da söylemiş, salgınların esas nedenini (toksik ortama, zehirli gazlara, kimyasallara, ağır metallere vs toplu maruz kalınması, sanitasyon yetersizliği ya da eksikliği, kötü beslenme/besinsizlik, radyo frekanslarının yayına geçişi, 1800’lerden itibaren toplu aşılamalar, ilaçlar gibi faktörler) gösteren doğru verileri, incelemeleri, istatistikleri vs neredeyse ortadan kaldırarak literatürü baştan aşağı manipüle etmiştir.

“Bu aşıların ve ilaçların her birinin görünürdeki amacını başaramaması gizlendi; sık görülen tehlikeli etkileri gizlendi ve hastalık istatistikleri istenen sonuca doğru manipüle edildi veya sıklıkla çok geniş bir ölçekte kasıtlı olarak tahrif edildi.” Dr. Herbert Snow

Sadece aşı yaralanmaları ve ölümleri apayrı bir yazı konusu olacağından, bu konuyu ayrıca başka bir yazı dizisinde anlatmak gerekir. Fakat şu bilinmeli ki, aşıların tek bir hayat kurtardığına dair tek bir kanıt yokken, sayısız hayatı mahvettiğine ve sonlandırdığına dair pek çok kanıt vardır.
Aşılar
İlaçlar
Antiparaziter ilaçlar
Antibiyotikler
Dezenfektanlar
vs. hepsi sadece birer zehirdir!


3-) IVERMECTIN, ANTİPARAZİTER İLAÇLAR, ANTİBİYOTİKLER CANLILIK KARŞITI ZEHİRDİR

Ivermectin zehri, hiç şüphe yok ki, en çok Covid sahtekârlığı sürecinde sükse yapmıştı.
Merck gibi Ivermectin üreticileriyle çıkar anlaşmaları muhtemel olan sosyal medya etki ajanları Covid’in bir parazit enfeksiyonu olabileceğini öne sürmüştü ve yine Merck gibi ilaç şirketlerinin “büyük fonlayıcıları” tarafından fonlanan birkaç manipülatif çalışmayı Ivermectin’in Covid’i tedavi ettiği yönünde propagandalar yürütmek için kullanmışlardı.

Bir salgın yoktu ama antiparaziter ilaç tavsiyeleri havada uçuşuyordu.

Sonuç itibariyle kimileri aşı zehirlerini aldı, kimileri “parazit enfeksiyonu” palavrasına kapılıp Ivermectin zehrini… İlaç şirketleri aşıya karşı duranları bir şekilde antiparaziter ilaçlarıyla yakalamayı başardı.

Aşıyla birçok toksik malzemeyi nice insanın sistemik dolaşımına verirken, Ivermectin ile insanların mikrobiyotasını bozdular. Vücutta atıkları, zararlı maddeleri parçalayıp çözen ve o maddeleri biyoyararlanıma kazandıran bakteri, parazit gibi yapılara şiddetle zarar vererek, insanları toksisite maruziyetine karşı olabildiğince hassaslaştırdılar.

Parazitlerin ağır metalleri, plastikleri de dahil toksik maddeleri parçalayıp tükettiğini ve böylece dokuların bu toksik maddeleri absorbe etmesinin büyük oranda önüne geçmek için çabaladığını bildiğinizde, Ivermectin gibi antiparaziter ilaçların tehlikelerini daha iyi anlayabiliyorsunuz.
Ivermectin için bugünlerde de sık sık “kansere çare” diye pazarlama çalışmaları yürütülüyor. “Kanserin sebebi parazitlerdir” gibi bir palavra ortaya atarak, öyle görünüyor ki, kemoterapi almak istemeyen kanser hastalarını bu defa antiparaziter ilaçlarıyla yakalamanın yolunu yapıyorlar.


Bakıyorsunuz ki birçok ünlü doktor Ivermectin reklamı yapıyor, röportajlar veriyorlar. Vücutta şiddetli toksisite baş gösterdiğinde bu problemle mücadele veren, savunma sisteminin askerlerine/parazitlere Ivermectin ile zarar vermek, onları düşürmek kutsanıyor. Antiparaziter bir ilacın, parazitlere zarar vermesi bir başarıymış gibi anlatılıyor. Parazitlerin hastalığa neden olduğuna dair mevcutta tek bir bilimsel kanıt olmadan…


Kathleen Ruddy isimli bir doktor, Ivermectin ile ilgili verdiği röportajda şunu söylüyor: “Ivermectin şeker haplarından bile daha güvenli.” Bu röportaj tüm dünyada milyonlarca insan tarafından izleniyor.
Tüm sosyal medya platformlarında hâlâ daha paylaşılıyor da paylaşılıyor…

Bu kişiyi biraz araştırdığınızda uzun zamandır meme kanserine bir “virüs”ün sebep olduğu gibi akla hayale sığmaz bir iddiada bulunduğuna şahit oluyor ve bunun üzerine tüm eylemlerini “Clinton Küresel Girişimi” için “Eylem Taahhüdü” olarak sunduğunu öğreniyorsunuz. https://www.salon.com/2017/10/15/could-we-be-doing-more-to-fight-breast-cancer/

Kathleen Ruddy, Clinton Vakfı bünyesindeki “Clinton Küresel Girişimi” üyesidir.
https://www.ellevatenetwork.com/member-spotlights/192

Kendisinin “pinkvirusfilm” adında bir internet sitesi var ve bu site üzerinden sözde meme kanseri virüsü araştırmalarına (Clinton Vakfı’na adadığı araştırmalara) bağış toplanıyor.
https://pinkvirusfilm.com


ABD’de Aralık 2018’de bir Temsilciler Meclisi Gözetim Alt Komitesi, Clinton Vakfı’nın ve “Clinton Küresel Girişimi”nin “yardım dolandırıcılığı” üzerine bir duruşma düzenlemişti. Alt Komite, Clinton’lar tarafından fonların özel kullanım için açılması ile ilgili tanıklık dinlemişti. Tanık John Moynihan’ın şu ifadeleri çok önemlidir: “Vakıf, fonları esasen bir kumbara olarak kullanıyor. Bu fonun kıdemli işletmecileri bunu vakıf işi, kişisel bir iş, seyahat ve kişisel harcamalar olarak görüyorlar.”
https://www.c-span.org/video/?c4767670/user-clip-clinton-foundation-charity-fraud

Yani buna göre, Clinton Vakfı bağışlanan paraları iç ediyor.

Kathleen Ruddy’nin bir Clinton Vakfı üyesi olarak, “pinkvirusfilm” internet sitesi üzerinden ve vakfın desteklediği kampanyalarla, “meme kanseri virüsü çalışmaları” diyerek topladığı bağışlar, sormak lazım, gerçekten nerede kullanılıyor? Bu bağışlar insan sağlığı ve hayatı için mi harcanıyor?

Şimdi bu kişi, “Ivermectin şeker hapından bile daha güvenli” diyor, bu sözün gerisinde bilimsel hiçbir dayanağın mevcut olmadığını kendi de bildiği hâlde… Böylece nice insanın özellikle kanser hastasının gidip bu ilaçları almasına sebep oluyor.
Söz konusu insanları ilaç şirketlerinin ağına düşürmek ise, en çok doktorların ilaç şirketleriyle çıkar anlaşmasına girebileceği ve bu kişilerin yalan söyleyebilme konusunda belki de birçok yetkili ağızdan daha yetkin olabileceği gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Yine söz konusu bir ilacın “x hastalığına çare” olarak tanıtımını yapan herhangi bir çalışmanın bağımsız olmadığını düşünmek, ilgili çalışmayı yapan yazarların ilaç şirketleriyle çıkar anlaşmasına girebileceği gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Ve söz konusu Ivermectin ise, pazarda büyük oranda pay sahibi olan Merck’in ve Merck’in en büyük finans destekçisi Bill & Melinda Gates Vakfı’nın, Ivermectin üzerine yapılan çalışmalar üzerinde manipülatif güç kullanmayacağını düşünmek en hafif tabirle saflık olur.

Bir örnek verelim;

Ivermectin’in kansere çare olabileceği yönünde yapılan propaganda için en çok kullanılan çalışmalardan biri: “Eprinomektin’in (Ivermectin’in bir türü) metastatik PC3 prostat kanseri hücreleri üzerindeki antikanser etkilerinin değerlendirilmesi.”
https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0041008X20301952#:~:text=Eprinomectin%20(EP)%20suppressed%20the%20malignant,%2C%20Oct3%2F4%20and%20CD44.

Bu çalışmanın baş yazarı Angela Lincy Prem Antony Samy isimli doktor, çalışmayı yayınladığı sene, “dünya çapında ciddi hastalıklarla yaşayan insanlar için sağlam bir ilaç hattı geliştirmek amacıyla CRISPR gen düzenlemesinin gücünden yararlandığını” iddia eden “Editas Medicine” isimli bir tıbbi kuruluşta çalışıyor.
https://www.linkedin.com/in/angela-lincy-prem-antony-samy-277068128

Editas Medicine’ın en önemli finansörleri arasında Bill & Melinda Gates Vakfı’nın olduğunu biliyor muydunuz?
https://www.benzinga.com/general/biotech/16/01/6113476/editas-medicine-backed-by-google-and-bill-gates-files-100-million-ipo

Finans sağlayıcılar aynı zamanda çıkar gruplarıdır ve o şirketin çalışma politikası, misyonunu, eylem planını ve eylemlerini dolaylı olarak etkiler veya çoğu durumda doğrudan belirler. Bu şirketin bir çalışanının ortaya koyduğu çalışma da öyleyse, malum çıkar gruplarıyla ters düşemez. Hâliyle böyle bir çalışma bağımsız değildir. Böyle bir çalışma bilimsel değildir.

Ben bir örnek verdim ama sadece bir örnek dahi diğer “Ivermectin uyuzdan kansere her hastalığa çare” minvalinde mesajlar veren çalışmaların bağımsız olmadığını anlamanıza yetecektir. O tip çalışmaların yazarlarının geri planda ilaç şirketleriyle ya da diğer çıkar gruplarıyla anlaşmasının, birlikteliğinin olup olmadığı araştırılmalıdır. Fon her zaman internet ortamında herkesin görebileceği şekilde sağlanmaz, gizli bir şekilde de sağlanır. Burada önemli olan o sözde bilimsel çalışmanın insanları ilaçlara ve aşılara yönlendirip yönlendirmediğinin kıstas alınmasıdır.
Hatta bir doktor bir ilacı ya da aşıyı öneriyorsa, o doktorun bağımsız olduğunu düşünemezsiniz. En iyi ihtimalle sadece aklı bağımsız değildir…

Hayır, Ivermectin ve diğer tüm antiparaziter ilaçlar, antibiyotikler hiçbir hastalığa çare olamaz!
Benzetme yaparsak, bu ilaçların kullanımı, yangın mahalline yetişip yangını söndürmek için çabalayacak olan itfaiye erlerinin (bakteriler) ve yangının şiddetine göre yangın mahalline takviye kuvvet olarak yetişmek isteyecek ekibin (parazitler) önünü kesip yangının söndürülmesine engel olmaya çalışmak gibidir. Yangın büyür, büyür ve büyür… Ve artık söndürülmesi hiç mümkün olmayacak bir raddeye gelir, kısa veya uzun vadede…

Bakterilerin, mikropların ve parazitlerin hastalığa neden olduğuna dair tek bir bilimsel kanıt yoktur.
Fakat bu organizmaların ağır metal dahil toksik malzemeleri çözüp tükettiğine, ortam temizliği yaptığına ve zararlı maddeleri zararsız maddelere dönüştürüp biyoyararlanıma soktuğuna yani onların sağlığımıza, canlılığımızı idame ettirmemize muazzam katkıları olduğuna ise sayısız bilimsel kanıt mevcuttur.

Bilimsel kanıtları olmayan ve zaten bilimle uzaktan yakından alakası olmayan bir iddianın/mikrop teorisinin peşine takılıp da aşıları ve/veya antibiyotik, antiparaziter ilaçları almanın sağlığa olumlu etkilerinin olduğuna dair tek bir bilimsel kanıt yoktur.
Fakat aşıları ve/veya antibiyotik, antiparaziter ilaçları almanın sağlığa yıkıcı etkilerin olduğuna dair sayısız bilimsel kanıt mevcuttur.

Ivermectin sonrası (muhtemel ki sadece kısa vadede ortaya çıkanlar) görülen gastrointestinal sıkıntılardan, nörolojik sorunlara kadar bir dizi hasar:
https://www.drugs.com/sfx/ivermectin-side-effects.html

Söz konusu bir ilaç sağlık için büyük önemi ve görevi olan bakterileri, mikropları ve parazitleri işinden men etmeyi taahhüt ediyorsa, orada “yan etki”den bahsedemeyiz zira amaçlanan sadece hasar bırakmaktır.


Üstelik Ivermectin üzerine yapılan çalışmalara göz attığımızda bu ilacın erkeklerde ve kadınlarda kısırlık hasarı bırakma amacında olduğunu net bir şekilde anlıyoruz.


Ivermectin En Şiddetli Kısırlık Toksinlerinden Biridir!

