COVID aşıları mRNA-LNP mi? Grafen oksit-LNP mi?

COVID aşıları mRNA-LNP mi? Grafen oksit-LNP mi?

Aşıların içinde grafen oksit ve nanometaller olduğunu bağımsız araştırmacılar sayesinde başından beri biliyoruz, etkilerini de az çok kestiriyorduk. İçerikte adjuvan olarak PEG (polietilen glikol) ve aşı platformu olarak lipid nanopartiküller (LNP ) kullanıldığı ise firmalar tarafından zaten deklare edilmişti.

Burada anlatmak istediğimse, mRNA-LNP’nin insan organizmasında hücrelere girip spike protein ürettirdiği iddiasının da BALON olduğu .

Virüs konusu BALON olduğu gibi, spike protein de bir BALON .

Başından beri böyle olduğunu düşünmekle birlikte, bu kadar çok kanıtı bir araya getirecek zaman olmamıştı. Aylar önce bir tarafa kaydettiğim aşağıdaki şu çalışma, bu düşüncemi kuvvetli bir şekilde destekliyor ve anlamak isteyenler için çok fazla şey ifade ediyor.

GRAFEN OKSİT-LNP, alyuvarlarda ve damarların iç yüzeyini döşeyen endotel hücrelerde DİKENSİ çıkıntılar yapıyor !!!

Grafen oksit (O-GNR) ve PEG-DSPE (polietilen glikol ve polar bir nanolipit olan 1,2-distearoil-sn-glisero-3fosfoetanolamin-N) bir solüsyonda inkübe edilerek kolayca elde edilen bu nonkovalent birliktelik hem amacı karşılıyor hem de spike proteine atfedilen ve klinikte görülen tüm sonuçları açıklıyor.

PEG: Polietilen glikol (polimer bir sentetik hidrojel)

DSPE: Bir çeşit lipit nanopartikül (LNP)

PEGile LNP: PEG eklenmiş LNP

Bu çalışmada EMF ile yönlendirilebilen marifetli molekül grafen nanoşeritlerle –PEGile LNP’lerin dolaşım sistemi ve kan komponentleri ile etkileşimi araştırılmış:

Hepi topu 1-3 ve 12 saatlik laboratuar gözlemleri…

Grafen oksit (O-GNR), dolaşımda çabucak çözüldüğü ve kan proteinleri ile etkileşime girebildiği için dolaşımda dayanıklılığını artırmak amacıyla LNP (PEG-DSPE) ile kaplanmış. Lipid nanopartikul olan DSPE’nin dolaşımda dayanıklılığnın yani dolaşım ömrünün artması için de PEG (polietilen glikol) kullanılmış. Hepsi ayrı ayrı incelemeye değer. Örneğin PEG oldukça allerjen ve kanda pıhtılaşmaya yol açabiliyor. Aynı zamanda kanserojen ve genotoksik olarak biliniyor.

Bu marifetli bileşik (grafen oksit -Pegile LNP), yani (O-GNR-PEG -DSPE) alyuvarlara ve damar endoteline giriyor, iddiaya göre doz bağımlı toksisite yapıyor, ancak inceleme saatlerle sınırlı tutulup laboratuvar şartlarında yapılmış.

Grafen oksit –LNP, alyuvarlarda şekil bozukluğuna dolayısıyla elastikiyet kaybına hatta alyuvar hücre zarında DİKENSİ çıkıntılara, damar duvarlarını kaplayan endotel hücrelerinde yine DİKENSİ çıkıntılara neden olabiliyor. Tanıdık geldi mi?

Ayrıca trombositler, bazı kan proteinleri, sitokinler gibi diğer bazı kan bileşenleri ile de etkileşimler gözlenmeye çalışılmış. Örneğin; antiinflamatuar bir sitokin olan IL-10 düzeylerinde yüzde 5-10 azalma izlenmiş (1saatlik izlem). Kabaca O-GNR-PEG-DSPE’nin 80uq/ml altı dozda güvenli olduğu gibi bir sonuca varılmıssa da bu gözlemin bir günden kısa süre için yapılmış olduğu, laboratuvar ortamında kısa bir sürede ISI ve EMF etkileri gibi faktörlerin göz önünde bulundurulmadığına dikkat çekmek isterim.

Şimdi bu süreçte sıkça duyduğumuz bazı kavramlara da özetle değinerek konuyu daha iyi anlamaya çalışalım.

Nanopartikül ya da nanoparçaçık, bir maddenin boyutları 100 nm ve altında kalan toz parçalarına verilen addır.

Nanotıp nasıl tanımlanıyor bakın:

Nanoboyutlarda işlenmiş alet ve cihazları kullanarak insan biyolojisi ve sağlığının moleküler düzeyde incelenmesi, tedavisi, yeniden yapılanması ve kontrolü.

Nanomateryaller büyük parçacıklara göre daha yüksek yüzey/hacim oranına sahiptirler. Bu avantajla kan beyin bariyerini geçebilir, diş minesinden saç teline kadar hücrelerin içine girebilirler. Bu nedenle nanopartiküllerin biyomedikal alanda ilaç taşınması-salınımı ve görüntülemede kullanımı gibi uygulamaları son yıllarda iyice yaygınlaşmıştır. Ancak her yere girebilecek kadar küçük olmaları biyolojik sistemde işlerin tam da böyle olacağı anlamına gelmiyor tabii. Malzeme boyutu küçüldükçe yüzeyde bulunan atom miktarı artmakta ve buna bağlı olarak da malzemenın çevre ile etkileşimi değişmektedir. Bizi ilgilendiren ise bu çevre ‘insan vücudu’ olduğunda neler olduğudur. İlginç bir şekilde nanopartiküller, makro eşdeğerlerine göre daha güçlü özellikler gösterebildikleri gibi tamamen farklı özellikler de gösterebiliyorlar. Nano boyuttaki malzemeler daha yüksek reaktiflik ve mekanik direnç, daha iyi elektriksel ve termal özellikler gösteriyorlar Nanotıpla birlikte insanların nanopartiküllere maruz kalması kaçınılmaz görünüyor. Bununla birlikte nanoparçaçık türlerinin ve uygulamalarının sayısı artmaya devam ederken, maruz kaldıktan sonra etkilerini karekterize etmeye ve potansiyel toksisitelerini anlamaya yönelik çalışmalar kıyasla az görünüyor.

Raporlar nanopartiküllerin kan proteinleri, pıhtılaşma faktörleri, kan hücreleri, vücut savunma sistemi ve allerji yanıt sistemi bileşenleri ile etkileşime girmesinin ne kadar mümkün olduğunu göstermektedir. Tüm canlı sistemi tüm olasılıklarıyla incelemenin zorlukları düşünüldüğünde, nanoparçacıkların hematolojik toksisitesi genel toksikolojik değerlendirmesinin çok kritik bir bileşenidir. Araştırmalar nanoparçacıkla indüklenen hematolojik toksisitenin tezahürünün değişebileceğini ve artmış veya azalmış hücre sayıları (kırmızı ve beyaz kan hücreleri), vücut savunma sisteminin aktivasyonunu veya inhibisyonunu, hemolizi, endotel disfonksiyonu ve allerjik tepkileri içerebileceğini düşündürmektedir. Nanoparçacıkların eritrositlerle etkileşiminin hücre zarında penetrasyona neden olduğu ve hemolize (alyuvarların büyük miktarda yıkımı ) yol açan hücre iskeleti bozulması yanı sıra eritrositleri deforme ettiği gösterilmiştir. Örn; altın nanopartikuller alyuvar ve kan hücresi sayısında artış veya azalmaya yol açıyor. Demir oksit, titanyum dioksit, silika gibi nanopartikuller enflamasyona ve endotel disfonksiyonuna yol açıyor, çinko oksit bağışıklık tepkisini aktive ediyor.

Lipit nanopartiküllere (LNP’ler) gelince, enjekte edildikleri doku bölgesinde en çok olmak üzere yüksek inflamatuar (iltihabı ) yanıt oluşturuyor ve antikor üretimine neden oluyorlar. Yani mRNA olmadan ve sözde spike protein üretilmeden de yüksek inflamatuar etki ve antikor oluşumuna neden oluyorlar.

LNP’ler örneğin intranazal (burun içi) olarak uygulandığında akciğerlerde ciddi tahribat yapıyor. Buraya değinmişken ısrarla intranazal (burun içi) aşı isteyen-öneren sözde muhalif profesörü hatırlamadan geçmeyelim.

KAYNAK

Burada bu yüksek inflamatuar yanıt sanki iyi bir şeymiş gibi verilmek istense de, gerçeğin böyle olmadığını anlamak için ortalama bir zeka yeterlidir sanırım. İşte LNP ve PEG’ler, bildirilen aşı etken maddesi olmaksızın da bol miktarda antikor yanıtı oluşturuyor.

