Kelime mânâsı ‘temel hakikat’ olarak anlaşılması îcab eden ‘santral dogma’dan ilk defa 1957’de DNA’nın helezonî yapısını keşfeden Francis Crick bahsetmiş. Gencecik yaşında DNA’nın yapısını çözmek için maruz kaldığı radyasyon sebebi ile kanserden ölen Rosalind Franklin’in çekmiş olduğu meşhur fotoğraf 51’e ulaşmak sureti ile Crick ve James Watson’ın Nobel almış olmalarını ise ancak satır aralarında görebilirsiniz (2).
Santral dogma tabiri ile basitçe, bilgiden (DNA) bir aracı (Messenger=peygamber RNA) vasıtası ile protein elde edilmesi, proteinden geri dönülemeyeceği, ancak RNA’dan tekrar DNA elde edilebileceği ifade edilmekdedir (Şekil 1) (2).
Bugün klinikde her gün kullanabildiğimiz ve fazla maliyetli olmayan genetik teknolojilerin gelişdirilmesi 1984’de başlatılan ve ancak 2003’de bitirilen ‘İnsan Genom Projesi’ ile elde edilmişdir. O dönemde insan DNA’sında 80-140 bin gen olduğu tahmin edilirken, sadece 22 bin gen bulunmuş olması çok şaşırtıcı olmuşdu (3). Bir meyve sineğinde bile 9000 gen vardı yahu. Bulunan ilk monogenik (tek gen) hastalığı ise Türk hastalığı da denilen MEFV geni bozukluğuna bağlı Ailevî Akdeniz Ateşi idi. Bugün keşfedilmiş, sadece immün yetmezlik genleri 480’e ulaşmış durumdadır.
Burada dikkatinizi ‘Gen-ome’ bütün gen kelimesine vermelisiniz, exome bütün ekson, virome bütün virüsler, proteome bütün proteinler, transcriptome bütün santral dogma ürünleri anlamına gelmekdedir (3). Yani kâinattaki canlılık ile alakalı bütün moleküler bilgiler incelenmekde ve veritabanlarına yerleşdirilmekdedir. Bu veritabanlarının ihata etdiği bilgiyi sıradan insanların kavramasına imkan yokdur. Merak edenler kaynağı inceleyebilir, mesela insan birinci kromozomunda 5091 gen, 1416 psödogen ve bunlardan üretilen 11288 protein olduğu bilgisine hemen ulaşabilirsiniz (4).
Şimdi arkanıza yaslanın ve düşünün, eskiden saat tamircileri klasik saatleri tamamen sökerek mekanizmanın nasıl çalışdığını tesbit edip sorunu hallederlerdi, youtube’dan görebilirsiniz.
İşte genlerin ve ilgili parçaların ne işe yaradığını ecnebilerin ‘experiment of nature’ dedikleri primer immün yetmezlik hastalarının bozuk genlerini tesbit ederek büyük oranda anlaşılmaya başlanmışdır. Bu genlerin bozukluğu bilhassa akraba evliliğinin yaygın olduğu toplumlarda sık görülmekdedir. Bu evliliklerin mahsulü olan bebeklere genetik ve immünolojik çorba olan aşıların yapılması bozuk genin fonksiyonunu ve ilgili olduğu moleküler mekanizmaların anlaşılmasının temin etmekdedir, bir çeşit in vivo deney yapılmakdadır yani.
Bu durumda, nihai hedef olan ‘ölümsüzlüğün’ çaresini bulmak için kabaca santral dogmanın son elemanı olan transkriptomu çözmek ve yeniden düzenleyebilmek kalıyor.
Daha 2017’de bir mRNA firması müdürü açıkça ‘We are actually hacking the software of life, yani hayatın yazılımını hackliyoruz’ demişdi (5).
Bir nanobot olarak apoferritin molekülü içine yerleşdirilen bir mRNA ve belki başka bir parça, mesela lusiferaz ile, ve bu nanobotun milyarlarca insana uygulanmasının temin edilmesi ile yapılabilir mi? Bingo!
Optogenetik, magnetogenetik, sıvı kristalleşme ile hücreye uzakdan kumanda edilmesi ise başka bir yazı konusudur….
Gelelim işin dînî ve felsefî cephesine….
İnsanlar bilim putuna değil fıtrat icabı Allah’a inanmaya ve güvenmeye meyyaldir. Şeytan ve tarafdarları ise işte o fıtratı bozarak bezm-i elestte insana secde etmeyecekleri ve onu sapıttıracaklarına dair sözlerini yerine getirmek için çalışmakdadır. Bunu yapmak için de ellerindeki en mühim fıtrat bozucu immün sistemi ve endoteli allak bullak eden, kronik enflamasyona yol açan ‘pig gelatin’ gibi maddeler ihtiva eden aşılardır… Kalp gözü açık olmayanların görememesini de cenabı Allah ayetleri ile bize bildiriyor; onlar görmezler, duymazlar.