“Sonuçlar, Ivermectin (IVM) ile tedavi edilen grubun testislerinde IGFBP-3 ve HSPA1 ekspresyon düzeylerinin kontrol grubuna göre anlamlı şekilde arttığını ortaya koymuştur. Ayrıca, Ivermectin enjeksiyonu serum testosteron düzeyinde, sperm sayısında, hareketlilik yüzdesinde, canlı sperm yüzdesinde ve üreme organlarının indeks ağırlığında anlamlı bir azalma ve sperm anormalliklerinde anlamlı bir artış göstermiştir.”
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/28880400/

Erkek albino sıçanları üzerinde Ivermectinin toksikolojik ve patolojik çalışmayla, Ivermectin verilen beyaz albino sıçanlarının sperm sayısı ve anormal spermi incelendi:
“Sperm anormalliğinde önemli bir artışla birlikte toplam sperm sayısında önemli bir azalma olduğu gösterilmiştir.”
https://www.semanticscholar.org/paper/Toxicological-and-pathological-studies-of-on-male-Rabab-Elzoghby/6204addbc08f0caa04679185ab285ac67e468671


“Sonuçlar, Ivermectin’in haftada bir kez 8 hafta boyunca uygulanmasının hafif doğurganlık bozukluklarına neden olduğunu ortaya koymuştur.“
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/21783912/


“Sonuçlar Ivermectin verilen dişi tavşanların doğurganlığında kayda değer oranda azalma olduğunu göstermiştir.”
https://www.worldwidejournals.com/indian-journal-of-applied-research-(IJAR)/recent_issues_pdf/2015/September/September_2015_1492522744__22.pdf

“Ivermectin’in, hafif dejeneratif değişikliklerden spermatogenik hücrelerin tam nekrozuna ve spermlerin tamamen yokluğuna kadar değişen terapötik veya çift terapötik dozlar alan erkek tavşanlar üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olduğu sonucuna vardık. Bu arada, dişi genital sistemi ciddi şekilde etkilenmişti ve uterusta ciddi dejenerasyon ve kanama ile yumurtalıklarda atritik foliküller ve dejenerasyona uğramış yumurtalar gösteriyordu.”

“Şekil 13: Günlük 0.4 mg/kg vücut ağırlığı S.C dozunda Ivermectin almış ve bodur büyüme hamileliğin 28. gününde kesildiği gösteriliyor. Şekil 14: Günlük 0.4 mg/kg vücut ağırlığı S.C dozunda Ivermectin alan ve gebeliğin 28. gününde kesilen gebenin yumurtalığı, yumurtalık stromasına dağılmış çok sayıda dejenere ve atritik folikülleri gösteriliyor. (H&Ex100) ”
https://www.semanticscholar.org/paper/Pathological-studies-on-effects-of-ivermectin-on-GabAllh-El-Mashad/ae8ed3606f95ee747ad87632f371c2c31a85fca5

“Test edilen hastaların sperm sayısında ve sperm motilitesinde önemli bir azalma gözlemledik. Morfolojide anormal sperm hücrelerinin sayısında önemli bir artış vardı. Bu, iki kafa, çift kuyruk, beyaz (albino) spermler ve olağanüstü büyük başlı formlarını aldı. Hastaların sperm hücrelerinin önceden belirlenmiş parametrelerinde yukarıdaki değişikliklerin sadece Ivermektin ile tedavilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.”
https://www.scholarsresearchlibrary.com/articles/effects-of-ivermectin-therapy-on-the-sperm-functions-of-nigerian-onchocerciasis-patients.pdf


Dr. Mike Yeadon’ın Ivermectin hakkındaki konuşmasını dinleyin:
“Ivermectin görebileceğiniz en kötü kısırlaştırıcı ilaçtır.”
“İlginç bir şekilde Covid aşılarına karşı çıkan bazı doktorlar bu ilacı övüyor… Burada büyük bir organizasyon var gibi görünüyor.”
https://rumble.com/v5bfmgd-dr-mike-yeadon-ivermectin-anti-fertility-bombshell-one-of-the-most-violent-.html?utm_source=substack&utm_medium=email


Ivermectin’in insan kullanımı için piyasaya sürülme hikayesi, Afrika’da görülen, yine parazitlerin suçlandığı, kara sineklerin de parazitleri taşıdığı iftirasına uğradığı, “nehir körlüğü” sorununa umut olabileceği söylemleriyle Merck tarafından Ivermectin’in “Mectizan” adı altında üretilmesiyle başlıyor. DSÖ, GAVI, Bill & Melinda Gates Vakfı vs. Merck’in Mectizan’ına büyük destek veriyor.
https://mectizan.org/mec/

“1991’den beri UNICEF ortağı olan ilaç şirketi Merck & Co., nehir körlüğü ile mücadele etmek için Mectizan’ı (başlangıçta Ivermektin olarak bilinir) bağışlıyor. Merck, ilacı ihtiyacı olan herkese ücretsiz dağıtmak için UNICEF ve diğer kuruluşlarla birlikte çalışır.”
https://www.forbes.com/sites/unicefusa/2022/01/30/progress-on-the-fight-against-neglected-tropical-diseases/


“Merck; nehir körlüğünün tedavisi için, ihtiyaç duyan herkese, gerektiği kadar uzun süre, ücretsiz olarak Mectizan/Ivermectin tedarik edeceğini söyledi… Bu, küresel sağlık tarihinde, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının demokrasi için önemli olması nedeniyle önemlidir… Ve hatta Dünya Bankası bile Mectizan dağıtımı için bir fon geliştirmeye dahil oldu.”
https://www.gatesnotes.com/Story-of-A-Hero-Bill-Foege?WT.mc_id=10_06_2015_Foege_BG-FB_&WT.tsrc=BGFB&linkId=17742477

Bill Gates, notlarında Mectizan için bunları söylüyor. Aslında Gates Ivermectin’in insan kullanımına açılmasınını Berlin Duvarı’nın yıkılması kadar önemli görüyor. Neden acaba? Gates’in bu söylemini, daha doğrusu bu büyük kutlamasını, Ivermectin’in kısırlık meydana getirdiği bilgisi ile düşünmeli artık.

Dünya Bankası’nın Ivermectin reklamından, bazı kareler görebilenler için Ivermectin ile gerçekte neyi amaçladıklarını, üzerine hiçbir yoruma yer bırakmadan kendi başına açıklıyor

“Kişi başına yılda sadece bir veya iki hap.”


“İSTİSNA YOK”

“İŞİ BİTİR”

https://mectizan.org/news_resources/world-bank-river-blindness-video/
Geride Ivermectin ile sözde “nehir körlüğü” mücadelesine destek olan kuruluşların sıralandığını
görüyorsunuz.


DSÖ 2030 hedefleri için, Mectizan’ın/Ivermectin’in 10 ülkede doğrulanmasını yani 10 ülkenin bu ilaç için denek sahası olmasının ve hatta nüfusun %100’ünün bu ilaçları kullanmasını talep ediyor.
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC6820451/

DSÖ’nün 2030 hedefleri içerisine Ivermectin’i alması neden önemli/tehlikeli? Buradan, “nehir körlüğü” gibi parazit kaynaklı olduğunu iddia ettikleri hastalıklar için harika yeteneklerinin olduğunu söyledikleri KISIRLAŞTIRICI ZEHİR IVERMECTİN’in (başta Merck olmak üzere diğer ilaç şirketlerinin çeşitlik toksik maddelerle formülasyonuyla ve farklı isimlerle) tüm dünyada insanlara dayatılacağını anlıyorsunuz. Yani istisnasız herkes bu ilacı kullanmalı, “GERİDE KİMSE KALMAMALI.”
Son dönemler zaten tüm Ivermectin reklamları apaçık bir şekilde bu amaca hizmet ediyor.
Bu, şüphe götürmez.


Bill & Melinda Gates Vakfı “Ivermectin ile parazit mücadelesi” stratejisine “görünürde” 24 milyon dolar ayırıyor.
https://philanthropynewsdigest.org/news/gates-foundation-commits-24-million-for-tropical-disease-research
Ivermectin’e neden bu kadar önem veriyorlar, artık anlaşılıyor mu?
PARAZİT OLARAK NEYİ/KİMİ GÖRÜYORLAR?

Neden sivrisinek hikayelerine ihtiyaçları var?
Neden “kedi, köpek, kene, pire, kum sineği, kara sinek vs. hastalık bulaştırır” diye sürekli ve sürekli yalan söylüyorlar?
Neden muhtemel ki geri planda Merck gibi ilaç şirketleriyle çıkar anlaşmalarına girmiş ve onlar tarafından fonlanmış doktorların Ivermectin övgülerini toplamaları gerekiyor?
Çünkü “nehir körlüğü” ile başladıkları bu sürecin sonunda bakteri, parazit kaynaklı gördükleri her probleme karşı, hatta parazit kaynaklı olduğu yalanını söyledikleri her hastalık için KISIRLAŞTIRICI ZEHİR IVERMECTİN’i kurtarıcı gibi sunabilecekler. “Ivermectin sıtmadan kansere dek her hastalığa çare olabilecek harika bir ilaçtır” diyerek insanları avlamak isteyecekler ve çoktandır bunu yapıyorlar da…


Onlar durmayacak, hayali bir virüs uyduracak, bakterileri, parazitleri suçlayacak ama aşıları ve ilaçları servis edebilecekleri ortamı hazırlamak isteyecek ve bir salgın tiyatrosu çevirecekler.

Onlar durmayacak, “mikrop teorisi” gibi sahte bilimsel varsayımlara yaslanıp bebekleri doğar doğmaz, kordon bağı kesilir kesilmez alüminyum, cıva, formaldehit, polisorbat 80 gibi zehirlerle aşılayacak, onlarda SMA, otizm gibi nörodejeneratif hasarlara yol açacak ve bunları “genetik hastalık” diye pazarlayacaklar.

Onlar durmayacak, sayısız bebeği ve çocuğu sakat bırakacak, hayatından edecek ama işin sonunda mikropları yine ve yeniden suçlayarak “bizler çocuklarımızı mikroplardan koruyoruz” diyecek ve aşıları hep savunacaklar.

Onlar durmayacak, basit bir kene ısırığı sonrası ya da çok daha basit saçma sapan nedenlerden dolayı nice insanın mikrobiyotasını bozacak, kısa ya da uzun vadede böbrek ve karaciğer hasarları çıkaracak, gastrointestinal problemlerden, nörolojik problemlere dek birçoğunun müsebbibi olan antibiyotikleri övecek, önerecek ve reçete edecekler.

Onlar durmayacak, ana akımda daha baskın seslerle “x hastalığının sebebi bir virüstür” diyerek öncelikle çare olarak aşı sunacak, aşıdan kaçanları da o çevrenin arasına yerleştirdikleri etki ajanlarının aracılığıyla “parazitler de bu hastalıkta etken/parazitler bu hastalığın nedeni” diye diye aldatarak KISIRLAŞTIRICI ZEHİR IVERMECTİN ile avlayacaklar.

Onlar durmayacak, ta ki insanlar mikrop teorisini gerçekten sorgulayıncaya kadar!
İnsanlar; “MİKROPLAR HASTALIK YAPMAZ, ONLAR BİZİM DOSTLARIMIZDIR” diyebildiğinde, bulaş diye bir şeyin olmadığını bildiğinde, hastalıkların dışarıdan gelmediğini anladığında gücü eline alacak ve özgürleşecek!
Mikroplara yönlendirilen her suçlamanın insanları sakatlamanın, hasta etmenin, yavaş ve sinsice azaltmanın en vahşi araçları olan ilaçların ve aşıların kullanımına yol açtığı anlaşıldığında, insanlar gerçek düşmanlarının kimler olduğunu da ayan beyan görebilecek!

Ve o vakit onlar sonsuza dek durdurulacaklar!



BU ÖNEMLİ YAZIYI SOMUT 3 TESPİTLE BİTİRMEK İSTİYORUM:

TESPİT 1: Artık anlıyoruz ki, bugün ilaç ve aşı kartellerine karşı verdiğimiz bu mücadeleyi meğer yıllar önce gerçek bilim adamları, gerçek doktorlar da vermiş ve bugün gerçeği ararken vardığımız doğru sonuçların aynısına ve hatta katbekat fazla çalışmalarla, deneylerle varmışlar, sayısız makalelerle de bu gerçekleri anlamışlar. Üstelik, onlar da bizler gibi benzer sansürlere, dışlanmalara, yok sayılmalara maruz kalmışlar. Ve onlar da bu dayatılan “mikrop teorisi” şarlatanlığının bir avuç şeytanlaşmış sermaye denetimindeki sahte bilimcilerin sahtekârlık dolu, bilim dışı sözde çalışmalarının gene o sermaye tarafından öne çıkarılıp gerçek bilimsel sonuçların yok sayılmasıyla sahte bir tıbbın toplumları kandırarak sunulduğu gerçeğini tespit etmişler.

“Mikrop teorisi” aldatmacası üzerinde bu araştırma yazısını hazırlarken yeterince kaynağa ulaşabilecek miyim, diye düşünürken zannettiğimin çok ötesinde kaynağa ulaştım ve bu arada o dönem gerçek bilim adamlarının bu safsataya karşı mücadele ederken duydukları üzüntüyü, isyanı, insanlığa çektirilen işkenceler karşısında çırpınışlarını somut olarak hissettim.

Şükürler olsun ki her şeye rağmen bizlere çok esaslı çalışmaları bırakmışlar, şeytanlaşmış sermayenin onca sansürüne, onca perdelemesine ve gerçeğin üstünü örtüp derinlere gizleme çabalarına rağmen bu çalışmalar bir şekilde günümüze hazine değerinde miras gibi bırakılmış.

Hepsine insanlık adına şükranlarımızı iletiyoruz, gerçek tıp ve gerçek bilim adına.