Nanomalzemeler biyolojik bir ortamla temas ettiğinde, ortamda bulunan biyomoleküllerle, özellikle proteinlerle etkileşime girme eğilimindedir ve bu etkileşim ‘’protein KORONA’’ (PC) oluşumuna yol açar ve aynı zamanda bu proteinlerde yapısal değişikliklere neden olabilir. Bu değişiklikler sadece NP fizikokimyasal özelliklerine değil, aynı zamanda protein moleküllerinin içsel stabilitesine de bağlıdır. NP’lerin yüzeyinde protein korona oluşumu ve altta yatan mekanizmalar çeşitli çalışmalarda araştırılmış olsa da, NP’ler ve kan proteinleri arasındaki doğrudan biyokimyasal ve biyofiziksel etkileşimleri hiçbir inceleme kapsamlı olarak tartışmamıştır ve in vivo (canlının içinde) araştırmalar çok azdır. PC’yı karakterize etmeye çalışan çalışmalar çoğunlukla in vitro (laboratuar ortamında-yapay) olarak yapılmıştır.

Örnek bir araştırmada Altın nanopartiküller (AuNP’ler) etrafında 300’den fazla farklı faktör tanımlanmıştır. AuNP’lerin çevresinde yaklaşık 288 serum proteini saptanmış ve ilginç bir şekilde PC bileşenlerinin %93’ünün 80 protein tarafından üretildiği görülmüş. PC bileşimlerinin %87’si anti-trombin III, kompleman C3, faktör V, fibronektin, IgG ve kompleman faktörü H’dir. NP’lerin boyutu, yüzey kimyası, şekli ve entropisi, plazma protein adsorpsiyonunda ve dolayısıyla biyolojik dağılım kapasitesinde en önemli parametrelerdir. Biyolojik numuneler içinde, benzer yüzey kimyası ve kompozisyona ancak farklı boyutlara sahip NP’lerin inkübasyonu, çapı 30 ila 200 nm arasında değişen PC oluşumuna katkıda bulunabilir. Dikkate değer bir şekilde, yüzey bileşimindeki değişiklik, NP’ler etrafındaki PC içeriğini derinden değiştirebilir. Bu, birçok bilinmeyen parametrenin etkisinden dolayı PC fenomeninde ortak bir kuralın bulunmasının pek mümkün olmadığı anlamına gelir. Diğer bir deyişle, NP’lerin yüzeyinin küçük moleküller, peptitler, aptamerler, proteinler, antikorlar vb. herhangi bir ligand türü ile süslenmesinde yoğunluk, moleküler ağırlık, zincir uzunluğu vb. diğer parametreler açısından ayrıntılı olarak ele alınmalıdır.

PC oluşumu uygulama yolunun (intravenöz, oral ve inhalasyon) rolü de PC’nin bileşimi ve profilinde kritik öneme sahiptir. PC içeriğindeki herhangi bir değişiklik doğrudan kan akış hızı, laminer/laminer olmayan kan akışı, cinsiyet ve sıcaklık gibi çevresel özelliklerle ilişkilidir. PC’nin, özellikle yumuşak korona tabakasının stabilitesinin, kılcal damarlardan arterlere kan akış hızı gibi çevresel özelliklere bağlı olarak değiştirilebileceği bulunmuştur. NP’ler dolaşımda 1000 kadar farklı proteinle karşı karşıya gelir. Çeşitli proteinlerin yüzen NP’lere bağlanması, sonuç olarak in vivo koşullarda biyolojik aktiviteyi etkileyen farklı NP alt popülasyonlarının oluşumuna yol açabilir. İlginç bir şekilde, her bir patolojik durumun belirli proteomik profili, spesifik NP’ler etrafındaki PC içeriğini etkileyen başka bir tartışılmaz faktördür. Şaşırtıcı bir şekilde, bu profil aynı durumda (sağlıklı veya hasta kişilerde) bireysel olarak farklılık gösterir.

Yani, biyolojik sisteme giren bir nanopartikülün farmakolojik davranışını değiştirip etkileyecek çok sayıda değişken bulunuyor.

Nanopartikül deyince eksozomlar da virüsler (virüsü eksozomlardan ayırdedici gerçek bilimsel kanıt yok, çünkü saf bir izolat olmadığı gibi kontrollü bir deney de yok) de benzer nano boyutlarda ve bunlar da dolaşıma girince aynı şekilde etraflarında protein korona oluşuyor. Eksozomların zarı, kaynaklandıkları hücre duvarından oluşuyor, zarflı virüslerin zarfı da konak hücre zarından oluşuyor.

Eksozomlar kaynaklandıkları hücreye, koşullara ve içlerinde taşıdıkları nükleik asit vs. içeriğe göre çok çeşitlidir, virüsler de !?

Elektron mikroskopisi resimleri de protein korona ile şematize edilişleri de ne çok benzer, değil mi?

Benzerlikler bu kadarla sınırlı değil tabii ki. Klasik virüs izolasyonu modaliteleri ile eksosom izolosyonu modalitelerinin karşılaştırması yapılırsa her ikisinin de saf bir izolat sağlamadığı, parçalanmış hücrelerin benzer yoğunlukta diğer hücre içerikleri ile karışmış olduğu ve virüs izolasyonu için kontrol deneyleri yapılmış olsa—ki hiç yapılmamış—elde edilecek olanın aynı olacağı izlenimini edinmek mümkün. Ki eskiden virolog olan ve şimdi ise virüslerin gerçekte eksozomlardan başka bir şey olmadığını tespit ederek bu ‘’virolog’’ sıfatını artık kullanmayan Dr. Stefan Lanka, kontrol deneyi yapıldığında, yani izolasyon prosedürü hasta örneği kullanmadan uygulandığında görülenlerin aynı olduğunu, çünkü bu yapıların virüs değil eksozom olduğunu anlatıyor. Ve artık virüs izolasyonu olarak adlandırdıkları klasik prosedürlerin yerine antikor işaretleme gibi dolaylı yöntemler kullanılıyor. Virüs genom veri tabanlarında yüz bine yakın farklı virüsün genom dizileri bulunduğu iddia ediliyor. Virüsler için genetik modifikasyonla işlev kazandırma çalışmaları yapıldığı iddia edildiği gibi eksozomlar için de aynı şekilde genetik modifikasyon çalışmaları yapılıyor.

Eksozomlar, çeşitli hücre tiplerinden salınan hücre dışı (ekstrasellüler) veziküllerin (EV’ler) bir alt sınıfıdır ve hücreler arasındaki parakrin (bir hücreden salınan hormonun komşu hücre reseptörlerine bağlanarak etki göstermesi) etkileşime katılırlar. 30-100 nm arasında değişen boyutlarıyla eksozomlar zardan türetilmiş nanoveziküllerdir. Tüm hücre tipleri tarafından endozomlardan üretilirler. Hipoksi, inflamasyon stimülasyonu ve hücre içi kalsiyum konsantrasyonunun artmasının hücreleri daha fazla eksozom üretmeye zorladığı güçlü bir şekilde gösterilmiş bulunmakta. Eksozomlar, biyoakışkanlarda kolayca dağılarak, yüklerini ileterek, paylaşarak ve alıcı hücrelerin biyolojik özelliklerini değiştirerek hücre-hücre iletişiminin aracıları olarak hizmet edebilir ve proteinler, lipitler ve nükleik asitler gibi sinyal biyomoleküllerini donör hücrelerden alıcı hücrelere aktarabilir. Bu ifadeler doğrultusunda, eksozomların fizyolojik ve patolojik koşullar sırasında biyokimyasal reaksiyonları ve hücresel aktiviteyi modüle etmek için KİLİT aracılar olduğu düşünülmektedir. Eksozomların yüzey proteinleri ve içerdikleri nükleik asit profiller çift sarmallı DNA, mRNA ve mikro-RNA’lar gibi çeşitlidir. Bunlar, kaynak hücrelerin tipleriyle ve ayrıca iltihaplanma, kanser, nörodejeneratif durum gibi hücre durumlarıyla ilişkilidir.

Son on yılda, hücre dışı veziküllerin (EV’ler), özellikle eksozomların incelenmesi, benzersiz biyolojik özelliklerinden dolayı özellikle kanser ve doku rejenerasyonu alanlarında hücre hedefli ilaç taşıma sistemi olarak kullanım için ilgi çekmiştir. Endojen eksozomların çekici biyolojik özellikleri ve işlevleri hem bilimsel hem klinik alanda daha fazla araştırmaya ilham veriyor.

Eksozomlar çevredeki vücut sıvılarına salınır. Ana hücrelerin (proteinler, DNA, RNA, lipitler gibi) moleküler imzalarını içerirler. Başka hücrelere alımı için tanınmayı sağlayan yüzey proteinleri ya da makrofajlardan korunmayı sağlayan protein yapıları vardır. Eksozomlar, en ilginç invaziv olmayan tanısal biyobelirteç ve terapotiklerdir. Düşük immünojenisite, doğal stabilite ve biyolojik engelleri aşma yeteneği dahil olmak üzere içsel özellikleri göz önüne alındığında eksozomların fonksiyonel kargo teslimatı için terapotik araçlar olarak kullanılması planlanmış ve bunun için eksozomlar çeşitli hücre hedefli tedavilere uygun hale getirmek için ilaçlarla kapsüllenmiştir.