Fıtrat demişken aklıma geldi; Diyanetin (!) yayınına göre ‘Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar’. Daha anasının memesini emmemiş bebeye aşı yapmak şeytan ve tarafdarlarından başka kimin aklına gelir?
Aşılar hakkında senelerdir Allah rızası için efkâr-ı umûmîye dilim döndüğünce bilgiler vermeye gayret ediyorum. ‘Aşı Felsefesi’, ‘Genetik Çorba’ ve virüsler hakkında naçizâne yazmak istediğimi belirtmişdim (6). Bu yazı ile beraber ‘Zayıflatılmış mikrob’ yazımı da hasseten okumanızı arzu ederim.
COVID aşılarının yan etkileri konusunda fakirden daha yetkin kişilerin bilgilerine müracaaat edilebilir (7).
Daha evvel ki tesbitlerimizi güncelliğine ve isabetliliğine istinaden hatırlatıp devam edelim; Toplum bağışıklığı (herd immunity), 1933’de otuz yıl boyunca bu konu üzerinde çalışan ve o dönem için tek ve hala en tipik ve hâlâ geçerli örnek olan kızamık için Hedrich tarafından ilk defa tarif edilmişdir, ancak adamcağızın adı bile anılmaz (8).
Buna göre; bir toplumdaki fertlerin %68’i kızamık geçirmiş ise yeni vaka görülmez. Böylece, yeni kızamık salgını 2-5 yılda bir emzirme döneminden çıkmış çocuk nüfusu artdıkça tekrarlar. Kızamık herd immünitenin en tipik örneğidir, tamamı aşılanmış toplumlarda bile salgın yapar, ancak döngü süresi uzar, çünkü aşı hakikaten virüsün toplumdaki dolaşımını kısıtlar. Çılgınca aşı yapılmasını istemelerinin yegâne dayanak noktası da budur.
COVID için hiç bir ön immünolojik değerlendirme yapılmaksızın, üstelik hastalığı geçiren kişileri de aşılayarak ve insanları belki de bilerek kobay yaparak çok büyük bir yanlış yapılmakdadır. Buradaki en mühim ahlâkî sorun ise insanların büyük kısmının kobay olduklarının farkında bile olmamalarıdır.
Aşı olan kişilerin önümüzdeki senelerde aynı virüs ve mutantlarına ve yeni ÜRETİLECEK koronavirüslere karşı en korumasız grubu teşkil edeceğini zannediyorum. Bu sebeple tekrar hatırlatıyorum;
AŞI İLE HİÇ BİR ZAMAN NATURAL VE ÇAPRAZ (HETEROSUBTİPİK) TOPLUM BAĞIŞIKLIĞI TEMİN EDİLEMEZ.
Bir solunum yolu virüsünden maske ve mesafe ile korunmak imkansızdır.Toplumun büyük kısmı bir yıl içinde bu virüsle şu veya bu şekilde karşılaşmış ve tabii bağışıklık gelişdirmiş olmalıdır. Bu sebeple, Dr. Yıldız’ın tesbitinin doğru olduğu kanaatindeyim (9). Bu durum, İsveç’in BAŞARI ile sürdürdüğü herd immünite politikasında açıkça ve HÂLÂ görülmekdedir (10).
BİR SOLUNUM YOLU VİRÜSÜNE KARŞI YAPILACAK YEGÂNE MÜDAFAA, ONUNLA KARŞILAŞMAK VE ONU MAĞLUB ETMEKDİR.
Aşılayarak hasta olunmayacağını, bulaşmanın önleneceğini iddia eden otorite, bu iddialarından mecburen (!) vazgeçmiş ve artık sadece hastalığın ağır geçirilmesinin önleneceğini söylemekdedir. Ancak, bu iddia da yanlışdır. Aynı adî gripde olduğu gibi, aşılanan kişilerde yeni mutasyonlar ilerdeki mevsimsel sirkülasyonlarda daha ağır geçirmeye sebeb olacakdır. Yeni ve iyi bir araştırma bu iddiamızı teyid etmekdedir (11).
Bu bakımdan Diyanet’in içindeki kime muhtemelen ‘mabedci’ bir klik ‘orucu bozmaz’, ‘Aşı yapdırmamak kul hakkıdır’ diyerek siyasi otoriteyi de hatalarına ortak etmişdir.