Ve artık gerek bugün bizlerin gerekse geçmişteki bilim adamların araştırmaları ve çalışmaları ile şu somut gerçeği haykırma imkânı tüm kanıtlarla ortaya çıkmıştır: “MİKROP TEORİSİ ŞARLATANLARIN, SAHTEKÂRLARIN, MAFYALAŞMIŞ SERMAYENİN İNSANLIĞI İÇİNE ATTIĞI ÇOK BÜYÜK BİR TUZAKTI AMA ARTIK SONA GELDİ. MİKROP TEORİSİ YIKILDI VE ONUN YERİ EN KÖTÜLERİN YER ALDIĞI TARİHİN ÇÖPLÜĞÜDÜR. Bizlere ise bu gerçeği haykırmak düşmektedir sadece, aksi takdirde mücadele söz konusu bile olamaz. Artık elimizde somut kanıtlarla netleşen güçlü bir doğrumuz var ve sarsılmaz bir gerçek olarak “mikrop teorisi”nin sonunun geldiğini gösterdi. Bu doğru bilgiye sahip olan herkes bu mücadelede yenilmez ve yanılmaz bir yetenekle tüm yalanları püskürtebilir bundan sonra!

TESPİT 2: 2020 sahte Covid salgını saldırısı ile hepimiz şu gerçeği pratikte defalarca yaşadık: Covid diye başladıkları korkutmalara, “mutasyon” diye devam ettiler, ardından “varyant” diye yeni söylemlerine geçtiler, ardından “HIV” dediler, ardından “Batı Nil virüsü” dediler o da bitmedi “Maymun Çiçeği” dediler, “kızamık” dediler, “Bill Gates’in Sivrisinek Tesisleri” dediler, o da bitmedi “Ukrayna Laboratuvarı” dediler, “Kuşlarla virüs” dediler, “Köpeklerden kuduz” dediler, “keneden bulaşıyor” dediler… Sonu gelmeyen, hep aynı yöntemle her seferinde yeni bir “bulaş” aktörü ile ara vermeden bazen de haftada, ayda bir sosyal medya tekrarlarıyla korku propagandası, “bakteri, virüs, parazit” söylemleriyle insanların beyinlerini esir aldılar. Hepsinin ortak noktası toplumun beynine bir dış etkenin insanlara güya bulaşarak hasta edeceği temasını işlemek oldu. Bu söylemleri ise önce sahte bir test, ardından ya aşı ya da bir ilacın önerilmesi şeklinde modern tıbbın yeni tuzağı olarak devam etti.

Her test, aşı ya da ilaç dayatması öncesi mutlaka “mikrop teorisi” yalanına uygun “bulaşma” reklamı ve korkutması stratejisi takip edildi, ardından da çözüm gibi sundukları kendi tuzakları geldi. Her seferinde yaslandıkları en temel yalan, toplum içinde “BULAŞMA TEORİSİ / MİKROP TEORİSİ”nin canlı tutulması için hiç ara vermeden televizyonlarda, internette, sosyal medyada olmayan virüslerin tekrarlanması, suçlu olmayan bakterilere, parazitlere kabahat yüklenerek, olumsuz imaj çizilerek tekrar tekrar dillendirilmesiydi.

Gerek DSÖ, gerek WEF’çiler, gerek işbirlikçi politikacı ve akademisyenler biliyorlardı ki eğer toplum “Virüs izole edilmedi, virüs diye bir şey yok, ‘mikrop teorisi’ baştan aşağı yanlış” derse, “BÜYÜK SIFIRLAMA” süreci de dahil olmak üzere tüm planları çökecek ve yıllardır tekrarladıkları “bulaşma teorisi”ni, “mikrop teorisi”ni kullanamaz hale geleceklerdi. Bu nedenle sosyal medyaya, “Covid aşılarına karşıyız ama eski aşılara hele ki çocukluk aşılarına karşı değiliz” diyen, “Maskeye karşıyız ama virüs var” diyen, “Aşı olmadım ama Ivermectin ile çözüm olur” diyen, “Virüs izole edilmedi ama lab’da üretildi” diyen pek çok kontrollü muhalif yapıyı yerleştirdiler ve organize ettiler. Bunları takip eden iyi niyetli pek çok insan da enerjilerini buralara harcayarak yanlış bir mantığa hapsoldu. Bir noktadan sonra da adeta sistem adına olmayan “virüs”leri anlatan, parazit gerçeğinden habersiz sivrisinekler üzerinden korku yayan, yani kısacası sistemin korku yayma, propaganda aracına dönüşen bir noktaya düştüler. Toplum çok daha önce gerçeği çözecekken bu kontrollü muhalefet yapıları tarafından sürekli oyalandı, olduğu yerde patinaj attırıldı. İşte bu yazıda “mikrop teorisi”nin nasıl bir aldatmaca olduğunu somut şekilde ortaya koymakla, aslında mücadelede de bir somutlaşmaya gidiyoruz ve aramıza sızmış kontrollü muhalefeti de anlayıp sırtımızdaki bu yükten kurtulma imkanı yakalıyoruz.

Bazı insanlar bugüne kadar iyi niyetle inanmış olabilir ancak bu kanıtlardan sonra hala eski söylemlere devam ediliyorsa bu açıkça ve bilerek ihanet içinde olmayı seçmektir, insanların hayatıyla oynayan DSÖ gibi, WEF gibi yapılara ortak olmaktır, küreselci hedeflere verilen sinsi bir destektir.
Bu DSÖ kumpaslarında da zarar gören her insanın hayatına kastetmektir. Ve bunlar mücadeleyi de bozan, her seferinde baltalayan noktadadırlar “mikrop teorisi” yalanlarını savundukça!

Gerçeği görüp buna rağmen yalanı tekrarlayan en büyük suçludur, en büyük sorumludur.

Bu devasa saldırı hepimize ne kadar insan olup olmadığımızı da gösterme imkanı sunuyor.
Ve bu mücadele insan kalabilenlerin, dürüst davranabilenlerin omuzlarında yükselecek, gerçeğe sırtını dönenlerin değil!


TESPİT 3: Bir söz vardır; “Emperyalizm saldırıya geçtiğinde, kendi mezarının kazmasını ve küreğini de beraberinde getirir.” Sizin da rahatça göreceğiniz üzere bu söz, eğer doğru hareket edilirse saldıran düşmana yenilgi yaşatılacağını ve bu fırsatın iyi değerlendirilmesi gerektiğini anlatır. Bir saldırı varsa eğer, yapılması gereken en önemli tespit düşmanın kim olduğunu, tehdidinin karakterini, elindeki araçları, yaslandığı kuvvetleri ve saldırma stratejisini doğru belirlemektir. 2020 öncesi modern tıp çocuklara aşı dayatarak, kemoterapileri de hastaya seçme hakkı vererek, onam formaları imzalatarak, grip aşılarını önerip ama zorunlu tutmayarak kısmen “seçim sizin” modunda götürüyordu stratejisini. Toplumda ufak tefek modern tıp eleştirisi olsa da “efendim işte bu ilaç sektörü de dünyanın en çok para kazanan sektörü” eleştirisinin önüne geçmiyordu. 2020 sahte salgınından bir süre önce toplumda alternatif sağlık arayışları artmaya başlamıştı, su, kaya tuzu, sebzeler, doğal gıdalarla çözüm arayışları amatör düzeyde ifade ediliyordu ama sonuçta toplum modern tıptan bıkmaya başlamıştı, yavaş yavaş sistemi sorguluyordu. İşte, 2020 sahte salgını “BÜYÜK SIFIRLAMA” hedefiyle ilan edilip politik kimlik de kazanıp topluma aşı, maske, kapanma planıyla dayatılınca ve artık emperyalist modern tıbbın bundan sonra ZORLA dayatma aşamasına geçeceği hissedilince, toplumun uyanan kesimlerinde de kararlı bir direniş başladı.

Bir yanda tıp adı altında küreselci zengin ve kontrolündeki akademisyenlerin dayatmaları, yalanları, diğer tarafta da halkın çelişkileri gören ve kendi doğrularını anlatan mücadelesi başladı. Ve en önemlisi, bu süreci derin araştırmalarla geçiren ve doğru mücadele eden öncülerin de bilimsel kanıtları halkın elini güçlendirdi, sistemi korkuttu; sosyal medyada sansürler geldi, “aşı karşıtlarını susturun, virüs yok diyenleri susturun” cümleleri sık duyulur oldu. Küreselcilerin elinde yalanlar birikirken halkın elinde doğrular birikmeye başladı. Aslında onların yalanları deşifre olduğuna ve kimse de yıllardır bunlardan sağlık bulamadığına göre o halde onların dediğini yapmayan bizler hangi tıp anlayışına yöneldik ve sağlığımıza kavuştuk bir de bunu tespit edelim yani onların “salgın/bulaş” modeline karşı bizim önerdiğimiz nedir? İşte bu süreçte bu da netleşti ve İNSANLAR SAĞLIĞIN BESLENMEYLE İLGİLİ OLDUĞUNU, SU İLE, KAYA TUZU İLE İLGİLİ OLDUĞUNU YANİ VÜCUDUMUZUN “İMMÜN SİSTEM” İLE DEĞİL “TAMPON SİSTEMLER”DEKİ ASİT – BAZ MEKANİZMASININ pH AYARLAMASIYLA ÇALIŞTIĞINI ÖĞRENDİ. Zaten bir kez bunu öğrenen bir insan modern tıbbın tüm yalanlarını daha rahat görebilir duruma kendiliğinden geçiyor çünkü suyun, kaya tuzunun verdiği sağlığı dünya üzerinde hiçbir BigPharma sözde araştırması, makalesi veremiyor, hiçbir enfeksiyoncu, onkolog veremiyor. Bu da bizlere bir doğru ile bin yalana karşı koyma yeteneği kazandırıyor.

2020 ile başlayıp tamamen politikleşen modern tıbbın da Covid yalanıyla gelen dayatmaları aslında bize bu sistemin teorilerini toptan sorgulama imkânı verdi ve biz de süreci kendi lehimize çeviriyoruz. Kendi doğrularımızı gerçek bilim düzleminde ilan etme imkânı buluyoruz.

Doğruları savunarak doğrunun düşmanlarıyla mücadele veriyoruz.

HASTALIKLAR DIŞARIDAN GELMEZ.
BULAŞ YOKTUR.
VİRÜSLER YOKTUR.
BAKTERİLER GİBİ TÜM MİKROPLAR VE PARAZİTLER HASTALIK YAPMAZ VE CANLILIĞA DOSTTUR.

VÜCUDUN ÇALIŞMA MEKANİZMASI “İMMÜN SİSTEM” DEĞİL “TAMPON SİSTEMLERDİR.”
HASTALIKLAR VÜCUDUN ASİT – BAZ DENGESİNİN BOZULMASIYLA ORTAYA ÇIKAR.
KAYA TUZU SAĞLIKTIR.
DOĞRU BESLENMEK ÇÖZÜMDÜR.


Çözüm insanın elindedir, insanlık düşmanlarının değil.

Vücudunuzun mükemmel dizaynına güvenin.
Vücudunuzdaki her bir organizmanın barışçıl ve korumacı bir görevi olduğunu bilin.
Ona doğru yakıtı sağlayın, yeter.

Bunları bilirseniz önce özgürlük gelecek, ilaç şirketlerinin üzerinizdeki hakimiyeti sona erecek!
Ve ardından mutlaka sağlık…

Zamanı gelmiş bir doğrunun önünde hiçbir güç duramaz!
KORKMAYIN!
GÜVENİN!

Gül TEMEL
8.10.2024

MS, ALS ve ÇEŞİTLİ NÖROLOJİK HASARLAR ALMAK, KANSER OLMAK, KISIR KALMAK VE HATTA ÖLMEK İSTİYOR MUSUNUZ? BUYRUN HPV AŞI PROGRAMLARI BEDAVA!

MS, ALS ve ÇEŞİTLİ NÖROLOJİK HASARLAR ALMAK, KANSER OLMAK, KISIR KALMAK VE HATTA ÖLMEK İSTİYOR MUSUNUZ? BUYRUN HPV AŞI PROGRAMLARI BEDAVA!

Bildiğiniz gibi İBB, 2024 Mayıs ayından itibaren 9-26 yaş aralığındaki insanlara “ücretsiz” bir şekilde uygulanacak HPV aşılama programını başlattı. Öncelikle şunu bilelim ki, “ücretsiz” diye tanıtılsa da aşılama programları ücretsiz değildir. İlaç şirketlerinden satın alınan her bir flakonun bir ücreti vardır. Sağlık Bakanlığı tarafından buna özel bir bütçe ayrılır. Yani vergilerinizden ayrılır, gizli el gibi kesenizden eksiltir. Çok daha kötüsü, kısa veya uzun vadede sağlığınızdan eksiltir.

Aşılar ücretsiz/bedava değildir; vergi, sağlık ve hatta can kaybıyla ödeme yapılır.
Ve insanları her anlamda soymak için önce bir “salgın” martavalına ihtiyaçları vardır.

Önce HPV yayılıyor diye propaganda yaptılar. Genital bölgesinde bir – iki siğil gören SMEAR testi (sürüntü alınan çubukta “etilen oksit” gibi son derece kanserojen bir madde yer alır) olmaya koştu ve alınan sürüntü ile siğillerin altında yatan esas neden/toksisite maruziyeti göz ardı edilerek HPV pozitifler artırıldı. Bir salgın propagandası, böylece gerçek bir test salgınına dönüştü, en azından böyle lanse ettiler. Bu pozitiflerin “tedavi” bazında bir anlamının olmadığını da belirtelim zira cilt lezyonlarını yakma, lazere tutma vb. işlemler dışında esas nedeni tedavi etmediklerini “HPV’nin kesin ve özel bir tedavisi yoktur” diyerek belirtmiş olurlar. Zira uzun zamandır SMEAR testine davetteki amaç da tedavi değil, “HPV hızla yayılıyor” propagandasının elini güçlendirmek ve nihayetinde “HPV’den ve onun sebep olacağı rahim ağzı kanserinden korunma” palavrasıyla aşı programını başlatmaktı.