Eksozomları, benzer bir lipit çift katmanlı yapıya sahip yapay veziküller olan lipozomlarla ve diğer nanotaşıyıcılarla karşılaştırdığımızda, biyolojik moleküllerin gelişmiş yükleme kapasitesi, alıcı hücrelere girme, uyumluluk, kararlılık, doğal biyoaktivite açısından üstündür. Bundan, eksozomların sadece ilaçları taşımakla kalmayıp aynı zamanda yarı ömürlerini artırdığı, toksisiteyi azalttığı ve hatta çeşitli engelleri aştığı sonucuna varabiliriz. Ancak düşük izolasyon verimi ve yetersiz hedefleme yetenekleri terapötik uygulanabilirliğini sınırlar. Çok miktarda izole edilmesi güç ve maliyetli olduğundan ilaç taşıma sistemleri olarak henüz kullanışlı olmadıkları anlaşılıyor. Bu sıkıntı eksozom-mimetik (eksozom taklitçi ) nanoveziküler taşıma sistemleri kullanılarak çözülmek isteniyor. Lipozomlar, üzerinde en çok çalışılan nanosistem türleridir ve yaygın olarak kullanılmaktadır. Lipozomol vitaminler gibi…

Son zamanlarda çalışmalarda bu ekstraseüllüler veziküllerin hedefleme yeteneğini geliştirmek için manyetik navigasyonlu süperparamanyetik demir oksit nanoparçacıkları (SPION’lar) kullanılmış. (FDA onayı almış olan ilk nanometal.)

Anlaşılan özellikle grafen oksit ve süperparamanyetik demir oksit gibi manyetik nanometaller, eksozomlar gibi nanoboyutta oluşlarıyla ve bu nanoyapıları manyetik etkiyle hücresel tedavi hedefi için dikkatleri çekiyor. Alttaki linkte SPION’larla birlikte bu nanoveziküllerin hücre içinde magnetik alandan nasıl etkilendiğini anlatıyor ve şematize ediyor.

Dolaşımda 1000’e yakın protein ve lipit çeşidi bulunuyor. Ve bir nanopartikül ortalama 300 çeşit proteinle kaplanarak olduğundan çok daha büyük ve farklı bir kimliğe bürünüyor. Bu protein KORONA oluşumu, nanopartikülün hedefine ulaşamadan dolaşımdan hızla temizlenmesine ya da taşınmak istenen ligandın başka bir noktada serbest kalmasına ya da karaciğerde tutulmasına, metabolize olmasına neden olabilir. İşte bu protein KORONAyı oluşturan proteinleri azaltmak ve dolayısıyla bu olasılıkları azaltıp NP (nanopartkül)-ligand (ilaç ya da gen gibi) bileşiminin dolaşımda dayanıklılığını arttırmak için nanopartiküllerden başka bir ilaç taşıma sistemi olan hidrojeller de kullanılıyor.

Aşağıdaki şekilde bir hidrojel olan PEG (polietilen glikol) ile nanopartiküllerin bileşimi, yani NP’in PEGilasyonu, NP’ler ile proteinler arasındaki etkileşimi en aza indirerek daha küçük bir protein koronası oluşumuna yol açar. Çalışmalar PEG ile muamelenin NP’lerin dolaşımda makrofajlar tarafından eliminasyonunu azalttığını gösteriyor.

Protein Koronası şematize edilişi ne kadar da tanıdık, değil mi?

İşte bu protein korona tüm nanoparçaçıklar ve doğal nanoveziküller olan eksozomlar veya virüsler etrafında da oluşuyor.

KAYNAK

Lipid nanopartiküller gibi bir başka ilaç taşıyıcı sistemi de HİDROJELler. İyi emilimleri, iyi biyouyumlulukları ve en azından doğal olanların yüksek güvenlikleri nedeniyle hidrojeller, ilaç iletimi ve doku rejenerasyonu da dahil olmak üzere biyotıp alanında yaygın olarak kullanılmaktadır.

Hidrojel bazlı sürekli salınımlı ilaç taşıyıcıları gelişmekte olan bir ilaç dağıtım sistemidir. Hidrojel hazırlamak için kullanılan malzemeler doğal ve sentetik olarak ikiye ayrılabilir. Selülöz, kollajen gibi doğal olanlar yanında polivinil alkol, poliakrilamid, polietilen glikol gibi sentetik hidrojeller daha çok tercih ediliyor. Sentetik bir polimer olan PEG (polietilen glikol) ise yakın zamanlarda en yaygın olarak kullanılanlarıdır. PEG türevlerinin lipozomlara dahil edilmesi lipozomların serum proteini ve makrofajlarla etkileşimlerini azaltıyor gibi görünüyor. Bazı yayınlar birleştiği proteine göre karakterinin değiştiğini, aslında yüksek biyouyumlu olduğunu iddia etse de PEG oldukça allerjen ve grafen gibi kanın pıhtılaşmasına neden olabilen, hipersensitivite ve allerjik reaksiyonlara, antikor yanıtına yol açabilen bir hidrojel.

Grafen ailesi nanomateryallere gelince;

Eşşiz fizikokimyasal özelliklerinden dolayı grafen ailesi nanomateryaller (GFN’ler) grafenin yüksek mekanik dayanıklılık ve elektrik iletkenlik dahil bir dizi potansiyel fiziksel ve elektronik özelliklerinden dolayı dikkat çekmekte, özellikle biyomedikal uygulamalar olmak üzere birçok alanda yaygın olarak kullanılmakta ve araştırmaların burada yoğunlaştığı görülmektedir. Örneğin, kök hücrelerin farklılaşmasına etki etmek üzere yapılan çok sayıda çalışma dikkatleri çekiyor.

Grafen oksit = grafen nanoşeritler

CNT (Karbon nanotüp ) = İçi boş tüpler oluşturmak üzere sarılmış grafen tabakalarından yapılan silindirik şekilli nanoyapılar

Lipozom: En az bir çift katlı lipit tabakasına sahip küre şeklinde nanoboyutta ve yapay bir veziküldür. (ilaç taşımak için kullanılan bir çeşit küresel nanolipit)

Grafen nanoparçacıklar biyosensörlerin bileşenleri olarak veya hücreyi UZAKTAN KONTROL etmek için kapsamlı bir şekilde araştırılmış. Araştırmalar CNT/protein hibritlerin biyolojik yapı iskeleleri oluşturarak terapötik ve görüntüleme materyalleri olarak hizmet edebileceğini gösteriyor. Asıl dikkat çekici olansa, CNT’lerin tıpkı nöronların myelin klıfı gibi işlev görmesi ve sinirlerin CNT’lerle arayüz oluşturması. Yapılan çalışmalara bakınca nanopartiküller içinde üzerinde en çok durulan en populer olanların grafen bazlı olanlar olduğu çok açık. Bu çok duvarlı karbon nanotüplerin (CNT’lerin) oksidatif açılmasıyla sentezlenen grafen nanoşeritler (O-GNR) de son zamanlarda biyogörüntüleme ve ilaç verme uygulamaları için umut vaat ediyor gibi görünmekte ya da öyle gösterilmekte. Çünkü bunlar, oldukça toksik materyaller. Aşağıdaki bağlantı da grafen ailesi nanopartüküllerin toksisitesi ile ilgili fikir verecektir.

Bu süreçte bir çok bağımsız araştırmacı, Sinovac dahil tüm sözde covid aşılarının içeriğinde grafen nanoseritleri ve CNT’leri ve bazı nanometalleri görüntülediler ve Dr Karen Kingston (Pfizer eski biyoanalisti) gibi uzmanlar belgelerle, kanıtlarıyla aşılarda grafen oksit olduğunu bildirdiler. Karen Kingston bu uygulamayı yapanların asıl amaçlarının grafen için uygun dozu bulmak olduğunu söylüyordu. Ne için en uygun doz ???

Hatırlarsanız Japonya Sağlık Bakanlığı’nın Moderna aşısında nanometal tespiti üzerine aşıları toplattığı haberleri olmuştu. Mıknatıslanma özelliği görülünce kontaminasyon olduğu sanılmıştı, oysa bu nanomettaller tam da planın gereği olarak orada bulunuyor gibi görünüyor. Birçok araştırma incelendiğinde, diğer nanometallerin de daha çok grafen oksitle etkileşim ve etkinliğini artırmak için kullanıldığı izlenimini edinmek mümkün. Ayrıca farklı nanometaller grafen oksitle (karbon bazlı yapıştırıcı) bir arada tutularak dolaşımda agregatlar oluşturuyor. (Hepsi de toksik.)

mRNA-LNP aşı iceriğinde karbon nanotüpleri ilk tespit eden, çocukluk aşılarına karşı mücadelesiyle bilinen Dr Palevsky ve arkadaşları olmuştu. Grafen hakkında araştırma raporlarının iddiası CNT’lerin (karbon nanotüplerin), ilaç ve aşıları yani burada mRNA’yı hücre içine iletmek için kullanıldığı yönünde.

Özetle; LNP, mRNA’nın (ya da grafen oksitin) dolaşımda yıkılmasını önleyip dolaşım ömrünü uzatmak ve hedef hücrelere ulaştırmak, polietilen glikol (PEG) ise LNP’nin proteinlerle etkileşimini azaltıp kolayca yıkılmasını önlemek ve dolaşım süresini uzatmak için kullanılıyor.