Yukarda ifade etdiğim mücadeleyi kazanamayanların yükünü gayr-i kabil-i kıyas, kan, su ve diğer yollarla bulaşan veba gibi hastalıklarla bir tutarak diğer bîgünah insanlara yüklemek caiz olamaz.
Gazâlî’nin islam düşmanlarının, satanistlerin en sevmediği kişilerin başında gelmesinin, kötülenmesinin sebebi de ilmi metodolojiyi, akıl ve mantığın ehemmiyetini bize akdarmasıdır. Dolayısı ile, Akıl ve mantığa, hayatın akışına uymayan bilimsel araşdırmalar ÇÖPDÜR.
Kâinatdaki her şey binary (ikili) sistemle yani, 1 (arabcası vahid) ve 0 (=var ve yok) yani matematik ile ifade edilebildiğine ve bütün bilgisayarlar da bu sistemle çalışdığına, 1 ve/veya 0 sistemi ile çalışan kuantum bilgisayarları ile de sanal gerçekliğin gerçekden ayırt edilemez hale getireceği (in silico) de göz önüne alındığında yüce kitaptaki şu ayetleri hatırlatmak lazımdır;
Allah şeytanı lânetlemiştir, o da “Kullarından belli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara kaptıracağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler” demiştir (Nisa 118-119).
Her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz (Ankebut, 57).
Çocuk İmmünoloji-Allerji Uzmanı, Prof.Dr. Alişan Yıldıran
Allah Teâlâ ARK hocada razı olsun, sayesinde, hem hadiselerden haberimiz oluyor, hem de bizim erişemediğimiz yerlere münasib cevapları, münasib şekilde veriyor (1).
Üzücü olan husus şu ki, memleketimizin bilimsel, akademik seviyesi, bırakın bilimsel çalışma yapmayı ve yayınlamayı, makale okumanın, takib etmenin bile bilinmediğini telkin etmekde…
Mevzu-u bahis makaleye geçmeden evvel, konu hakkında bir iki kelime ile okuyucuların bilgi sahibi olması lazım; sahibi big pharma ile arası iyi bir tıp fakültesinde çalışan bir emekli enfeksiyon hocası, bir kaç gün evvel RF tıbbının meşhur dergisi Nature’ün magazin versiyonunda çıkan bir habere pek sevindirik olmuş; “COVID-19 aşılarının ikinci dozunu geç yapmak (3 hafta yerine 11-12 hafta) yaşlılarda daha yüksek antikor cevabı oluşturdu. İmmunolojik süreçlere göre beklenen bir durum olmasına rağmen konu ülkemizde yersiz şekilde günlerce tartışıldı.” Beyefendi ARK hocanın fevkalade yerinde tenkid ve suallerine ise “Deontolojik ve etik üsluptan yoksun bir tartışmanın tarafı olmam” diyerek cevabı olmadığını izhar ediyor. Konunun ehemmiyeti şu, beyefendinin muhterem reis-i cumhur hazretlerinde fevkalade tesiri var.
Bir mRNA aşısının, klasik aşılardaki primer, sekonder antijenik karşılaşma ile alakası olmadığını bilmediğini de gösteriyor (Şekil 1. meşhur Siegrist’in klasikleşmiş yazından alınmışdır) (2).
Yaşlı kişilerde antikor seviyesinin mRNA aşı dozunun üç ay sonra yapılması ile daha yüksek antikor seviyesi elde edilmesinin, timusu olmayan bu kişilerde T hücreleri ile değil muhtemelen B hücreleri ile ve nötralizan değil non-nötralizan yani faydalı değil, tehlikeli (antibody dependent enhancement) alakalı olabileceği için, bu bulguyu gerekli tetkikler yapılmadan aşı lehine yorumlamak vicdan azabına bağlı olmalıdır.
Gelelim bahsedilen araştırmaya; araştırma Eurosurveillance’da rapid communication olarak yayınlanmış, yani muhtemelen acil kullanım onayı denilen hukuksuz belgeyi alma maksadı güdülmüş (3). Araştırmacılar bir halk sağlığı ekibi, amaçları da şu; ‘pahalı ve uygulanması zor olan bu aşının mümkün olduğu kadar çok kimseye hiç olmazsa bir doz yapalım da kimse açıkda kalmasın’, ne kadar da insanî ve de ilmî!
Çalışmada T hücre cevapları ile ilgili bir değerlendirme yapılmamış, sadece antikor seviyeleri PCR testi pozitif olan medyan yaşı 50 olan 285 kişinin nekahat devresindeki antikor cevapları ile mukayese edilmiş. İstatistik kısmı da tatminkâr değil ama fakiri aşar.