“Fenomen” diye servis edilen boş beleş tipler, “HPV aşımı olmaya gidiyorum” diye özellikle genç kızları aşılanmaya davet etti. “Viral reklam” taktikleriyle, “sevgilim HPV aşısı hediye etti” başlıklarıyla atılan, apaçık aşı pazarlayan gönderiler Twitter ortamında milyonlarca görüntülenme aldı.

Siyasiler, doktorlar, ünlüler, sosyal medya trolleri MERCK’in sirkinde rol alan çeşitli şaklabanlar, sihirbazlar, cambazlar vb. takımıydı sanki. Özellikle kız çocuklarına ve genç kızlara yönelikti bu gösteriler. Ve hâlâ devam ediyor.

MERCK’in Gardasil zehirleri, kısa ya da uzun vade ortaya çıkması çok muhtemel olan nörodejeneratif rahatsızlıklar, otoimmün hastalıklar, kanser, kısırlık gibi çok ağır aşı sakatlanma riskleri anlatılmadan insanlara basılıyor.

Ben şimdi İBB’ye aşağıda sıralayacağım senetler için “siz bunları bilmiyor muydunuz? Hiç mi bu aşıların tehlikelerini sorgulamadınız, araştırmadınız?” diye sormayacağım. Zira bu soru, benzetme yaparsam bence, mermi dolu bir tabancayla adam öldürmeye teşebbüs eden birine, “sen bu silahın o insanı sakat bırakacağı ya da öldüreceği tehlikesini bilmiyor muydun?” gibi bir soruyla denk düşer ve dolayısıyla tamamen abesle iştigal olur. Bu sebeple muhatabım aşı olmayı düşünen ama henüz aşı almamış insanlar olacak.

Bakın bey – hanım arkadaşlarım, 9 yaş üstü evladı olan anne – babalar, bakın MERCK kendi dokümanlarında bu aşıların alımı sonrası sayısız insanda görülen raporlanan hasarları (ölüm de dahil) duyurmak zorunda kaldı:
– Kan ve lenfatik sistem bozuklukları: Otoimmün hemolitik anemi, idiyopatik trombositopenik purpura, lenfadenopati.
– Solunum, göğüs bozuklukları ve mediastinal bozukluklar: Pulmoner emboli. – Gastrointestinal bozukluklar: Bulantı, pankreatit, kusma.
– Genel bozukluklar ve uygulama bölgesine ilişkin hastalıklar: Asteni, titreme, ÖLÜM, yorgunluk, halsizlik. – Bağışıklık sistemi bozuklukları: Otoimmün hastalıklar, aşırı duyarlılık reaksiyonları anafilaktik/anafilaktoid reaksiyonlar, bronkospazm ve ürtiker.
– Kas-iskelet sistemi ve bağ dokusu bozuklukları: Artralji, miyalji.
– Sinir sistemi bozuklukları: Akut dissemine ensefalomiyelit, baş dönmesi, Guillain-Barré sendromu, baş ağrısı, motor nöron hastalığı, felç, nöbetler, senkop (tonik-klonik hareketler ve diğer nöbet benzeri aktivitelerle ilişkili senkop dahil) bazen yaralanmayla birlikte düşmeyle sonuçlanan enine miyelit.
– İstilalar: Selülit.
– Vasküler bozukluklar: Derin ven trombozu.
Kaynak: https://www.merck.com/product/usa/pi_circulars/g/gardasil/gardasil_pi.pdf

MERCK bunları duyurmak zorunda kaldı çünkü 2006 – 2007 ile piyasaya sürdüğü Gardasil ile yürütülen HPV aşı programlarından sonra yaşanan yaralanmalar, sakatlanmalar ve ölümler aşılama sonrası yaşandığı için “tipik”ti ve dolayısıyla “aşılamaya bağlı” olarak görülmesi işten değildi. Elbette yine de bu ürünün satışlarının devam edebilmesi ve ticari bir kayıp almamak için MERCK, Gardasil’in genel olarak sözde HPV’nin sebep olduğu birçok sağlık riskini önlediği ısrarında bulunarak, son derece aldatıcı, manipülatif söylemlere sarıldı.

Klinik güvenlilik çalışmalarından elde edilen veriler, Gardasil aşısının sebep olduğu sağlık hasarı ve ölüm oranlarının, “koruduğunu” iddia ettikleri hastalıkların ölüm oranlarından yüksek çıktığını kanıtlıyor.

JAMA’da yayınlanan bir makalede Slade ve ark. (2009), 1 Haziran 2006’dan itibaren 31 Aralık 2008’e dek ABD Aşı Olumsuz Olay Raporlama Sistemine (VAERS) bildirilen “12.424” raporu üzerinde incelemede bulunuyor. Gardasil alımını takiben advers reaksiyon, bunların arasında 772’si (%6,2) çok ciddiydi ve 32’si ölümle sonuçlandı. Dağıtılan 100.000 aşı dozu başına 53,9 raporluk genel raporlama oranı göz önüne alındığında, tahmini oran Gardasil’den bildirilen ciddi advers olayların oranı dağıtılan 100.000 dozda %3,34’tür.
Kaynak: https://jamanetwork.com/journals/jama/fullarticle/184421

Bu oran ABD’de rahim ağzı kanserinden ölüm oranı olarak gösterilen 100.000 kadında %2,2’e kıyasla çok daha yüksektir.
Kaynak: https://seer.cancer.gov/statfacts/html/cervix.html

Avustralya’da 2007 yılında (Gardasil piyasaya çıktıktan hemen sonra) 100.000 kişide %7,3 oranında yıllık olumsuz ilaç reaksiyonu oranı bildirildi. Bu oran 2003 yılından bu yana en yüksek oran olup, 2006 yılına göre artışı temsil etmektedir. Avustralya Sağlık ve Yaşlanma Bakanlığı’nın İlaç Yan Etkileri Sistemi veri tabanının analizine göre, bu artışın “tamamen” Nisan 2007’de genç kadınlara yönelik üç dozluk HPV aşılama programının ülke çapında uygulanmasının ardından gelen raporlara bağlı olduğu; o yıl bildirilen 1.538 ilaç yan etkisinin 705’inin Gardasil aşısından kaynaklandığı belirtiliyor.
Kaynak: https://www1.health.gov.au/internet/main/publishing.nsf/Content/cda-cdi3204a.htm

HPV aşıların tüm bunlara nasıl neden olduğunu bilmek ister misiniz?

1- Alüminyum Toksisitesi

CERVARIX – 0.5ml doz başına 500mcg
GARDASIL Quadrivalent – 0.5ml doz başına 225mcg
GARDASIL 9 – 0.5ml doz başına 500mcg
GARDASIL 2 – 0.5ml doz başına 500mcg alüminyum içerir.

Ayrıca Polisorbat 80 ve Sodyum Borat içeriklerinin miktarını da görebilirsiniz: https://www.ema.europa.eu/en/documents/assessment-report/gardasil-9-epar-public-assessment-report_en.pdf

İnsanlara söylemedikleri bir gerçek vardır ki oral yolla alınan alüminyum ile kas içinden doğrudan sistemik dolaşıma giren alüminyumun toksisite tehlikesinin tamamen farklı olacağıdır. Aşıların alüminyum içeriğini masumane göstermek için genellikle “yediğimiz içtiğimiz gıdalarda da eser miktarda yer alabilirler” gibi bir savunmaya girişirler. Oysa sindirim yoluyla emilen alüminyum çözünmüş iyonik formdadır ve bu da böbrekler aracılığıyla hızla vücuttan uzaklaştırılabilir. Aşılardaki alüminyum adjuvan iyonik maddelerde çözünmeyen nanopartiküller formundadır ve vücuttan atılması neredeyse imkansızdır.

Aşı savunucuları aşının güvenli olduğunu iddia etmek için neden bu tip ağır metallerin oral alımıyla pek de büyük bir sıkıntı yaşanmayacağını söylüyor ve sadece oral yolla alımı araştırmalarına başvuruyor? Çünkü alüminyumun doğrudan kan dolaşımına enjekte etmenin güvenli olduğunu gösteren hiçbir çalışmaları yok!
Kaynak: https://vaccinepapers.org/debunking-aluminum-adjuvant-part-1/

Alüminyum aşılarla birlikte enjekte edildiği takdirde kan – beyin bariyerini aşar ve sayısız nörolojik hasara sebebiyet verir. Bu çalışmayı başucu edinmelisiniz. Bakın ne deniyor: “Farklı beyinlere translokasyonlarının ardından nanomateryaller (alüminyum vb.) beyinde birikmeye başlar. Bu aşırı ve uzun süreli birikim nedeniyle nöronal dokularla etkileşim ile nanomateryaller orta ila ciddi nörotoksisitenin gelişmesine yol açabilecek nörodejeneratif bozukluklar meydana getirir. (örn. Alzheimer hastalıkları, Parkinson hastalığı, motor nöron hastalığı, spinal müsküler atrofi yani SMA vb.)
Kaynak: https://drive.google.com/file/d/1u20R8fOGLMtXuARpZofONpYDBWO6Mulr/view

Alüminyum adjuvanlar ‘zararsız tuzlar’ değil! Aşıların ‘iyi niyetli’ bileşenleri olmaktan kesinlikle çok uzaklar.”
Kaynak: https://aacijournal.biomedcentral.com/articles/10.1186/1710-1492-10-4

“Çok sayıda bağımsız araştırma ve çalışma aşı ile gelen alüminyumun biyolojik fonksiyonları önemli derece etkilediğine ve nörodejeneratif ve otoimmün hastalıklara sebebiyet vereceğine dair güvenilir kanıtlar sunmaktadır.”
Kaynak:
https://www.researchgate.net/publication/311824598_Aluminum_in_Childhood_Vaccines_is_Unsafe

“Hem hayvanlarda hem de insanlarda alüminyum zehirlenmesinin yaygın semptomları şunları içerir: ilerleyici demans, öğrenme görevlerinde performansta azalma, konuşma bozuklukları, psiko-motor kontrol kaybı, seğirmeler, titremeler, nöbetler, davranış değişiklikleri (paranoya, kafa karışıklığı, psikoz), ektrem sağlık sorunları ve ölüm.”
Kaynak: https://www.researchgate.net/publication/49682395_Aluminum_and_Alzheimer’s_Disease_After_a_Century_of_Controversy_Is_there_a_Plausible_Link

“Dikkat çekici bir şekilde, son araştırmalar alüminyumun benzer seviyelerde olduğunu göstermektedir. Aşılarda rutin olarak bulunan alüminyumlar motor nöronların ölümüne neden olabilir ve beyinde bozulmalara neden olabilir. Yapılan deneylerde farelerde motor fonksiyon ve uzaysal hafıza kapasitesinde ciddi azalmalar tespit edildi.”
Kaynak: https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/19740540/

Yukarıdaki deneysel verilerle tutarlı olarak, bir dizi nörodejeneratif komplikasyon ve hastalık, Alzheimer, Parkinson hastalığı, Amyotrofik Lateral Skleroz (ALS), Multipl skleroz (MS), Körfez Savaşı Sendromu (GWS), SMA, otizm ve epilepsi alüminyuma maruz kalmayla ilişkilendirilmiştir.

Ayrıca Gardasil HPV aşısı ile aşılama sonrasında motor nöron hastalığı ve multipl skleroz (MS) vakaları rapor edilmiştir.
Kaynak: https://www.medscape.com/viewarticle/711461?form=fpf

“Patolojik özellikler klinik tablo ile aşılama arasındaki zamansal ilişkiyi desteklemektedir… …Hastamız 2 ay sonra semptomları başlayan 3 doz Gardasil aldı. Agresif immünsüpresyon tedavisine rağmen zayıflığı aralıksız ilerledi ve zayıflığının başlamasından 21 ay sonra solunum yetmezliğinden öldü.”

2- Sodyum Borat Toksisitesi

Gardasil aşıları, sodyum borat (70 ug/mL) içerir. Ulusal Sağlık Enstitüleri Tıp Kütüphanesi 2005 tarihli listesine göre artık yüksek toksisitesi nedeniyle tıbbi ürünlerde yaygın olarak kullanılmamaktadır.

Sodyum borat zehirlenmesinin belirtileri şunlardır: Çöküş, nöbetler, koma, ölüm, kas spazmları, donukluk, uyuşukluk, dolaşım depresyonu, merkezi sinir sistemi depresyonu, böbrek hasarı, bulantı, kusma, ishal, ateş, düşük kan basıncı…
Kaynak: https://medlineplus.gov/ency/article/002485.htm

Ayrıca, 2010’da Avrupa Diagnostik Üretim Birliği (EDMA) toplantısında, Yüksek Önem Arz Eden Madde (SVHC) aday listesine birkaç yeni ekleme yapıldı. Kimyasallar Yönetmeliği 2007’nin (REACH) Kaydı, Değerlendirilmesi, Yetkilendirilmesi ve Kısıtlanması tartışıldı REACH’in bir parçası olarak tamamlanan kayıt ve incelemeye sodyum tetraborat aşırı toksik madde olarak eklendi.
Kaynak: https://www.echa.europa.eu/documents/%2010162/d5b8d2be-a60d-4415-a0d1-2eced202c926

Ama sodyum borat, MERCK’in Gardasil aşısında, 70 mcg gibi bir ölçüde, doğrudan kan dolaşımına enjekte edilmek üzere yer alıyor. Neden?