Protein sentezi hakkında klasik öğreti; mRNA, bir DNA kalıptan transkripsiyon yoluyla (yani DNA’yı kalıp olarak kullanarak) hücre çekirdeğinde sentezlenir ve protein sentez yeri olan ribozomlara (hücre stoplazmasına çıkarak) protein kodlayıcı bilgiyi taşır.

Şimdi gözümüzün önüne getirelim;

Nanoboyutta mRNA, grafen nanokafeslerle sarılıyor, bu da LNP ile kaplanıyor; o da PEG ile. Sonra bu müthiş birliktelik dolaşımdan hücrelere CNT’lerin oluşturduğu kanallardan ya da endositoz gibi doğal yollardan girip hücre stoplazmasında mRNA açığa çıkıyor, bu da hücrelerde spike protein sentezlettiriyor!?

Bu nanoparçaçık bileşimlerinin biyolojik sistemde davranışının ne kadar çok değişkenden etkileneğini, in vivo çalışmaların yetersizliğini ve hücre altı olayların büyük oranda karanlıkta kaldığını düşünürsek, en azından son basamak pek mümkün görünmüyor. Bu yazıyı hazırlarken, tam da zamanında sanki bir lütuf olarak bulduğum şu sayfa ise anlatmak istediklerimi derli toplu kanıtlar nitelikte:

Burada araştırmacılar aşılar içinde asıl unsurun Grafen oksit ve PEGile LNP olduğunu, bunun dışında pek çok nanometal, hatta parazit olduğunu ancak minimum düzeyde mRNA tespit edildiğini (O da olur ya aşılar bir gün incelenirse ‘mRNA hiç yoktu ‘denemesin, virüs ve spike protein yalanına uyanılamasın ve toksisiteyi asıl yapanın O-GNR ve diğer unsurlar olduğu anlaşılmasın, diyedir herhalde) belirtiyorlar.

Grafen oksitle yüzde yüz dolu lipozomlar, çeşitli nanometal ve grafen oksit kümeleri izlemişler. Ayrıca dolaşımda simplast olarak tanımladıkları birçok hücrenin veya amibin (tek hücreli parazit) kaynaşarak bir araya getirdikleri dolaşım için büyük denebilecek boyutta kütleler de tespit edilmiş.


Özetle;

Kanın viskozitesini (kanın akışkanlığını ) etkileyen başlıca faktörler kan hücrelerinin sayısı, kan proteinleri ve kan hücrelerinin elastikiyeti yani şekil değiştirebilirliği olduğuna göre, dolaşımda kan hücrelerinde çıkıntı yapabilen, hücre zarlarının elastikiyetini azaltıp alyuvarların şeklini bozan ayrıca kan proteinlerini üzerinde toplayıp aralarındaki ilişkileri ve yapılarını etkileyen nanopartiküllerin genel anlamda hiperviskoziteye dolayısıyla dolaşım sorunlarına, dokularda oksijenlenmenin bozulmasına neden olacağı açıktır.

In vivo çalışmaların yetersizliği göz önüne alındığında sadece dolaşım sistemi değil tüm sistemin çok çeşitli koşullarda, farklı şekillerde ve farklı zamanlarda etkileneceğini anlamak güç değildir. Hasta ya da sağlıklı kişilerin hatta hastalığın tipine, yerine göre de farklı etkilenebileceği, farklı ph düzeyleri, oksijenlenme durumuna göre ya da aşı dozları ve içeriklerine (bir kısmının da plasebo olduğunu unutmayalım), dolaşımda karşılaşılan proteinlerin durumuna göre farklı düzeylerde ve farklı zamanlarda etkilenme mümkün olacaktır. Bu rastlantısallık ve çeşitlilik, bildirilen yüzlerce kötü sonucun çeşitliliğini de açıklar niteliktedir.

ÇOCUK FELCİNİN GERÇEK SEBEBİ DDT’DİR, AŞILAR ASLA ÇARE DEĞİLDİR!

ÇOCUK FELCİNİN GERÇEK SEBEBİ DDT’DİR, AŞILAR ASLA ÇARE DEĞİLDİR!


“Çocuk felcinin arkasında kimlerin olduğu anlaşılırsa, Covid süreci daha iyi okunur”

Araştırmacı-yazar Gül Temel

Modern tıp çocuk felcini, “poliovirüs isimli virüsün merkezi sinir sistemine saldırması sonucu oluşan bir hastalıktır” diye tanımlar. Oysa bu, viral bir hastalık değildir. DDT, çocuk felcinin başlıca sebebidir.

1900’lerin başında ABD’de çocuklarda görülen bu hastalık için Rockefeller Tıp Araştırmaları Enstitüsü’nün yönettiği ana akım tıp “viral” kaynaklı iddiasında bulunur. Bu enstitüden S. Flexner ve P. Lewis maymun deneyleri ile bu iddiayı ispatlamak ister.

KAYNAK

Fakat Simon Flexner ve Paul Lewis, virüs izolasyonu diye gösterilen çalışmada, bu izolasyonun hiçbir şekilde gerçekleşmediğini baştan haber verirler.

“Ne film preparatlarında ne de kültürlerde hastalığa neden olan ajanı keşfetmekte başarılı olamadık.”

KAYNAK

1948’de New York Eyaleti Sağlık Departmanından Gilbert Dalldorf ve Grace M. Sickles, felçli çocukların dışkılarını hayvanlara enjekte edip hayvanlarda felç oluşturup oluşturmadığını anlama yöntemine “virüs izolasyonu” diyecek kadar ileri gider.

KAYNAK

1954’te Dulbecco ve Margaret Vogt da poliovirüsü izole ettiklerini iddia eder fakat aslında saf viral izolatları kullanmadıklarını belirterek, ortada hâlâ bir virüs izolasyonu olmadığını göstermiş olur. Özetle poliovirüs hiçbir zaman var olmamıştır.

KAYNAK

Çocuk felcine bir virüsün değil, 1900’lerden başlayarak bahçelere, çiftliklere ve tarım ürünlerine püskürtülen siyanür, DDT gibi çeşitli pestisit kimyasalların sebep olduğunu Rockefeller Enstitüsü’nden bağımsız araştırmalar yürüten birçok doktor güçlü senetlerle deklare eder.

1949’da Dr. Daniel Dresden akut DDT zehirlenmesinin “merkezi sinir sisteminde dejenerasyon” ürettiğini, bunun ciddi infantil felç vakalarda gözlemlenen ile aynı olduğunu saptar. “DDT merkezi sinir sistemini koruyan kan – beyin bariyerini delmektedir.”

KAYNAK

Dr. Ralph Scobey 1952’de felçli çocukların kan örneklerini inceler ve çocukların kanlarında yüksek miktarlarda guanidin, arsenik, kloroform gibi zehirli kimyasalların olduğunu görür. “Bu, hastalığın otokton zehirlenme tepkisi olduğunun bir kanıtıdır.”

KAYNAK

Dr. Morton Biskind 1953’te yazdığı “Public Health Aspects of the New Insecticides” başlıklı makalesinde çocuk felci ve DDT arasındaki bağlantıyı net bir şekilde ortaya koyar: “DDT kullanımıyla birlikte çocuk felci insidansı keskin bir şekilde arttı.”

Dr Morton Biskind makalesinde DDT maruziyeti yaşayan çocuklarda akut alevlenmeler sonucunda felç gözlemlediğini, DDT tahribatlarının virüse atfedildiğini, DDT ve çocuk felci gibi birçok felaket arasındaki çok basit nedensel ilişkinin ısrarla görülmek istenmediğini anlatır. KAYNAK

Biskind: “Vakaların %1’inden daha azı kan ve idrar testleriyle test ediliyor. %99’u sadece semptomların varlığı ile teşhis ediliyor. Ekstremitelerde akut ağrı, ateş, mide rahatsızlığı vb. endüsriyel zehirlenme göstergesi. ‘X virüse’ yüklemek saçmalık.” KAYNAK

Biskind ve Scobey aynı dönem, Kongre’ye DDT’nin çocuk felcinin nedeni olduğunu açıklamak üzere davet edilir. Fakat sundukları onca kanıta rağmen, öncesinde çocuk felcinin Halk Sağlığı Kanununa bulaşıcı hastalık olarak kaydedilmesi engelini aşamazlar.

KAYNAK

Scobey, Kongre’de yaptığı konuşmada Rockefeller Enstitüsü’ne bağlı olan viroloji ve halk sağlığı uzmanlarının Halk Sağlığı Kanununda söz sahibi olduğunu eleştirir:

“Hükümet ve kimya şirketleri ortaklaşa DDT’nin çocuk felcine sebep olduğu gerçeğini virüs teorisiyle örtüyor.”

Yine de Morton Biskind, Ralph Scobey, Irving Bieber gibi doktorlar DDT kullanımı üzerine büyük farkındalık uyandırır. Çocuk felcinin viral bir hastalık olmadığı hükümet tarafından kabul görmese de DDT konusunda kamu bilinci gelişir ve mevzuatta büyük değişikliklere gidilir.