Gardasil aşılarının pazarlaması sonrası gözetim verileri, Gardasil aşılaması sonrası aşağıdaki olumsuz olayların yaygın bir modelinin olduğunu göstermektedir:
Gardasil aldıktan sonra reaksiyonlar: ani bayılma, bayılma, nöbetler, pulmoner emboli, nefes almada zorluk, felç, kas spazmları, hafıza kaybı, kafa karışıklığı, konuşma bozuklukları, davranış değişiklikleri, yorgunluk, göğüs ağrısı, aritmiler, kusma ve ishal, baş dönmesi, baş ağrıları, mide bulantısı, üst solunum yolu hastalıklarının görülme sıklığının artması, görme sorunları, ışığa aşırı duyarlılık sinirlilik, depresyon ve adet döngüsündeki değişiklikler.

3- Polisorbat 80 Toksisitesi

Gardasil aşıları, ani hasarlara neden olduğundan şüphelenilen iyonik olmayan bir deterjan olan polisorbat 80 (100 ug/mL) içerir. Bilinç kaybı, aritmiler, göğüs ağrısı, bulantı, baş ağrıları, kusma ve ishal, baş dönmesi, kafa karışıklığı, solunum düzensizlikleri gibi pek çok sağlık sorunundan sorumludurlar.

Bu çalışma polisorbat 80’in klinik olarak anlamlı konsantrasyonlarda (10-30 ug/mL) -Düşünün ki Gardasil’deki miktardan 10-3X daha az olmasına rağmen- in vitro koşullar altında hidrojen peroksitin sitotoksisitesini artırdığını göstermektedir. Sonuçlar polisorbat 80’in hücrelerin oksidatif strese duyarlılığını artırabileceğini göstermektedir.
Kaynak: https://sci-hub.se/10.1016/j.tox.2004.07.020

Polisorbat 80, yapılan birçok çalışmada belirtildiği gibi doğurganlığı da etkileyebilir.

“Neonatal dişi sıçanlar doğumdan sonraki 4 ila 7. günlerde polisorbat 80’e (ticari adı Tween 80) maruz bırakıldı. Polisorbat 80 bu sıçanlarda olgunlaşmayı hızlandırdı, östrus döngüsünü uzattı ve kalıcı vajinal östrus görüldü. Rahim ve yumurtalıkların bağıl ağırlığı azaldı. Uterusun epitelyal astarının skuamöz hücre metaplazisi ve rahimdeki sitolojik değişiklikler kronik östrojenik uyarının göstergesiydi. Yumurtalıklar yoktu, corpora lutea ve dejeneratif foliküllere sahipti.
Kaynak: https://sci-hub.se/10.1016/0278-6915(93)90092-d

(2007’den sonra -Gardasil aşılarının piyasaya çıkış tarihi- ABD’de kadınlarda doğurganlığın kayda değer ölçüde azaldığını gösteren grafik)

Polisorbat 80 gibi iyonik olmayan yüzey aktif maddelerin biyolojik sistemlerde kullanılması ilaç dağıtımına yardımcı olur (ilaçlar daha biyolojik olarak kullanılabilir) çünkü hücre zarlarına nüfuz etme etkisine sahiptir. Ancak, Polisorbat 80, bir ilacı biyolojik olarak daha kullanışlı hale getirmenin yanı sıra, potansiyel olarak toksik hale de getirebilir ve getiriyor da. Sodyum borat ve alüminyum gibi bileşenler de biyolojik olarak daha kolay kullanılabilir, dolayısıyla etkili bir şekilde tek doz uygulanmasıyla bile bunlarla ilişkili olan toksisite eşik seviyelerini düşürebilir. Daha basit ifadesiyle polisorbat 80, kendisi de bir toksisiteye sebep olmakla birlikte diğer toksik malzemelerin hücreye nüfuz etmesini kolaylaştırır ve toksisite yükünü artırır.

Üç potansiyel toksik bileşiğin (alüminyum, sodyum borat ve polisorbat 80) hayvanlara veya insanlara enjeksiyon yoluyla birlikte uygulanmasının sistemik etkilerini, güvenilirliğini değerlendirmeye yönelik çalışmalar şimdiye dek hiçbir zaman yapılmadı!

Bağımsız kuruluşlar tarafından gerçekleştirilmiş tek bir çalışma yoktur ki MERCK’in bu aşılarının güvenli olduğunu belirtebilsin!

MERCK ürünlerinin testini yine kendisi yapıyor ve FDA önüne konulan test sonuçlarını onaylıyor.

Bugün dünya çapında 9-26 yaş arası özellikle kızlar Gardasil aşılama yoluyla bir deneye tabi tutuluyor. Sayısız insan aşılanma akabinde aşı yaralanmalarıyle boğuşuyor ve can veriyor.

Gardasil, tüm zamanların en büyük tıbbi skandalı haline gelecektir, çünkü bir noktada, kanıtlar, bu aşının rahim ağzı kanserine kesinlikle hiçbir etkisi olmadığını ve hayatları mahveden, hatta öldüren çok sayıdaki olumsuz etkisinin, üreticilerine kar sağlamaktan başka bir amaca hizmet etmediğini kanıtlayacak şekilde bir araya gelecektir.” – Dr Bernard Dalbergue

Bernard Dalbergue bunu Gardasil aşıları piyasaya çıktıktan kısa bir zaman sonra söylemişti.

Tüm kanıtlar, kendisini artık doğruluyor.

Tüm bu kanıtlar, sadece HPV aşılarının değil, bebeklik ve çocukluk aşıları da dahil tüm aşıların tehlikelerini de ortaya koymaktadır.

Şimdi size soruyorum, tüm bu kanıtlara rağmen hâlâ o zehirleri kan dolaşımınıza almak istiyor musunuz? Anne ve babalar, bebeğinizin ve çocuğunuzun sağlığını ve hayatını, ilaç şirketlerinin menfaatine değişmek istiyor musunuz?

Onlar kazanırken, siz her anlamda kaybetmek istiyor musunuz?

Tüm bu kanıtlara rağmen…

Tercih sizin.


Gül TEMEL
22 Eyl 2024

COVID aşıları mRNA-LNP mi? Grafen oksit-LNP mi?

COVID aşıları mRNA-LNP mi? Grafen oksit-LNP mi?

Aşıların içinde grafen oksit ve nanometaller olduğunu bağımsız araştırmacılar sayesinde başından beri biliyoruz, etkilerini de az çok kestiriyorduk. İçerikte adjuvan olarak PEG (polietilen glikol) ve aşı platformu olarak lipid nanopartiküller (LNP ) kullanıldığı ise firmalar tarafından zaten deklare edilmişti.

Burada anlatmak istediğimse, mRNA-LNP’nin insan organizmasında hücrelere girip spike protein ürettirdiği iddiasının da BALON olduğu .

Virüs konusu BALON olduğu gibi, spike protein de bir BALON .

Başından beri böyle olduğunu düşünmekle birlikte, bu kadar çok kanıtı bir araya getirecek zaman olmamıştı. Aylar önce bir tarafa kaydettiğim aşağıdaki şu çalışma, bu düşüncemi kuvvetli bir şekilde destekliyor ve anlamak isteyenler için çok fazla şey ifade ediyor.

GRAFEN OKSİT-LNP, alyuvarlarda ve damarların iç yüzeyini döşeyen endotel hücrelerde DİKENSİ çıkıntılar yapıyor !!!

Grafen oksit (O-GNR) ve PEG-DSPE (polietilen glikol ve polar bir nanolipit olan 1,2-distearoil-sn-glisero-3fosfoetanolamin-N) bir solüsyonda inkübe edilerek kolayca elde edilen bu nonkovalent birliktelik hem amacı karşılıyor hem de spike proteine atfedilen ve klinikte görülen tüm sonuçları açıklıyor.

PEG: Polietilen glikol (polimer bir sentetik hidrojel)

DSPE: Bir çeşit lipit nanopartikül (LNP)

PEGile LNP: PEG eklenmiş LNP

Bu çalışmada EMF ile yönlendirilebilen marifetli molekül grafen nanoşeritlerle –PEGile LNP’lerin dolaşım sistemi ve kan komponentleri ile etkileşimi araştırılmış:

Hepi topu 1-3 ve 12 saatlik laboratuar gözlemleri…

Grafen oksit (O-GNR), dolaşımda çabucak çözüldüğü ve kan proteinleri ile etkileşime girebildiği için dolaşımda dayanıklılığını artırmak amacıyla LNP (PEG-DSPE) ile kaplanmış. Lipid nanopartikul olan DSPE’nin dolaşımda dayanıklılığnın yani dolaşım ömrünün artması için de PEG (polietilen glikol) kullanılmış. Hepsi ayrı ayrı incelemeye değer. Örneğin PEG oldukça allerjen ve kanda pıhtılaşmaya yol açabiliyor. Aynı zamanda kanserojen ve genotoksik olarak biliniyor.

Bu marifetli bileşik (grafen oksit -Pegile LNP), yani (O-GNR-PEG -DSPE) alyuvarlara ve damar endoteline giriyor, iddiaya göre doz bağımlı toksisite yapıyor, ancak inceleme saatlerle sınırlı tutulup laboratuvar şartlarında yapılmış.

Grafen oksit –LNP, alyuvarlarda şekil bozukluğuna dolayısıyla elastikiyet kaybına hatta alyuvar hücre zarında DİKENSİ çıkıntılara, damar duvarlarını kaplayan endotel hücrelerinde yine DİKENSİ çıkıntılara neden olabiliyor. Tanıdık geldi mi?

Ayrıca trombositler, bazı kan proteinleri, sitokinler gibi diğer bazı kan bileşenleri ile de etkileşimler gözlenmeye çalışılmış. Örneğin; antiinflamatuar bir sitokin olan IL-10 düzeylerinde yüzde 5-10 azalma izlenmiş (1saatlik izlem). Kabaca O-GNR-PEG-DSPE’nin 80uq/ml altı dozda güvenli olduğu gibi bir sonuca varılmıssa da bu gözlemin bir günden kısa süre için yapılmış olduğu, laboratuvar ortamında kısa bir sürede ISI ve EMF etkileri gibi faktörlerin göz önünde bulundurulmadığına dikkat çekmek isterim.

Şimdi bu süreçte sıkça duyduğumuz bazı kavramlara da özetle değinerek konuyu daha iyi anlamaya çalışalım.

Nanopartikül ya da nanoparçaçık, bir maddenin boyutları 100 nm ve altında kalan toz parçalarına verilen addır.

Nanotıp nasıl tanımlanıyor bakın:

Nanoboyutlarda işlenmiş alet ve cihazları kullanarak insan biyolojisi ve sağlığının moleküler düzeyde incelenmesi, tedavisi, yeniden yapılanması ve kontrolü.

Nanomateryaller büyük parçacıklara göre daha yüksek yüzey/hacim oranına sahiptirler. Bu avantajla kan beyin bariyerini geçebilir, diş minesinden saç teline kadar hücrelerin içine girebilirler. Bu nedenle nanopartiküllerin biyomedikal alanda ilaç taşınması-salınımı ve görüntülemede kullanımı gibi uygulamaları son yıllarda iyice yaygınlaşmıştır. Ancak her yere girebilecek kadar küçük olmaları biyolojik sistemde işlerin tam da böyle olacağı anlamına gelmiyor tabii. Malzeme boyutu küçüldükçe yüzeyde bulunan atom miktarı artmakta ve buna bağlı olarak da malzemenın çevre ile etkileşimi değişmektedir. Bizi ilgilendiren ise bu çevre ‘insan vücudu’ olduğunda neler olduğudur. İlginç bir şekilde nanopartiküller, makro eşdeğerlerine göre daha güçlü özellikler gösterebildikleri gibi tamamen farklı özellikler de gösterebiliyorlar. Nano boyuttaki malzemeler daha yüksek reaktiflik ve mekanik direnç, daha iyi elektriksel ve termal özellikler gösteriyorlar Nanotıpla birlikte insanların nanopartiküllere maruz kalması kaçınılmaz görünüyor. Bununla birlikte nanoparçaçık türlerinin ve uygulamalarının sayısı artmaya devam ederken, maruz kaldıktan sonra etkilerini karekterize etmeye ve potansiyel toksisitelerini anlamaya yönelik çalışmalar kıyasla az görünüyor.

Raporlar nanopartiküllerin kan proteinleri, pıhtılaşma faktörleri, kan hücreleri, vücut savunma sistemi ve allerji yanıt sistemi bileşenleri ile etkileşime girmesinin ne kadar mümkün olduğunu göstermektedir. Tüm canlı sistemi tüm olasılıklarıyla incelemenin zorlukları düşünüldüğünde, nanoparçacıkların hematolojik toksisitesi genel toksikolojik değerlendirmesinin çok kritik bir bileşenidir. Araştırmalar nanoparçacıkla indüklenen hematolojik toksisitenin tezahürünün değişebileceğini ve artmış veya azalmış hücre sayıları (kırmızı ve beyaz kan hücreleri), vücut savunma sisteminin aktivasyonunu veya inhibisyonunu, hemolizi, endotel disfonksiyonu ve allerjik tepkileri içerebileceğini düşündürmektedir. Nanoparçacıkların eritrositlerle etkileşiminin hücre zarında penetrasyona neden olduğu ve hemolize (alyuvarların büyük miktarda yıkımı ) yol açan hücre iskeleti bozulması yanı sıra eritrositleri deforme ettiği gösterilmiştir. Örn; altın nanopartikuller alyuvar ve kan hücresi sayısında artış veya azalmaya yol açıyor. Demir oksit, titanyum dioksit, silika gibi nanopartikuller enflamasyona ve endotel disfonksiyonuna yol açıyor, çinko oksit bağışıklık tepkisini aktive ediyor.

Lipit nanopartiküllere (LNP’ler) gelince, enjekte edildikleri doku bölgesinde en çok olmak üzere yüksek inflamatuar (iltihabı ) yanıt oluşturuyor ve antikor üretimine neden oluyorlar. Yani mRNA olmadan ve sözde spike protein üretilmeden de yüksek inflamatuar etki ve antikor oluşumuna neden oluyorlar.