Grafikler, DDT kullanımı ile çocuk felci korelasyonunu net bir şekilde ortaya koyar. 1940’lardan itibaren DDT püskürtülmesinin artan – azalan grafiğine paralel çocuk felci insidansı da artar – azalır. Çocuk felci 1954’ten itibaren DDT püskürtmesinin düşen eğimini takip eder.

DDT’nin zehir olduğunun nihayet anlaşılması ve kullanımının azaltılması sonucunda çocuk felci vakaları da düşmeye başlar. Tam da bu zamanda Rockefeller Tıbbi Araştırma Enstitüsü üyesi Jonas Salk, Ulusal İnfantil Felç Vakfı adına “ölü virüs” çocuk felci aşısı geliştirir. Böylece tarihteki en büyük aşı saha deneyi başlar ve bir yıl süren bu klinik deneyde yaklaşık iki milyon çocuk aşılanır. Tüm deney (kontrol deneyi olmadan) Rockefeller Enstitüsü Bulaşıcı Hastalıklar Bölüm Başkanı Thomas Rivers tarafından denetlenir. KAYNAK

Bu deney sonunda federal hükümet aşıyı onaylar. Akabinde de Cutter Laboratuvarına aşı üretimi için lisans verilir. Cutter aşılarını alan 200bin çocuktan 40bini sadece birkaç gün içinde çocuk felci vakası bildirir, yüzlercesi felç olur, onlarcası ölür.

KAYNAK

Dönemin sağlık dergisi Herald of Health’in 1960 Aralık sayısında Chicago doktoru Ernest B. Zeisler’in raporu yayınlanır. Zeisler:

“Salk’ın aşıları binlerce çocuk felci vakasına ve yüzlerce çocuğun ölümüne yol açtı. Aşı zararları bir bir karartıldı!”

KAYNAK

Zeisler devam eder: “Aşıların testlerini yine aşı üreticileri yaptı. Yalnızca üreticisi tarafından test edildiler. Aşıların güvenliği, saha deneyinin sonuçlarından gerektiği gibi yargılanamadı. Bilimsel prosedürün temel ilkelerini ihlal ettiler! Aşılar asla güvenli değildi.”

Salk’ın aşıları Cutter olayı ile durdurulur. Akabinde Albert Sabin’in aşıları piyasaya sunulur. Salk’ın ve Sabin’in aşılarında değişmeyen bir madde: SV-40. SV-40 maymun virüsü denilse de aslında çocuk felci aşılarında kullanılan toksik bir maddedir.

KAYNAK
Strickler et al. çalışmasında polio aşıalrındaki kontaminasyonla zamansal ilintisi gösterilmiş kanser tipleri


SV-40’ın yıkıcı etkilerinden yalnız birkaçı:

SV-40 kemik kanserine tümörlere sebep olur (KAYNAK)
Osteosarkomlar ve SV-40 ilişkisi (KAYNAK)
SV-40 CD4 düşüklüğüne sebep olur (KAYNAK)
Mezotelyoma ve SV-40 (KAYNAK)

Bugün hala seyrek de olsa uygulanan çocuk felci aşılarına bir kritik: “Aşı içerikleri aşılamayı takiben aylar hatta yıllar sonra salgınlara neden olabilir.” Aşı zararlarını ısrarla perdelerken aşının sebep olacağı hastalıkları önceden haber vermek…

KAYNAK


Çocuk felci nasıl sonlandı?

1955’den itibaren kullanımı azaltılan DDT’nin tamamen ortadan kaldırılması için araştırmacılar hükümete rapor yazıp baskı yapar. DDT kullanımı 1972’de sonlanır. Ve çocuk felcinin sonlandığı tarihler de işte bu zamanlardır.

KAYNAK

Son olarak “neden bu kadar yoğun bir şekilde DDT püskürtmesi yapıldı?” diye soranlara cevap: Çünkü başta Rockefeller ve birçok kimya şirketi böceklerin çocuk felci virüsünü yaydığını söyledi. Zehirlerle hasta edilen insanlara yöneltilen aşı zehirleri… Tanıdık geldi mi?


Neden aşı karşıtıyım?

Çünkü zehir tacirlerinin zehirlerinden seçmece yapmıyorum. Aşıların hepsi zehirdir, geçmişte ve günümüzde herhangi hastalığa çare olduğunun ve salgınları bitirdiğinin hiçbir bilimsel kanıtı yoktur. Aşı karşıtıyım çünkü bilimden tarafım!

Malumun İlamı ve Kazanan Belli: Doğal Bağışıklık Aşı Bağışıklığından Üstün

Malumun İlamı ve Kazanan Belli: Doğal Bağışıklık Aşı Bağışıklığından Üstün

Aaron Siri, 25 Ekim 2021

Amerikan halk sağlığı kurumu CDC, doğal bağışıklığı reddederek kendi itibarıyla savaşıyor.

Covid-19 aşısı mı daha iyi korur, hastalığı önceden geçirmiş olmak mı? Akil adamlar tartışadursun, ICAN Derneği sorunun cevabını kesin olarak almak için gerekli adımı attı. CDC’ye resmi yollardan bu soruyu sordu. Gelen cevap şaşırtıcı değildi: Doğal bağışıklık elbette üstündü!

Yazışmalar uzun, fakat kesinlikle okunmaya değer. Kısacası, her ne kadar epey alttan alınmış bir ifade olacaksa da bu, CDC doğal bağışıklığın aşı bağışıklığına üstünlüğünü hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymuş, tutarlı, anlaşılır ve net bilimsel bilgiye karşı argüman geliştiremiyor, bunları çürütemiyor. Görüşme sonuçlarını şu şekilde özetleyebiliriz:

  • Covid-19 geçirmeye (klinik semptomlarını gösterecek şekilde hasta düşmeye) hangisi daha yatkın? Cevap net. Kazanmış olduğunuz doğal bağışıklık sizi Covid-19’dan %99 başarı oranıyla korurken aşı, daha yeni olmuşsanız bile bu orana yaklaşamıyor, sonrasında da bağışıklık hızla sönüp gidiyor.
  • Virüsle enfekte olup (ister semptomlu ister semptomsuz) etrafa bulaştırma ihtimali daha yüksek olan hangisi? Cevap daha net olamazdı. Aşı bağışıklığı ne enfeksiyon geçirmenizi önlüyor ne de çevrenize bulaştırmanızı, oysa doğal bağışıklık ikisini de sağlıyor. CDC direktörünün açıkladığı üzere aşılanmış kişilerin maske takmaları gerekiyor, çünkü “[Covid-19 aşıları] artık kişiden kişiye hastalık bulaşmasını önleyemiyor.”
  • Daha da vahimi, İngiltere ve İsrail resmi verilerine göre, Covid-19 aşılarının yarattığı olumsuz sağlık sonuçları, hastalığı geçirip doğal yoldan bağışıklık kazanmış bireylerin aşılanmasından sağlanacak faydayı gölgede bırakıyor. 

Buradan çıkacak ders yine, sağlık yetkilileri hiç hata yapmasın değil. Hata hep olur, bunlar yaşanacak. Asıl olmaması gereken şey, vatandaşlık ve insan haklarınızın tıbbi bir prosedürü yaptırıp yaptırmamış olmanıza bağlanmasıdır. Doğal bağışıklığı olsun olmasın aşı veya pekiştirme dozlarını olmak isteyen herkes özgürce bu hakkını kullanabilmeli. Ancak kimse devlet tarafından tıbbi bir prosedür yaptırmaya mecbur bırakılmamalı, buna zorlanmamalı. 

Önemli not: ICAN derneği ve yaptığı işleri bilmeyenler öğrenmeli. ICAN’in misyonunu size şöyle anlatabilirim: Tüketici olarak hepimiz kullandığımız ürünlerin güvenli olmasını isteriz, öyle değil mi? Kullandığımız araba, bindiğimiz uçak, çocuğumuzun oynadığı oyuncak, içtiğimiz ilaç güvenli olmalıdır çünkü. Peki ya aşılar? Hani şu direkt bedeninize zerk edilen tüketici ürünleri var ya, işte onlar. ICAN Derneği 5 yılı aşkın zamandır işte bu ürünlerin, tüm kullacılar için daha güvenli hale getirilmesi için ön cephede savaş veriyor ve hukuk şirketim de bu savaşta ICAN’in baş hukuk danışmanı olmaktan gurur duyuyor.

ICAN Derneği’ni temsilen Avukat Aaron Siri’nin CDC ile yürüttüğü yazılı görümelerin tam metni için: https://www.icandecide.org/wp-content/uploads/2021/10/Reply-to-CDC-Re-Natural-Immunity-v-Vaccine-Immunity.pdf

SANTRAL DOGMA,  mRNA AŞISI ve ÖLÜMSÜZLÜK ÇIKMAZI!

SANTRAL DOGMA, mRNA AŞISI ve ÖLÜMSÜZLÜK ÇIKMAZI!

“Tanrı yoksa, her şey mübahtır” Dostoyevski (1).

Kelime mânâsı ‘temel hakikat’ olarak anlaşılması îcab eden ‘santral dogma’dan ilk defa 1957’de DNA’nın helezonî yapısını keşfeden Francis Crick bahsetmiş. Gencecik yaşında DNA’nın yapısını çözmek için maruz kaldığı radyasyon sebebi ile kanserden ölen Rosalind Franklin’in çekmiş olduğu meşhur fotoğraf 51’e ulaşmak sureti ile Crick ve James Watson’ın Nobel almış olmalarını ise ancak satır aralarında görebilirsiniz (2).

Santral dogma tabiri ile basitçe, bilgiden (DNA) bir aracı (Messenger=peygamber RNA) vasıtası ile protein elde edilmesi, proteinden geri dönülemeyeceği, ancak RNA’dan tekrar DNA elde edilebileceği ifade edilmekdedir (Şekil 1) (2).

Bugün klinikde her gün kullanabildiğimiz ve fazla maliyetli olmayan genetik teknolojilerin gelişdirilmesi 1984’de başlatılan ve ancak 2003’de bitirilen ‘İnsan Genom Projesi’ ile elde edilmişdir. O dönemde insan DNA’sında 80-140 bin gen olduğu tahmin edilirken, sadece 22 bin gen bulunmuş olması çok şaşırtıcı olmuşdu (3). Bir meyve sineğinde bile 9000 gen vardı yahu. Bulunan ilk monogenik (tek gen) hastalığı ise Türk hastalığı da denilen MEFV geni bozukluğuna bağlı Ailevî Akdeniz Ateşi idi. Bugün keşfedilmiş, sadece immün yetmezlik genleri 480’e ulaşmış durumdadır.

Burada dikkatinizi ‘Gen-ome’ bütün gen kelimesine vermelisiniz, exome bütün ekson, virome bütün virüsler, proteome bütün proteinler, transcriptome bütün santral dogma ürünleri anlamına gelmekdedir (3). Yani kâinattaki canlılık ile alakalı bütün moleküler bilgiler incelenmekde ve veritabanlarına yerleşdirilmekdedir. Bu veritabanlarının ihata etdiği bilgiyi sıradan insanların kavramasına imkan yokdur. Merak edenler kaynağı inceleyebilir, mesela insan birinci kromozomunda 5091 gen, 1416 psödogen ve bunlardan üretilen 11288 protein olduğu bilgisine hemen ulaşabilirsiniz (4).

Şimdi arkanıza yaslanın ve düşünün, eskiden saat tamircileri klasik saatleri tamamen sökerek mekanizmanın nasıl çalışdığını tesbit edip sorunu hallederlerdi, youtube’dan görebilirsiniz.

İşte genlerin ve ilgili parçaların ne işe yaradığını ecnebilerin ‘experiment of nature’ dedikleri primer immün yetmezlik hastalarının bozuk genlerini tesbit ederek büyük oranda anlaşılmaya başlanmışdır. Bu genlerin bozukluğu bilhassa akraba evliliğinin yaygın olduğu toplumlarda sık görülmekdedir. Bu evliliklerin mahsulü olan bebeklere genetik ve immünolojik çorba olan aşıların yapılması bozuk genin fonksiyonunu ve ilgili olduğu moleküler mekanizmaların anlaşılmasının temin etmekdedir, bir çeşit in vivo deney yapılmakdadır yani.

Bu durumda, nihai hedef olan ‘ölümsüzlüğün’ çaresini bulmak için kabaca santral dogmanın son elemanı olan transkriptomu çözmek ve yeniden düzenleyebilmek kalıyor.

Daha 2017’de bir mRNA firması müdürü açıkça ‘We are actually hacking the software of life, yani hayatın yazılımını hackliyoruz’ demişdi (5).

Bir nanobot olarak apoferritin molekülü içine yerleşdirilen bir mRNA ve belki başka bir parça, mesela lusiferaz ile, ve bu nanobotun milyarlarca insana uygulanmasının temin edilmesi ile yapılabilir mi? Bingo!

Optogenetik, magnetogenetik, sıvı kristalleşme ile hücreye uzakdan kumanda edilmesi ise başka bir yazı konusudur….

Gelelim işin dînî ve felsefî cephesine….

İnsanlar bilim putuna değil fıtrat icabı Allah’a inanmaya ve güvenmeye meyyaldir. Şeytan ve tarafdarları ise işte o fıtratı bozarak bezm-i elestte insana secde etmeyecekleri ve onu sapıttıracaklarına dair sözlerini yerine getirmek için çalışmakdadır. Bunu yapmak için de ellerindeki en mühim fıtrat bozucu immün sistemi ve endoteli allak bullak eden, kronik enflamasyona yol açan ‘pig gelatin’ gibi maddeler ihtiva eden aşılardır… Kalp gözü açık olmayanların görememesini de cenabı Allah ayetleri ile bize bildiriyor; onlar görmezler, duymazlar.

Fıtrat demişken aklıma geldi; Diyanetin (!) yayınına göre ‘Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar’. Daha anasının memesini emmemiş bebeye aşı yapmak şeytan ve tarafdarlarından başka kimin aklına gelir?

Aşılar hakkında senelerdir Allah rızası için efkâr-ı umûmîye dilim döndüğünce bilgiler vermeye gayret ediyorum. ‘Aşı Felsefesi’, ‘Genetik Çorba’ ve virüsler hakkında naçizâne yazmak istediğimi belirtmişdim (6). Bu yazı ile beraber ‘Zayıflatılmış mikrob’ yazımı da hasseten okumanızı arzu ederim.

COVID aşılarının yan etkileri konusunda fakirden daha yetkin kişilerin bilgilerine müracaaat edilebilir (7).

Daha evvel ki tesbitlerimizi güncelliğine ve isabetliliğine istinaden hatırlatıp devam edelim; Toplum bağışıklığı (herd immunity), 1933’de otuz yıl boyunca bu konu üzerinde çalışan ve o dönem için tek ve hala en tipik ve hâlâ geçerli örnek olan kızamık için Hedrich tarafından ilk defa tarif edilmişdir, ancak adamcağızın adı bile anılmaz (8).

Buna göre; bir toplumdaki fertlerin %68’i kızamık geçirmiş ise yeni vaka görülmez. Böylece, yeni kızamık salgını 2-5 yılda bir emzirme döneminden çıkmış çocuk nüfusu artdıkça tekrarlar. Kızamık herd immünitenin en tipik örneğidir, tamamı aşılanmış toplumlarda bile salgın yapar, ancak döngü süresi uzar, çünkü aşı hakikaten virüsün toplumdaki dolaşımını kısıtlar. Çılgınca aşı yapılmasını istemelerinin yegâne dayanak noktası da budur.

COVID için hiç bir ön immünolojik değerlendirme yapılmaksızın, üstelik hastalığı geçiren kişileri de aşılayarak ve insanları belki de bilerek kobay yaparak çok büyük bir yanlış yapılmakdadır. Buradaki en mühim ahlâkî sorun ise insanların büyük kısmının kobay olduklarının farkında bile olmamalarıdır.

Aşı olan kişilerin önümüzdeki senelerde aynı virüs ve mutantlarına ve yeni ÜRETİLECEK koronavirüslere karşı en korumasız grubu teşkil edeceğini zannediyorum. Bu sebeple tekrar hatırlatıyorum;

AŞI İLE HİÇ BİR ZAMAN NATURAL VE ÇAPRAZ (HETEROSUBTİPİK) TOPLUM BAĞIŞIKLIĞI TEMİN EDİLEMEZ.

Bir solunum yolu virüsünden maske ve mesafe ile korunmak imkansızdır. Toplumun büyük kısmı bir yıl içinde bu virüsle şu veya bu şekilde karşılaşmış ve tabii bağışıklık gelişdirmiş olmalıdır. Bu sebeple, Dr. Yıldız’ın tesbitinin doğru olduğu kanaatindeyim (9). Bu durum, İsveç’in BAŞARI ile sürdürdüğü herd immünite politikasında açıkça ve HÂLÂ görülmekdedir (10).

BİR SOLUNUM YOLU VİRÜSÜNE KARŞI YAPILACAK YEGÂNE MÜDAFAA, ONUNLA KARŞILAŞMAK VE ONU MAĞLUB ETMEKDİR.

Aşılayarak hasta olunmayacağını, bulaşmanın önleneceğini iddia eden otorite, bu iddialarından mecburen (!) vazgeçmiş ve artık sadece hastalığın ağır geçirilmesinin önleneceğini söylemekdedir. Ancak, bu iddia da yanlışdır. Aynı adî gripde olduğu gibi, aşılanan kişilerde yeni mutasyonlar ilerdeki mevsimsel sirkülasyonlarda daha ağır geçirmeye sebeb olacakdır. Yeni ve iyi bir araştırma bu iddiamızı teyid etmekdedir (11).

Bu bakımdan Diyanet’in içindeki kime muhtemelen ‘mabedci’ bir klik ‘orucu bozmaz’, ‘Aşı yapdırmamak kul hakkıdır’ diyerek siyasi otoriteyi de hatalarına ortak etmişdir.

Yukarda ifade etdiğim mücadeleyi kazanamayanların yükünü gayr-i kabil-i kıyas, kan, su ve diğer yollarla bulaşan veba gibi hastalıklarla bir tutarak diğer bîgünah insanlara yüklemek caiz olamaz.