LNP’ler örneğin intranazal (burun içi) olarak uygulandığında akciğerlerde ciddi tahribat yapıyor. Buraya değinmişken ısrarla intranazal (burun içi) aşı isteyen-öneren sözde muhalif profesörü hatırlamadan geçmeyelim.

KAYNAK

Burada bu yüksek inflamatuar yanıt sanki iyi bir şeymiş gibi verilmek istense de, gerçeğin böyle olmadığını anlamak için ortalama bir zeka yeterlidir sanırım. İşte LNP ve PEG’ler, bildirilen aşı etken maddesi olmaksızın da bol miktarda antikor yanıtı oluşturuyor.

Nanomalzemeler biyolojik bir ortamla temas ettiğinde, ortamda bulunan biyomoleküllerle, özellikle proteinlerle etkileşime girme eğilimindedir ve bu etkileşim ‘’protein KORONA’’ (PC) oluşumuna yol açar ve aynı zamanda bu proteinlerde yapısal değişikliklere neden olabilir. Bu değişiklikler sadece NP fizikokimyasal özelliklerine değil, aynı zamanda protein moleküllerinin içsel stabilitesine de bağlıdır. NP’lerin yüzeyinde protein korona oluşumu ve altta yatan mekanizmalar çeşitli çalışmalarda araştırılmış olsa da, NP’ler ve kan proteinleri arasındaki doğrudan biyokimyasal ve biyofiziksel etkileşimleri hiçbir inceleme kapsamlı olarak tartışmamıştır ve in vivo (canlının içinde) araştırmalar çok azdır. PC’yı karakterize etmeye çalışan çalışmalar çoğunlukla in vitro (laboratuar ortamında-yapay) olarak yapılmıştır.

Örnek bir araştırmada Altın nanopartiküller (AuNP’ler) etrafında 300’den fazla farklı faktör tanımlanmıştır. AuNP’lerin çevresinde yaklaşık 288 serum proteini saptanmış ve ilginç bir şekilde PC bileşenlerinin %93’ünün 80 protein tarafından üretildiği görülmüş. PC bileşimlerinin %87’si anti-trombin III, kompleman C3, faktör V, fibronektin, IgG ve kompleman faktörü H’dir. NP’lerin boyutu, yüzey kimyası, şekli ve entropisi, plazma protein adsorpsiyonunda ve dolayısıyla biyolojik dağılım kapasitesinde en önemli parametrelerdir. Biyolojik numuneler içinde, benzer yüzey kimyası ve kompozisyona ancak farklı boyutlara sahip NP’lerin inkübasyonu, çapı 30 ila 200 nm arasında değişen PC oluşumuna katkıda bulunabilir. Dikkate değer bir şekilde, yüzey bileşimindeki değişiklik, NP’ler etrafındaki PC içeriğini derinden değiştirebilir. Bu, birçok bilinmeyen parametrenin etkisinden dolayı PC fenomeninde ortak bir kuralın bulunmasının pek mümkün olmadığı anlamına gelir. Diğer bir deyişle, NP’lerin yüzeyinin küçük moleküller, peptitler, aptamerler, proteinler, antikorlar vb. herhangi bir ligand türü ile süslenmesinde yoğunluk, moleküler ağırlık, zincir uzunluğu vb. diğer parametreler açısından ayrıntılı olarak ele alınmalıdır.

PC oluşumu uygulama yolunun (intravenöz, oral ve inhalasyon) rolü de PC’nin bileşimi ve profilinde kritik öneme sahiptir. PC içeriğindeki herhangi bir değişiklik doğrudan kan akış hızı, laminer/laminer olmayan kan akışı, cinsiyet ve sıcaklık gibi çevresel özelliklerle ilişkilidir. PC’nin, özellikle yumuşak korona tabakasının stabilitesinin, kılcal damarlardan arterlere kan akış hızı gibi çevresel özelliklere bağlı olarak değiştirilebileceği bulunmuştur. NP’ler dolaşımda 1000 kadar farklı proteinle karşı karşıya gelir. Çeşitli proteinlerin yüzen NP’lere bağlanması, sonuç olarak in vivo koşullarda biyolojik aktiviteyi etkileyen farklı NP alt popülasyonlarının oluşumuna yol açabilir. İlginç bir şekilde, her bir patolojik durumun belirli proteomik profili, spesifik NP’ler etrafındaki PC içeriğini etkileyen başka bir tartışılmaz faktördür. Şaşırtıcı bir şekilde, bu profil aynı durumda (sağlıklı veya hasta kişilerde) bireysel olarak farklılık gösterir.

Yani, biyolojik sisteme giren bir nanopartikülün farmakolojik davranışını değiştirip etkileyecek çok sayıda değişken bulunuyor.

Nanopartikül deyince eksozomlar da virüsler (virüsü eksozomlardan ayırdedici gerçek bilimsel kanıt yok, çünkü saf bir izolat olmadığı gibi kontrollü bir deney de yok) de benzer nano boyutlarda ve bunlar da dolaşıma girince aynı şekilde etraflarında protein korona oluşuyor. Eksozomların zarı, kaynaklandıkları hücre duvarından oluşuyor, zarflı virüslerin zarfı da konak hücre zarından oluşuyor.

Eksozomlar kaynaklandıkları hücreye, koşullara ve içlerinde taşıdıkları nükleik asit vs. içeriğe göre çok çeşitlidir, virüsler de !?

Elektron mikroskopisi resimleri de protein korona ile şematize edilişleri de ne çok benzer, değil mi?

Benzerlikler bu kadarla sınırlı değil tabii ki. Klasik virüs izolasyonu modaliteleri ile eksosom izolosyonu modalitelerinin karşılaştırması yapılırsa her ikisinin de saf bir izolat sağlamadığı, parçalanmış hücrelerin benzer yoğunlukta diğer hücre içerikleri ile karışmış olduğu ve virüs izolasyonu için kontrol deneyleri yapılmış olsa—ki hiç yapılmamış—elde edilecek olanın aynı olacağı izlenimini edinmek mümkün. Ki eskiden virolog olan ve şimdi ise virüslerin gerçekte eksozomlardan başka bir şey olmadığını tespit ederek bu ‘’virolog’’ sıfatını artık kullanmayan Dr. Stefan Lanka, kontrol deneyi yapıldığında, yani izolasyon prosedürü hasta örneği kullanmadan uygulandığında görülenlerin aynı olduğunu, çünkü bu yapıların virüs değil eksozom olduğunu anlatıyor. Ve artık virüs izolasyonu olarak adlandırdıkları klasik prosedürlerin yerine antikor işaretleme gibi dolaylı yöntemler kullanılıyor. Virüs genom veri tabanlarında yüz bine yakın farklı virüsün genom dizileri bulunduğu iddia ediliyor. Virüsler için genetik modifikasyonla işlev kazandırma çalışmaları yapıldığı iddia edildiği gibi eksozomlar için de aynı şekilde genetik modifikasyon çalışmaları yapılıyor.

Eksozomlar, çeşitli hücre tiplerinden salınan hücre dışı (ekstrasellüler) veziküllerin (EV’ler) bir alt sınıfıdır ve hücreler arasındaki parakrin (bir hücreden salınan hormonun komşu hücre reseptörlerine bağlanarak etki göstermesi) etkileşime katılırlar. 30-100 nm arasında değişen boyutlarıyla eksozomlar zardan türetilmiş nanoveziküllerdir. Tüm hücre tipleri tarafından endozomlardan üretilirler. Hipoksi, inflamasyon stimülasyonu ve hücre içi kalsiyum konsantrasyonunun artmasının hücreleri daha fazla eksozom üretmeye zorladığı güçlü bir şekilde gösterilmiş bulunmakta. Eksozomlar, biyoakışkanlarda kolayca dağılarak, yüklerini ileterek, paylaşarak ve alıcı hücrelerin biyolojik özelliklerini değiştirerek hücre-hücre iletişiminin aracıları olarak hizmet edebilir ve proteinler, lipitler ve nükleik asitler gibi sinyal biyomoleküllerini donör hücrelerden alıcı hücrelere aktarabilir. Bu ifadeler doğrultusunda, eksozomların fizyolojik ve patolojik koşullar sırasında biyokimyasal reaksiyonları ve hücresel aktiviteyi modüle etmek için KİLİT aracılar olduğu düşünülmektedir. Eksozomların yüzey proteinleri ve içerdikleri nükleik asit profiller çift sarmallı DNA, mRNA ve mikro-RNA’lar gibi çeşitlidir. Bunlar, kaynak hücrelerin tipleriyle ve ayrıca iltihaplanma, kanser, nörodejeneratif durum gibi hücre durumlarıyla ilişkilidir.

Son on yılda, hücre dışı veziküllerin (EV’ler), özellikle eksozomların incelenmesi, benzersiz biyolojik özelliklerinden dolayı özellikle kanser ve doku rejenerasyonu alanlarında hücre hedefli ilaç taşıma sistemi olarak kullanım için ilgi çekmiştir. Endojen eksozomların çekici biyolojik özellikleri ve işlevleri hem bilimsel hem klinik alanda daha fazla araştırmaya ilham veriyor.

Eksozomlar çevredeki vücut sıvılarına salınır. Ana hücrelerin (proteinler, DNA, RNA, lipitler gibi) moleküler imzalarını içerirler. Başka hücrelere alımı için tanınmayı sağlayan yüzey proteinleri ya da makrofajlardan korunmayı sağlayan protein yapıları vardır. Eksozomlar, en ilginç invaziv olmayan tanısal biyobelirteç ve terapotiklerdir. Düşük immünojenisite, doğal stabilite ve biyolojik engelleri aşma yeteneği dahil olmak üzere içsel özellikleri göz önüne alındığında eksozomların fonksiyonel kargo teslimatı için terapotik araçlar olarak kullanılması planlanmış ve bunun için eksozomlar çeşitli hücre hedefli tedavilere uygun hale getirmek için ilaçlarla kapsüllenmiştir.

Eksozomları, benzer bir lipit çift katmanlı yapıya sahip yapay veziküller olan lipozomlarla ve diğer nanotaşıyıcılarla karşılaştırdığımızda, biyolojik moleküllerin gelişmiş yükleme kapasitesi, alıcı hücrelere girme, uyumluluk, kararlılık, doğal biyoaktivite açısından üstündür. Bundan, eksozomların sadece ilaçları taşımakla kalmayıp aynı zamanda yarı ömürlerini artırdığı, toksisiteyi azalttığı ve hatta çeşitli engelleri aştığı sonucuna varabiliriz. Ancak düşük izolasyon verimi ve yetersiz hedefleme yetenekleri terapötik uygulanabilirliğini sınırlar. Çok miktarda izole edilmesi güç ve maliyetli olduğundan ilaç taşıma sistemleri olarak henüz kullanışlı olmadıkları anlaşılıyor. Bu sıkıntı eksozom-mimetik (eksozom taklitçi ) nanoveziküler taşıma sistemleri kullanılarak çözülmek isteniyor. Lipozomlar, üzerinde en çok çalışılan nanosistem türleridir ve yaygın olarak kullanılmaktadır. Lipozomol vitaminler gibi…

Son zamanlarda çalışmalarda bu ekstraseüllüler veziküllerin hedefleme yeteneğini geliştirmek için manyetik navigasyonlu süperparamanyetik demir oksit nanoparçacıkları (SPION’lar) kullanılmış. (FDA onayı almış olan ilk nanometal.)

Anlaşılan özellikle grafen oksit ve süperparamanyetik demir oksit gibi manyetik nanometaller, eksozomlar gibi nanoboyutta oluşlarıyla ve bu nanoyapıları manyetik etkiyle hücresel tedavi hedefi için dikkatleri çekiyor. Alttaki linkte SPION’larla birlikte bu nanoveziküllerin hücre içinde magnetik alandan nasıl etkilendiğini anlatıyor ve şematize ediyor.

Dolaşımda 1000’e yakın protein ve lipit çeşidi bulunuyor. Ve bir nanopartikül ortalama 300 çeşit proteinle kaplanarak olduğundan çok daha büyük ve farklı bir kimliğe bürünüyor. Bu protein KORONA oluşumu, nanopartikülün hedefine ulaşamadan dolaşımdan hızla temizlenmesine ya da taşınmak istenen ligandın başka bir noktada serbest kalmasına ya da karaciğerde tutulmasına, metabolize olmasına neden olabilir. İşte bu protein KORONAyı oluşturan proteinleri azaltmak ve dolayısıyla bu olasılıkları azaltıp NP (nanopartkül)-ligand (ilaç ya da gen gibi) bileşiminin dolaşımda dayanıklılığını arttırmak için nanopartiküllerden başka bir ilaç taşıma sistemi olan hidrojeller de kullanılıyor.

Aşağıdaki şekilde bir hidrojel olan PEG (polietilen glikol) ile nanopartiküllerin bileşimi, yani NP’in PEGilasyonu, NP’ler ile proteinler arasındaki etkileşimi en aza indirerek daha küçük bir protein koronası oluşumuna yol açar. Çalışmalar PEG ile muamelenin NP’lerin dolaşımda makrofajlar tarafından eliminasyonunu azalttığını gösteriyor.

Protein Koronası şematize edilişi ne kadar da tanıdık, değil mi?

İşte bu protein korona tüm nanoparçaçıklar ve doğal nanoveziküller olan eksozomlar veya virüsler etrafında da oluşuyor.

KAYNAK

Lipid nanopartiküller gibi bir başka ilaç taşıyıcı sistemi de HİDROJELler. İyi emilimleri, iyi biyouyumlulukları ve en azından doğal olanların yüksek güvenlikleri nedeniyle hidrojeller, ilaç iletimi ve doku rejenerasyonu da dahil olmak üzere biyotıp alanında yaygın olarak kullanılmaktadır.