Gazâlî’nin islam düşmanlarının, satanistlerin en sevmediği kişilerin başında gelmesinin, kötülenmesinin sebebi de ilmi metodolojiyi, akıl ve mantığın ehemmiyetini bize akdarmasıdır. Dolayısı ile, Akıl ve mantığa, hayatın akışına uymayan bilimsel araşdırmalar ÇÖPDÜR.

Kâinatdaki her şey binary (ikili) sistemle yani, 1 (arabcası vahid) ve 0 (=var ve yok) yani matematik ile ifade edilebildiğine ve bütün bilgisayarlar da bu sistemle çalışdığına, 1 ve/veya 0 sistemi ile çalışan kuantum bilgisayarları ile de sanal gerçekliğin gerçekden ayırt edilemez hale getireceği (in silico) de göz önüne alındığında yüce kitaptaki şu ayetleri hatırlatmak lazımdır;

Allah şeytanı lânetlemiştir, o da “Kullarından belli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara kaptıracağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler” demiştir (Nisa 118-119).

Her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz (Ankebut, 57).

Son söz bilimcilere; Ya tanrı varsa?!

Prof.Dr. Alişan Yıldıran

  1. https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/insan-ozgurlugunu-yitirdi-hiz-haz-ve-araclarin-kolesi-simdi-2058752
  2. https://en.wikipedia.org/wiki/Central_dogma_of_molecular_biology
  3. https://en.wikipedia.org/wiki/Human_Genome_Project
  4. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/genome/?term=human
  5. https://youtu.be/AHB2bLILAvM
  6. https://ahmetrasimkucukusta.com/2021/03/28/misafir-yazar/zayiflatilmis-mikrop-asi-yani/
  7. https://articles.mercola.com/sites/articles/archive/2021/06/06/stephanie-seneff-covid-vaccine.aspx?ui=abcef0cb900b82646ebd37fa636a04e4e902f8582dd01c378bd7d29d6073e004&sd=20201114&cid_source=dnl&cid_medium=email&cid_content=art2HL&cid=20210606&mid=DM898000&rid=1176002817
  8. Hedrich AW. Monthly estimates of the child population ‘suscepti-ble’ to measles: 1900 – 31, Baltimore, MD. Am J Hygiene1933; 17:613–36.
  9. https://ahmetrasimkucukusta.com/2021/03/26/etibba-diyor-ki/toplumun-yuzde-50si-kitle-bagisikligi-kazandi/
  10. https://en.wikipedia.org/wiki/COVID-19_pandemic_in_Sweden ‘all cause death 2015-2020 tablosu
  11. https://ahmetrasimkucukusta.com/2021/06/13/yazilar/tip-yazilari/kovid-asisi/varyantlar-antikorlardan-nasil-kaciyor/w3de
Doğruyu Söyleyen Doktorlar, Örgütlü Sistem Bekçilerine Karşı

Doğruyu Söyleyen Doktorlar, Örgütlü Sistem Bekçilerine Karşı

Temmuz 2021’de ABD’nin Indiana eyaletinde 33 senelik aile hekimliği kariyeri ile Dr. Daniel W. Stock’u, Mt. Vernon isimli okulun yönetim kurulu toplantısındaki ifadesi ile dinleyeceksiniz.

Indiana’dan Dr. Dan Stock ben.

Az önceki yorumunuza istinaden, 18 ay geçmiş halen sorunu çözemedik dediniz ya, işe yarayacak bir şey yapmıyoruz ki sorun çözülsün?

Karar almadan önce bilim ne diyor, buna bile bakmayan Eyalet Tabip Odası ve CDC’yi dinleyince böyle oluyor.

Kendim Fonksiyonel Aile Hekimiyim, immünoloji ve enflamasyon regülasyonu alanlarında eğitimim var.
CDC ve eyalet Tabip Odasınca verilen tavsiyelerin HEPSİ bilmin HER TÜRLÜ KURAL VE KAİDESİNE AYKIRIDIR.

Koronavirüs ve diğer tüm respiratuar virüslerle ilgili bilmeniz gereken şey şu:
Aerosol partiküllerle yayılır bunlar ve gözeneklerinden geçmediği maske de yoktur.

Sekreterliğinize bıraktığımız flash drive’daki dosyadan konuyla ilgili tıbbi/bilimsel tüm verileri görebilirsiniz.

Hatta orada, bizzat NIH’in yaptırdığı ve maskenin işe yaramadı GERÇEĞİNİ gösteren en aşağı 3 yayın göreceksiniz, lâkin CDC de NHS de parasını KENDİ ödedikleri bu BİLİMSEL çalışmaları görmezden geliyor.

O yüzden hâlâ uğraşıp duruyorsunuz işte, çünkü VİRÜSLERİ ortadan kaldırmanız İMKANSIZDIR.
Solunum yollarını tutan TÜM virüslerin tarihçesini inceleyin, YIL BOYUNCA dolaşımdadır bunlar, kış olsun da immün sisteminiz zayıflasın diye bakarlar veya şimdi BU AŞILARLA olduğu gibi immün sisteminiz RAYINDAN ÇIKTIĞINDA onlara fırsat doğar, bir bakmışsınız semptom verecek şekilde hasta düşmüşsünüz.

Maske filan tutmadığı, üstüne bir de hayvanlarda barınabildikleri için de —bu nokta çok önemlidir bakın— kimsenin bu virüsü ortadan filan kaldırması mümkün değildir!

CDC herkesi biz bu işi “çiçek”teki gibi hallederize inandırdı; “çiçek”teki gibi kökünü kazırız nasıl olsa dendi.
Çiçek virüsü hayvanda barınan bir virüs değildi, enfekte etmeyi bildiği tek canlı insandı.
O yüzden ortadan kaldırabildik o virüsü.

Fakat BU virüsle yapamazsınız bunu; tıpkı grip, nezle, Respiratuar Sinsisyal Virüs (RSV), adenoviral respiratuar sendrom ve hayvanda barınabilen diğerleriyle de YAPAMADIĞINIZ gibi.

O yüzden bu tedbirlerle defedemezsiniz işte bu virüsü; çünkü daha önce DENENMİŞ, BECERİLEMEMİŞ ve becerilemeyecek olan bir şey yapmaya çalışıyorsunuz.

Bir bu kadar önemli diğer mesele de, AŞIYLA, hele hele BU aşıyla bu dediğim gerçeklerin HİÇBİRİNİ değiştiremeyecek olmanız.

Umarım kurulunuz CDC, NIH ve Tabi Odası’nın tavsiye kararlarına uyup uymamaya karar vermeden önce şunu sorar kendine: Ne grip, ne nezle ne de RSV için yapmadığımız bütün bu uygulamaları bu virüs için niye yapmak durumundayız?

Sonra şunu sorun kendinize: Bu sözümona çok etkili aşı, viral respiratuar sendromların HİÇ huyu olmadığı halde tutup YAZIN ORTASINDA SALGIN patlak vermesine NASIL izin verdi?

Anlamanıza yardımcı olsun diye söylüyorum, bu duruma tıpta “ANTİKOR MEDİASYONLU VİRÜS GÜÇLENMESİ” deniyor.

Aşı yanlış iş gördüğünde ortaya çıkan bir durum bu ve SARS pandemisi sonrasında koronavirüsler için düzenlenen BÜTÜN hayvan deneylerinde yaptığı şey de bu olmuştur aşının.

Respiratuar sinsiyal virüs (RSV) için geliştirilmiş aşıda da aynısı yaşanmıştır: Patojenisitesi zaten çok düşük, doğal yoldan kapsanız hafif bir enfeksiyonla atlatacağınız respiratuar virüsü alıyorsunuz,
aşıyla insanlara vurup immün sistemlerinin virüse sapkın yanıt vermesini, böylelikle aşırı güçlenmesini sağlıyorsunuz.

Şu an yaşanan salgının NEDENİ DE BUDUR, zaten flash drive’daki ve emaillerinize de gönderilecek yayınlarda da göreceksiniz, Massachusetts’te patlak veren salgındaki semptomatik Covid teşhisli vakalarının %75’i önerilen aşı dozlarının HEPSİNİ olmuş olanlardır.

O yüzden, aşı olmuş birine aşı olmamıştan farklı davranmanın hiçbir gerekçesi yok.
Ayrıca —arkasında olduğum, kendim olacağım ve çocuklarıma da vuracağım aşılar da DAHİL olmak üzere— HİÇBİR aşının ENFEKSİYONU ÖNLEMEDİĞİNİ de BİLİN isterim.

2014’te ulusal hokey liginde KABAKULAK salgını yaşandı.
Semptom gösterenler aşısız olanlar veya aşılılık durumu bilinmeyenler olmuştu.
Aşının işe yaradığını mı gösteriyor peki bu?
Semptom gösterecek şekilde hasta düşenlerin YARISI ne aşısız bireylerle ne de aşılılık durumu ilinmeyen kimseyle TEMAS dahi etmemişken, sizce hastalığı NEREDEN kapmış olabilirler?

Yanıt: AŞILI KİMSELERDEN!

Enfekte olmanızı ÖNLEYECEK AŞI DİYE BİR ŞEY YOKTUR.
Enfekte de olursunuz, patojeni de [vücut sıvılarınızdan] etrafa saçarsınız [SHEDDING].
Özellikle de SOLUNUM sistemi VİRÜSLERİ için geçerlidir bu, fakat “semptom göstermez”siniz.

Patojenin kişiden kişiye bulaşmasını önLEMİYOR yani!

Şu an yaptığınız HİÇBİR şey buraya yazdığınız bu istatistikleri düzeltecek bir işe yaramıyor ki!
Solunum sistemini tutan viral patojenlerin doğası gereği bu tedbirlerin tümü geçersiz.
Aşıyla da önleYEMEZsiniz, çünkü yapsın istediğiniz şeyi YAPMIYOR!
Hayatınızın geri kalanı boyunca kovalayıp duracaksınız bu meseleyi ve sonunda anlayacaksınız ki CDC ve Tabipler Birliği’nden aldığınız “bilimsel” yönlendirme 5 para etmezmiş.

Onun yerine size ilettiğimiz dosyaları, emaillerinize gönderilen yayınları okuyun ve CDC ile NIH’ten aldıkları bilgilendirmenin GERÇEKLERLE ÖRTÜŞMEDİĞİNİ anlamış buradaki bu insanları dinleyin lütfen.

O yüzden hâlâ bu hastalıkla uğraşıyorsunuz, aşı da sizi virüsten koruyacaktı ama işe bakın ki YAZIN ORTASINDA, D vitamini seviyeleri tepedeyken CV-19 salgını patlatabildi?!

Bu arada, aşılamayla ilgili herhangi bir hak kısıtlayıcı uygulamanın gündeme gelebilmesi için ortada sözkonusu hastalık için TEDAVİ olmaması gerekir.

15’ten fazla CV-19 hastası tedavi etmiş biri olarak, aktif D vitamini yüklemesi, Ivermectin ve çinko
verilen kişilerin TEKİ bile hastanenin yakınından bile geçmek durumunda kalmadı, 25 Hidroksi-D vit seviyelerini 55’in üstüne çıkarttığınız anda nüfus genelinin CV-19’dan hayatını kaybetme olasılığının
4’te 1’ine indiğini gösteren tıbbi yayınlar da mevcut.

D vitamini ile yürütülmüş CV tedavi denemelerine dair yayınları da ilettiğimiz dosyada bulabilirsiniz.

O yüzden, aşı olmuş mu olmamış diye bakıp buna göre insan ayıracaksanız aynı ayrımcılığı 25-hidroksi D vitamini seviyelerine, çinkoya bağlı tat alma duyusu yerindeliğine ve hatta geçmiş enfeksiyon öyküsüne göre de yapmanız lazım, keza ilettiğimiz dosyada aşının, CV-19 GEÇİRMİŞ insanlara kesinlikle HİÇBİR FAYDA SAĞLAMADIĞI, ne semptom azalttığı ne hastane bakım oranlarını azalttığı, bilakis, hastalığı geçirdikten sonra aşılandıkları takdirde 2 ila 4 kat FAZLA YAN ETKİ yaşadıklarını belgeleyen yayınlar mevcut.

Dolayısıyla, yönetim olarak aldığınız kararlar gerçeklerle hiçbir şekilde uyuşmayan bilgilere dayanmakta.
Sizin hatanız değil tabii, bilim icra eden insanlar değilsiniz ve CDC, NIH ya da Tabipler Birliği’nin dediğini yapmak da makul gözüktü gözünüze.

Onun yerine burada toplanan insanların dediklerini dikkate alın ve tarafınıza teslim edilen dosyayı okuyun derim.
Dosyada yazanlarla ilgili herhangi bir sorunuz olursa da seve seve gelir ve gerekirse tek tek sorularınızı yanıtlayıp işin bilimsel kısmını açıklarım.

CDC veya NIH yönergelerini takip etmezsek hakkımızda dava açılabilir diye bir endişeniz varsa,
mahkemede savunmanızı yapmak üzere ücretsiz uzman tanıklık yapacağımı da burada belirtmek isterim.

Mahkeme yeri, zamanı fark etmez; resmi yönergelerin bilimsel gerçeklerle örtüşmediğine dair tanıklık sözüm bakidir.

Teşekkürler.

– Teşekkür ederiz.

mRNA Aşılarının Minik Sırrı – Vaksinologdan Büyük İfşa

mRNA Aşılarının Minik Sırrı – Vaksinologdan Büyük İfşa

“Büyük hata yaptık. Diken proteininden şahane hedef antijen olur diye düşündük ama bunun aslen bir toksin olduğunu, patojenik (hastalık yapıcı) bir protein olduğunu bilmiyorduk. İnsanlara aşıyla toksin veriyoruz, bunların bir kısmı kan dolaşımına giriyor ve başta kalp-damar sistemi olmak üzere bedende hasara yol açıyor.” – Byram Bridle

https://www.canadiancovidcarealliance.org/
  • Kanadalı immünolog Byram Bridle, işi aşı geliştirmek, özellikle de “virüs aşısı”. Pfizer’ın Japon idari makamlarına teslim ettiği ancak gizlilik ibaresi nedeniyle kimsenin erişim sağlayamadığı ‘aşının ‘biyodağılımı’ ile ilgili çalışma sonuçlarının yer aldığı rapora resmi taleple ulaşıyor. Ve ortaya Cv-19 aşılarıyla ilgili problemler saçılıyor. Bunu bir radyo programında ifade eder etmez de yoğun saldırılar başlıyor. Kariyerine bitti gözüyle bakılıyor.

  • Aşı üreticisi şirketlerin yola çıkış varsayımı, aşıdaki mRNA’nın çokça vurulduğu yerde (omuz kasları) kalacağı, vücut geneline dağılmayacağı yönünde. Pfizer’ın kendi verileri ise hem mRNA’nın hem de bunun sayesinde üretilen “diken proteini”nin saatler içerisinde vücuda dağılıverdiğini gösteriyor.

  • “Diken proteini” doku ve organlarda birikmeye başlıyor. Biriktiği organların başında dalak, kemik iliği, karaciğer, adrenal bezler ve “oldukça yüksek konsantrasyonlarda” da yumurtalık geliyor. Doç.Dr. Bridle soruyor: “Bu aşılar çocuklara vurulmaya başlandığı takdirde bir kısmını kısırlaştırmış olacak mıyız?”

  • “Diken proteini neredeyse tek başına bu hastalıktaki kalp ve damar sistemi hasarından sorumlu kısmı virüsün. Tutar saflaştırılmış diken proteinini deney hayvanlarının kanına enjekte ederseniz kalp-damar sisteminde oluşmadık hasar bırakmadığını görürsünüz. Üstüne, kan-beyin bariyerini geçerek beyinde de hasar bırakır.”Vaksinolog Byram Bridle

  • Kanda dolaşıma girdiği andan itibaren diken proteini kan pulcuğu reseptörlerine ve kan damarları çeperindeki hücre reseptörlerine bağlanıyor. Bu olduğunda kan pulcukları öbeklenerek kan pıhtısı oluşumuna gidebilir veya anormal kanamalar görülebilir.

  • Kanada’dan hakemli dergide yayımlanmış çalışmada, yine bir mRNA aşısı olan Moderna vurulmuş 13 genç sağlık çalışanı takibe alınıyor ve 11’inin kanında diken proteini bulunuyor. 

  • Byram Bridle: “Diken proteininin patojenik bir protein olduğu çoktandır bilinen bir şey. Toksindir bu protein ve vücutta dolaşıma girerse hasar bırakır. Ve şimdi elimizde, omuzdaki kas dokusuna bu proteini yapsın diye zerk edilen aşıların hem kendisinin hem de ürettirdiği diken proteinlerinin kan dolaşımına girdiğine dair kesin kanıt var.”  

  • Aşı gebelere ve emziren kadınlara vurulurken ne güzel, annenin ürettiği hazır antikorlar da bebeğe aktarılmış, bu sayede bebek pasif bağışıklık kazanmış olacak denmişti. Fakat ortaya çıktı ki antikor filan değil, anne sütünden bizzat aşı içeriği bebeğe geçiyormuş! Sütle birlikte aşı vektörünün kendisi bebeğe aktarılmış oluyor. Bu da diken proteininin bebekte dolaşıma girmesi demek. Kanda ne var ne yok tüm proteinler konsantre halde anne sütüne gidiyor çünkü! Ve ABD’deki VAERS (aşı yan etki bildirim sistemi) programına bakıldığında da anne sütü emen bebeklerde mide-bağırsak kanamaları görüldüğüne dair raporları buluyor Byram Bridle.

  • Byram Bridle’a göre bu durumda sorunlu alanlar şunlar:

    a) Kan bağışı. Patojen diken proteinlerinin kan nakli bekleyen, sağlık durumu nazik hastalara aktarılmaması gerekiyor.
    b) Anne sütü alan bebekler risk altında
    c) Orijinal “virüs”le enfeskiyonun hiçbir şekilde sağlık için risk oluşturmadığı gruplara (bütün çocuklar!) bu aşı uygulandığı takdirde sadece risk/zarar meydana gelmiş olacağından sakıncalı.
    d) Kadınlarda yumurtalıkta anormal diken proteini birikimi nedeniyle kısırlık sorunu olabilir.