Hidrojel bazlı sürekli salınımlı ilaç taşıyıcıları gelişmekte olan bir ilaç dağıtım sistemidir. Hidrojel hazırlamak için kullanılan malzemeler doğal ve sentetik olarak ikiye ayrılabilir. Selülöz, kollajen gibi doğal olanlar yanında polivinil alkol, poliakrilamid, polietilen glikol gibi sentetik hidrojeller daha çok tercih ediliyor. Sentetik bir polimer olan PEG (polietilen glikol) ise yakın zamanlarda en yaygın olarak kullanılanlarıdır. PEG türevlerinin lipozomlara dahil edilmesi lipozomların serum proteini ve makrofajlarla etkileşimlerini azaltıyor gibi görünüyor. Bazı yayınlar birleştiği proteine göre karakterinin değiştiğini, aslında yüksek biyouyumlu olduğunu iddia etse de PEG oldukça allerjen ve grafen gibi kanın pıhtılaşmasına neden olabilen, hipersensitivite ve allerjik reaksiyonlara, antikor yanıtına yol açabilen bir hidrojel.

Grafen ailesi nanomateryallere gelince;

Eşşiz fizikokimyasal özelliklerinden dolayı grafen ailesi nanomateryaller (GFN’ler) grafenin yüksek mekanik dayanıklılık ve elektrik iletkenlik dahil bir dizi potansiyel fiziksel ve elektronik özelliklerinden dolayı dikkat çekmekte, özellikle biyomedikal uygulamalar olmak üzere birçok alanda yaygın olarak kullanılmakta ve araştırmaların burada yoğunlaştığı görülmektedir. Örneğin, kök hücrelerin farklılaşmasına etki etmek üzere yapılan çok sayıda çalışma dikkatleri çekiyor.

Grafen oksit = grafen nanoşeritler

CNT (Karbon nanotüp ) = İçi boş tüpler oluşturmak üzere sarılmış grafen tabakalarından yapılan silindirik şekilli nanoyapılar

Lipozom: En az bir çift katlı lipit tabakasına sahip küre şeklinde nanoboyutta ve yapay bir veziküldür. (ilaç taşımak için kullanılan bir çeşit küresel nanolipit)

Grafen nanoparçacıklar biyosensörlerin bileşenleri olarak veya hücreyi UZAKTAN KONTROL etmek için kapsamlı bir şekilde araştırılmış. Araştırmalar CNT/protein hibritlerin biyolojik yapı iskeleleri oluşturarak terapötik ve görüntüleme materyalleri olarak hizmet edebileceğini gösteriyor. Asıl dikkat çekici olansa, CNT’lerin tıpkı nöronların myelin klıfı gibi işlev görmesi ve sinirlerin CNT’lerle arayüz oluşturması. Yapılan çalışmalara bakınca nanopartiküller içinde üzerinde en çok durulan en populer olanların grafen bazlı olanlar olduğu çok açık. Bu çok duvarlı karbon nanotüplerin (CNT’lerin) oksidatif açılmasıyla sentezlenen grafen nanoşeritler (O-GNR) de son zamanlarda biyogörüntüleme ve ilaç verme uygulamaları için umut vaat ediyor gibi görünmekte ya da öyle gösterilmekte. Çünkü bunlar, oldukça toksik materyaller. Aşağıdaki bağlantı da grafen ailesi nanopartüküllerin toksisitesi ile ilgili fikir verecektir.

Bu süreçte bir çok bağımsız araştırmacı, Sinovac dahil tüm sözde covid aşılarının içeriğinde grafen nanoseritleri ve CNT’leri ve bazı nanometalleri görüntülediler ve Dr Karen Kingston (Pfizer eski biyoanalisti) gibi uzmanlar belgelerle, kanıtlarıyla aşılarda grafen oksit olduğunu bildirdiler. Karen Kingston bu uygulamayı yapanların asıl amaçlarının grafen için uygun dozu bulmak olduğunu söylüyordu. Ne için en uygun doz ???

Hatırlarsanız Japonya Sağlık Bakanlığı’nın Moderna aşısında nanometal tespiti üzerine aşıları toplattığı haberleri olmuştu. Mıknatıslanma özelliği görülünce kontaminasyon olduğu sanılmıştı, oysa bu nanomettaller tam da planın gereği olarak orada bulunuyor gibi görünüyor. Birçok araştırma incelendiğinde, diğer nanometallerin de daha çok grafen oksitle etkileşim ve etkinliğini artırmak için kullanıldığı izlenimini edinmek mümkün. Ayrıca farklı nanometaller grafen oksitle (karbon bazlı yapıştırıcı) bir arada tutularak dolaşımda agregatlar oluşturuyor. (Hepsi de toksik.)

mRNA-LNP aşı iceriğinde karbon nanotüpleri ilk tespit eden, çocukluk aşılarına karşı mücadelesiyle bilinen Dr Palevsky ve arkadaşları olmuştu. Grafen hakkında araştırma raporlarının iddiası CNT’lerin (karbon nanotüplerin), ilaç ve aşıları yani burada mRNA’yı hücre içine iletmek için kullanıldığı yönünde.

Özetle; LNP, mRNA’nın (ya da grafen oksitin) dolaşımda yıkılmasını önleyip dolaşım ömrünü uzatmak ve hedef hücrelere ulaştırmak, polietilen glikol (PEG) ise LNP’nin proteinlerle etkileşimini azaltıp kolayca yıkılmasını önlemek ve dolaşım süresini uzatmak için kullanılıyor.

Protein sentezi hakkında klasik öğreti; mRNA, bir DNA kalıptan transkripsiyon yoluyla (yani DNA’yı kalıp olarak kullanarak) hücre çekirdeğinde sentezlenir ve protein sentez yeri olan ribozomlara (hücre stoplazmasına çıkarak) protein kodlayıcı bilgiyi taşır.

Şimdi gözümüzün önüne getirelim;

Nanoboyutta mRNA, grafen nanokafeslerle sarılıyor, bu da LNP ile kaplanıyor; o da PEG ile. Sonra bu müthiş birliktelik dolaşımdan hücrelere CNT’lerin oluşturduğu kanallardan ya da endositoz gibi doğal yollardan girip hücre stoplazmasında mRNA açığa çıkıyor, bu da hücrelerde spike protein sentezlettiriyor!?

Bu nanoparçaçık bileşimlerinin biyolojik sistemde davranışının ne kadar çok değişkenden etkileneğini, in vivo çalışmaların yetersizliğini ve hücre altı olayların büyük oranda karanlıkta kaldığını düşünürsek, en azından son basamak pek mümkün görünmüyor. Bu yazıyı hazırlarken, tam da zamanında sanki bir lütuf olarak bulduğum şu sayfa ise anlatmak istediklerimi derli toplu kanıtlar nitelikte:

Burada araştırmacılar aşılar içinde asıl unsurun Grafen oksit ve PEGile LNP olduğunu, bunun dışında pek çok nanometal, hatta parazit olduğunu ancak minimum düzeyde mRNA tespit edildiğini (O da olur ya aşılar bir gün incelenirse ‘mRNA hiç yoktu ‘denemesin, virüs ve spike protein yalanına uyanılamasın ve toksisiteyi asıl yapanın O-GNR ve diğer unsurlar olduğu anlaşılmasın, diyedir herhalde) belirtiyorlar.

Grafen oksitle yüzde yüz dolu lipozomlar, çeşitli nanometal ve grafen oksit kümeleri izlemişler. Ayrıca dolaşımda simplast olarak tanımladıkları birçok hücrenin veya amibin (tek hücreli parazit) kaynaşarak bir araya getirdikleri dolaşım için büyük denebilecek boyutta kütleler de tespit edilmiş.


Özetle;

Kanın viskozitesini (kanın akışkanlığını ) etkileyen başlıca faktörler kan hücrelerinin sayısı, kan proteinleri ve kan hücrelerinin elastikiyeti yani şekil değiştirebilirliği olduğuna göre, dolaşımda kan hücrelerinde çıkıntı yapabilen, hücre zarlarının elastikiyetini azaltıp alyuvarların şeklini bozan ayrıca kan proteinlerini üzerinde toplayıp aralarındaki ilişkileri ve yapılarını etkileyen nanopartiküllerin genel anlamda hiperviskoziteye dolayısıyla dolaşım sorunlarına, dokularda oksijenlenmenin bozulmasına neden olacağı açıktır.

In vivo çalışmaların yetersizliği göz önüne alındığında sadece dolaşım sistemi değil tüm sistemin çok çeşitli koşullarda, farklı şekillerde ve farklı zamanlarda etkileneceğini anlamak güç değildir. Hasta ya da sağlıklı kişilerin hatta hastalığın tipine, yerine göre de farklı etkilenebileceği, farklı ph düzeyleri, oksijenlenme durumuna göre ya da aşı dozları ve içeriklerine (bir kısmının da plasebo olduğunu unutmayalım), dolaşımda karşılaşılan proteinlerin durumuna göre farklı düzeylerde ve farklı zamanlarda etkilenme mümkün olacaktır. Bu rastlantısallık ve çeşitlilik, bildirilen yüzlerce kötü sonucun çeşitliliğini de açıklar niteliktedir.

AŞI ve ANTİKOR BAĞIŞIKLIK ANLAMINA GELMEZ!

AŞI ve ANTİKOR BAĞIŞIKLIK ANLAMINA GELMEZ!

Çocuk İmmünoloji-Allerji Uzmanı, Prof.Dr. Alişan Yıldıran

Allah Teâlâ ARK hocada razı olsun, sayesinde, hem hadiselerden haberimiz oluyor, hem de bizim erişemediğimiz yerlere münasib cevapları, münasib şekilde veriyor (1).

Üzücü olan husus şu ki, memleketimizin bilimsel, akademik seviyesi, bırakın bilimsel çalışma yapmayı ve yayınlamayı, makale okumanın, takib etmenin bile bilinmediğini telkin etmekde…

Mevzu-u bahis makaleye geçmeden evvel, konu hakkında bir iki kelime ile okuyucuların bilgi sahibi olması lazım; sahibi big pharma ile arası iyi bir tıp fakültesinde çalışan bir emekli enfeksiyon hocası, bir kaç gün evvel RF tıbbının meşhur dergisi Nature’ün magazin versiyonunda çıkan bir habere pek sevindirik olmuş; “COVID-19 aşılarının ikinci dozunu geç yapmak (3 hafta yerine 11-12 hafta) yaşlılarda daha yüksek antikor cevabı oluşturdu. İmmunolojik süreçlere göre beklenen bir durum olmasına rağmen konu ülkemizde yersiz şekilde günlerce tartışıldı.” Beyefendi ARK hocanın fevkalade yerinde tenkid ve suallerine ise “Deontolojik ve etik üsluptan yoksun bir tartışmanın tarafı olmam” diyerek cevabı olmadığını izhar ediyor. Konunun ehemmiyeti şu, beyefendinin muhterem reis-i cumhur hazretlerinde fevkalade tesiri var.

Bir mRNA aşısının, klasik aşılardaki primer, sekonder antijenik karşılaşma ile alakası olmadığını bilmediğini de gösteriyor (Şekil 1. meşhur Siegrist’in klasikleşmiş yazından alınmışdır) (2).


Yaşlı kişilerde antikor seviyesinin mRNA aşı dozunun üç ay sonra yapılması ile daha yüksek antikor seviyesi elde edilmesinin, timusu olmayan bu kişilerde T hücreleri ile değil muhtemelen B hücreleri ile ve nötralizan değil non-nötralizan yani faydalı değil, tehlikeli (antibody dependent enhancement) alakalı olabileceği için, bu bulguyu gerekli tetkikler yapılmadan aşı lehine yorumlamak vicdan azabına bağlı olmalıdır.

Gelelim bahsedilen araştırmaya; araştırma Eurosurveillance’da rapid communication olarak yayınlanmış, yani muhtemelen acil kullanım onayı denilen hukuksuz belgeyi alma maksadı güdülmüş (3). Araştırmacılar bir halk sağlığı ekibi, amaçları da şu; ‘pahalı ve uygulanması zor olan bu aşının mümkün olduğu kadar çok kimseye hiç olmazsa bir doz yapalım da kimse açıkda kalmasın, ne kadar da insanî ve de ilmî!

Çalışmada T hücre cevapları ile ilgili bir değerlendirme yapılmamış, sadece antikor seviyeleri PCR testi pozitif olan medyan yaşı 50 olan 285 kişinin nekahat devresindeki antikor cevapları ile mukayese edilmiş. İstatistik kısmı da tatminkâr değil ama fakiri aşar.

Bu vesîle ile RF tıbbının klasik mavrasını tekrar hatırlatmak isterim, doku içine bir antijen verilmesi ile elde edilen serumda antikor seviyesinin yükselmesi o antijene karşı bağışıklık olduğunu değil, sadece o antijenin tanındığını gösterir.

Antikorlar ile ilgili tıp doktorlarına bir tüyo daha vereyim; serumda IgGAME’nin ölçülmesi, onların efektif (işe yarar) olduğunu izhar etmez. Primer immün yetmezliklerin büyük bir kısmında serum immünglobulinleri ekseriya normaldir. Hatta serum immünglobulinlerinin düşük olmasının yaygın değişken immün yetmezlik kriterleri arasından çıkarılması gerekdiği, çünkü bu hastalık spektrumunun sadece B hücre değil, T hücre defektlerine de bağlı olduğu, hatta bu hastalığın artık bir kombine immün yetmezlik olarak kabul edilmesi gerekdiğni de ifade etmeliyim.

O saçma turkuaz tablo ile bilim yapılmaz değerli kardeşim.

(1) https://ahmetrasimkucukusta.com/2021/05/15/yazilar/tip-yazilari/kovid-asisi/ikinci-dozun-gecekmesi-antikor-seviyesini-3-5-misli-artiriyor/
(2) https://www.who.int/immunization/documents/Elsevier_Vaccine_immunology.pdf?ua=1
(3) https://www.eurosurveillance.org/content/10.2807/1560-7917.ES.2021.26.12.2100329?crawler=true
RT-PCR KORONAVİRÜS TESTİ İLE İLGİLİ TÜM HUSUSLAR

RT-PCR KORONAVİRÜS TESTİ İLE İLGİLİ TÜM HUSUSLAR

David Crowe
23 Nisan 2020
Versiyon 3

Bu, RT-PCR teknolojisine istinaden yapılan sözde koronavirüs testinin bir analizidir. Bu çalışma önemli ölçüde, dünya çapında bir uzman olan Profesör Stephen Bustin‘ın RT-PCR ile ilgili olası sorunlar üzerine olan 2017 tarihli bir makalesini okumama, son zamanlarda onunla birlikte yürüttüğüm bir podcast’e ve RT-PCR verilerinin işlenmesi ve raporlanmasına dair MIQE yönergelerine dayanmaktadır. Bu makale, testte kullanılan RNA’nın viral mi yoksa endojen mi olduğunu sorgulamamaktadır.  RNA viral değilse, RT-PCR koronavirüs testinin hiçbir değeri olmadığı açıktır. Bu belgede billimsel referans verilmemiştir, ilgili yayınlar için Koronavirüs Paniği Kritiği başlıklı yazımıza bakılmalıdır.

PCR DÖNGÜ SAYISI


PCR algoritması döngüseldir. Her döngüde DNA (RT-PCR içerisinde sürecin başlatıldığı RNA’ya karşılık gelen) miktarının yaklaşık iki katını üretir. Test olarak kullanıldığında, başlangıç ​​materyalinin miktarını bilmezsiniz fakat her döngünün sonundaki DNA miktarı problara bağlanan floresan moleküller tarafından dolaylı olarak gösterilecektir.O zaman her adımdan sonra üretilen ışık miktarı yaklaşık olarak iki katına çıkar ve belli bir yoğunluğa ulaşınca işlem sonlandırılır, numune pozitif ilan edilir (numunenin enfekte olduğu kastedilir). Belli bir döngü sayısına ulaştıktan sonra hala yeterli DNA yoksa numune negatif ilan edilir (enfekte olmadığı anlamında). Pozitif ve negatifi ayırmak için kullanılan bu döngü eşik değeri (Ct) keyfidir ve testi yapan her kuruluş için aynı değildir. Örneğin, 36’yı pozitif için sona erme noktası, 37-39’u belirsiz, yani daha fazla test yapılmasını gerektiren ve 39’u negatif olarak rapor eden bir makale yayınlandı. Başka bir çalışma ise, ara alan olmadan, kesme noktası olarak 37’yi kullandı. Amerikan FDA tarafından onaylanan test kitlerinin olduğu listede, 30, 31, 35, 36, 37, 38 ve 39 döngülerinin her biri için bir üretici önerisi vardı,12 üretici tarafından seçilen 40 döngü sayısı ise en popüler olandı, 43 ve 45 döngü sayıları için ise birer üretici önerisi mevcuttu.

DÖNGÜ EŞİK DEĞERİNİN (Ct) MANASI

Ct değeri kullanırken varsayılan şey, kullanılan RNA miktarı aslına yaklaşık olursa (iki ile çarpımda) yine aynı Ct değerini vereceğidir. Oysa RT-PCR’de birçok yoldan hata oluşabilmektedir. RNA ekstraksiyon aşaması bile verimde bir sürü kayba gebeyken, RNA’nın komplemeter DNA’ya dönüştürülmesi aşamasında etkinlik bakımından verilecek fire daha da büyüktür (Prof. Bustin’e göre yapılan işlemde etkinliğin %50’nin üstüne çıktığı pek vaki olmayıp, rahatlıkla 10 katlık fark oluşabilmektedir) ve tabii PCR işleminin bizzat kendisi etkinlikte kayba yol açmaktadır. Podcast yayınında Bustin, keyfi Ct değerine göre hareket etmenin “tamamen saçmalık” olduğunu, bunun “akıl alır tarafı olmadığı”nı belirtmiştir. Farklı laboratuvarlarda testlerin aynı Ct değerine göre yapılmış olması, başlangıçtaki RNA miktarının aynı olduğu anlamına gelmemektedir.

DÖNGÜ KONUSUNDAKİ KISITLAR

Profesör Bustin 35 kezden fazla döngü yapmanın amaca uygun olmadığını ve mantıksızlığını belirttiği halde, hiç kimsenin bu döngü sayılarını 35 ve altında sınırlandırmadığı görülmektedir (MIQE ilkeleri 40’tan az döngü sayısını önermektedir). Çok fazla döngü yapıldığında arka plan flüorışıma artacağı için, bu durum sahte pozitiflikle sonuçlanabilir.

CT ve POZİTİF ÇIKAN TEST SAYISI


Ct döngü değeri, pozitif testlerin sayısını önemli ölçüde etkileyecektir. Ct 37’den 35’e çekilirse daha az, 39’a çıkarılırsa da daha fazla pozitif sonuç elde edilecektir.

CT döngü değeri belli bir standarda bağlansa bile, farklı laboratuvarlar tarafından kullanılan özel makinalar, kimyasallar ve prosedürlere bağlı olarak farklı anlamlar taşıyabilirler ve hatta aynı laboratuvardaki farklı numune türleri arasında bile değişiklikler bulunabilir. Miktarı belli bir ‘spike’ RNA alınıp iki ayrı makinede eşzamanlı olarak çoğaltıma sokulup çıkan sonuç karşılaştırılmadan, pozitif ve negatifliği tutarlı bir biçimde birbirinden ayırmamızı sağlayacak Ct değerine ulaşılması zordur.

MİKTARIN BİR ANLAMI VAR MI?


Randımanlı bir PCR işleminde dahi oldukça yüksek döngü sayısına rağmen tespit edilen RNA molekülü sayısı topu topu 3’te kalabiliyor. Vücudunda, herhangi bir sağlık sorunu bulunmasa dahi bu kadarcık bir virüs bile taşıyan varsa, onlar da testte pozitif çıkmış oluyor.

VİRÜS FONKSİYONEL Mİ DEĞİL Mİ?


Alınan numunede enfeksiyon kabiliyeti olmayan defektif virüs partikülleri veya virüsün yalnızca bir bölümü varsa bile test yine pozitif verecektir. PCR testi ile virüsün patojenik ve replikasyon kabiliyetine sahip oluop olmadığı anlaşılamaz.

RT-PCR TESTİ İLE ENFEKTE KİŞİYİ ENFEKTE OLMAYANDAN AYIRMAK MÜMKÜN MÜ?

Değildir.

RT-PCR’NİN ÇALIŞMA MEKANİZMASI


PCR ile belli bir RNA’yı aramak için şu işlemler uygulanır:

  1. RNA’nın numuneden çıkarılması (ekstraksiyon) gerekir. DNA karışmamasına çok dikkat edilmeli, bu işlem titizlikle yürütülmelidir. İleriki aşamalarda testin çalışmasını engelleyecek kimyasalların kullanılmaması gerekir. Elde edilenin saf RNA olmasını sağlamak mümkün değildir.

  2. RNA’nın komplementer DNA’ya (cDNA) dönüştürülmesi gerekir. Ters Transkritaz enzimi vasıtasıyla yapılan bu işlem hiçbir zaman yüzde yüz etkin değildir (randıman %50’de kalır). Ortaya ne kadar DNA çıkacağı ise birçok faktöre göre değişiklik gösterir, miktarda 10 katlık farklar gözlemlenebilir (eskiden 100 kat daha az veya daha çok olabiliyordu miktar).

  3. İşin PCR kısmında, primerleri ve probuyla (ve muhtemelen yanında biraz da, ayıklanamadığı için numuneden karışmış kaçak DNA ile birlikte) cDNA vardır sahnede. Primerler, kopyası çıkarılarak çoğaltılmak istenen cDNA’nın başını-sonunu belirler. Prob ise, RNA’nın ancak primerlerle eşleştiği takdirde (ki primerlerin boyu çok çok kısadır) çoğaltıma gitmesini sağlamaya yarar. Her döngüde (PCR proper’da) DNA miktarı yaklaşık iki katına çıkar. Proba floresan marker’ler iliştirilir ki, verdiği ışıktan her adımda kaç DNA üretilmiş olduğu aşağı yukarı anlaşılabilsin.

  4. İstendiği takdirde, bu şekilde üretilmiş DNA sekanslanarak tam olarak hangi bazlardan (dört farklı DNA boncuğundan (bead) müteşekkil yapı) oluştuğu da görülebilir.

Bu işlemlerin her bir aşaması hataya ve randımansızlığa açıktır. Miktarı kestirmek ise reaksiyona başka bir RNA’dan belli bir miktar karıştırılmadan mümkün dahi değildir, kaldı ki o katılan RNA da sonra kopyalanıp çoğaltılmaya başlar. İlk başta elde ne kadar materyal varsa, PCR’nin yapacağı döngü sayısı da kabaca bunun azlığı veya çokluğu ile ilişkili olacaktır.

TESTLERİN SORUNLU OLDUĞU SALT BİR HİPOTEZDEN Mİ İBARET YOKSA ELDE KANIT VAR MI?

Bu testlerin çıkardığı imkansız sonuçları açıkça görebileceğimiz çok sayıda yayın bulunmakta.

Çin’de yapılan bir çalışmada araştırmacılar art arda yapılan test sonuçlarını Negatif (N), Pozitif (P) veya kuşkulu (D, negatif-pozitif arası bir noktada) şeklinde kodluyor. Test edilen 600 hastadan 29’unda çıkan şu sonuçlara hiçbir açıklama getirilemiyor: 1 DDPDD 2 NNPN 3 NNNPN 4 DNPN 5 NNDP 6 NDP 7 DNP 8 NDDPN 9 NNNDPN 10 NNPD 11 DNP 12 NNNP 13 PPNDPN 14 PNPPP 15 DPNPNN 16 PNNP 17 NPNPN 18 PNP 19 NPNP 20 PNPN 21 PNP 22 PNP 23 PNP 24 PNDDP 25 PNPNN 26 PNPP 27 PNP 28 PNPN 29 PNP. 

Singapur’da yapılan bir çalışmada, 18 hasta neredeyse her gün test ediliyor ve çoğu da en az bir kez önce Pozitif sonra Negatif ve ertesi gün tekrar Pozitif çıkıyor. Hatta bir hasta tam dört kez bu patterni gösteriyor.

Çin’de, birbirini izleyen iki negatif testin sonucunda temiz ilan edilen hastaların %5 ila %14 kadarı daha sonra yeniden, çoğunda semptom dahi yokken bir daha pozitif çıkıyor. Güney Kore’de de yakın zamanda bu tür 91 vaka bildirilmiştir. 

68 yaşında bir Çinli semptomları olduğu için hastaneye gidiyor ve testi pozitif çıkıyor. Semptomlar düzeldikten sonra iki negatif test de verince taburcu ediliyor. Bir süre sonraki takip testinde yeniden pozitif çıkınca hastaneye geri alınıyor, düzelince iki negatifle yeniden salınıyor, takip testi bir daha pozitif verince gene yatırılıyor ve ardından üçüncü kez taburcu ediliyor.

SONUÇ


Tüm bunlardan yola çıkarak şu sonucu söylemek mümkündür:

Koronavirüs tespiti için RT-PCR testi kullanımı, mümkün olduğunca çok sayıda pozitif sonuç üretmek için tasarlanmışa benzemektedir. Gerçek pozitifleri kaçırma korkusu o denli büyük ki, RT-PCR’ye dayalı test metodolojisini düzenleyenlerin, yanlış pozitif riskini tamamıyla göz ardı etmiş oldukları görülmektedir. Yanlış pozitiflerle şişirilen salgın ise ekonominin tamamıyla kilit altına alınması, insanların evlerine hapsedilmesi, parkta top oynamak, arkadaşlarıyla kahve içmek, tiyatro veya spor aktivitelerine gitmek, yüzmek veya bir fuara gitmek gibi insalara hayatlarında mutluluk veren her unsurun tahrip edilmesine mazaret olarak kullanılmaktadır.

© Telif Hakkı 16 Mart 2021. David Crowe 

Bu makale Coronaloji sitesi için Sn. Zehra Yıldırım tarafından çevrilmiştir.

Aşı Adjuvanı Alüminyum ile İlgili Yayın ve Görüşler

Aşı Adjuvanı Alüminyum ile İlgili Yayın ve Görüşler

Not: Bu bölüm, Türkçeye kazandırılmış olan Miller’ın Eleştirel Aşı Literatürü Derlemesi kitabından, yazar ve yayınevinin yazılı izni alınarak paylaşılmıştır.

miller_dizgi_son-II

Bu video, Amerikalı ünlü pediatr Bob Sears ve Immunıty Education Group tarafından hazırlanmıştır.

Altyazı için araç çubuğundan Türkçe’yi seçiniz.

Ayrıntılı bilgi için buraya tıklayınız.

Başta nanopartiküler alüminyum olmak üzere, bunun beraberinde aşı ile vücuda tanıtılan içeriklerin bedenimizde izlediği yol ve açtığı hasara dair tıbbi bilgilendirme için pediatr Larry Palevsky’nin Amerikan eyalet meclisinde verdiği ifadeyi dineleyelim.