Bu vesîle ile RF tıbbının klasik mavrasını tekrar hatırlatmak isterim, doku içine bir antijen verilmesi ile elde edilen serumda antikor seviyesinin yükselmesi o antijene karşı bağışıklık olduğunu değil, sadece o antijenin tanındığını gösterir.
Antikorlar ile ilgili tıp doktorlarına bir tüyo daha vereyim; serumda IgGAME’nin ölçülmesi, onların efektif (işe yarar) olduğunu izhar etmez. Primer immün yetmezliklerin büyük bir kısmında serum immünglobulinleri ekseriya normaldir. Hatta serum immünglobulinlerinin düşük olmasının yaygın değişken immün yetmezlik kriterleri arasından çıkarılması gerekdiği, çünkü bu hastalık spektrumunun sadece B hücre değil, T hücre defektlerine de bağlı olduğu, hatta bu hastalığın artık bir kombine immün yetmezlik olarak kabul edilmesi gerekdiğni de ifade etmeliyim.
O saçma turkuaz tablo ile bilim yapılmaz değerli kardeşim.
Ülkemizde uygulanmakda olan maymun böbrek hücrelerinden (1) elde edilmiş sinovac/coronavac aşısının sorumlu araştırıcıları olan Dr. Akova ve Dr. Ünal’ın resmi başvurusunda çalışmanın başlangıç tarihi 14 eylül, bitiş tarihi 15 Nisan, ilk bitiş tarihi ise 15 Şubat 2021 olarak verilmiş (2).
Sorumlu kuruluş olarak ise TUSEB (Health Instıtutes of Turkey) görünüyor. Ancak TUSEB’in websitesinde bu çalışma görünmüyor.
Çalışma tasarımı ‘Randomized, Double-Blind, Placebo-Controlled Phase III Clinical Trial’ plasebo ise serum fizyolojik yani tuzlu su değil ‘Aluminium hydroxide, disodium hydrogen phosphate, sodium dihydrogen phosphate, sodium chloride 0.5mL/dose’ olarak verilmiş (2).
Çalışmaya 18-59 yaş arasında 13bin katılımcı alınması planlanmış.
Aynı zamanda Bilim Kurulu üyesi de olan (3) Sorumlu araştırmacılar 25 aralık’da Bakan ve bilim kurulu huzurunda yapdıkları açıklamada, aşı kolunda 752, plasebo kolunda 570 olmak üzere 1322 kişinin neticesini değerlendiriyor ve %91.25 etkinlik belirtirken, güvenlik konusunda plasebo kolunda 6’sı yatış gerekdiren 26 vaka olduğunu, aşı kolunda semptomu olmayan 3 kişinin belirlendiğini (neye göre, PCR mı, antikor mu?) söylüyor (4).
Aşılar ülkemize geldikden ve 14 günlük incelemeden (kim, nerede, nasıl inceledi, verileri nerede?) sonra 14 Ocak 2021’de aşılama programı başladı ve bugün itibarı ile 2.6 milyonda fazla kişiye ilk doz (ne kadarı plasebo?) yapıldı (5).
Hatta, 2009’da domuz gribi aşısı olmayarak o günki aşıların bertaraf edilmesini temin eden muhterem cumhurbaşkanını bile aşılamaya (plasebo?) muvaffak oldular. Ancak, bu durum hukuki açıdan sorunlu görünmekde, ülkenin cumhurbaşkanı denek yerine konuldu diyenler var (6).
Aşılama programı nasıl başladı? Faz 3 çalışması tamamlanmadığı için Acil kullanım onayı diye bir belge ile (7).
Aşının üretildiği ülke bile yaygın kullanımına daha dün izin verdi (8).
Adı geçen aşı ile ilgili bugüne kadar sadece bir yayın o da ağustos 2020’de yapıldı (9, 10).
Bilim kuruluna göre günde 1.5 milyon kişiye haziran ayına kadar toplam 65 milyon kişiye aşı yapılması planlanmış (11).
Bakanlığın verilerine göre 1 milyon 61bin sağlık çalışanı olan ülkemizde (12), 980bin sağlık çalışanı aşı olmayı kabul etmiş ve onların aşılanması bitdikden sonra 85 yaş üstü kişiler aşılanmaya başlanmış (13).
Bugün itibarı ile dünyada tam 130 ülkenin henüz hiç bir korona aşısı yapamadığı da biliniyor (14).
Yukardan beri anlatdıklarım hakkında, bazı çekincelerim olmasına rağmen söylenmesi gereken şey, ülkemizin ve hükümetin bu noktaya kadar süreci iyi yönetmiş olduğudur….
Tek kullanımlık aşıların kişiye tahsisli olduğunu da hatırlatalım (Resim) (15).
Sinovac’ın ülkemizde uygulanmasından birinci derecede sorumlu bilim kurulu üyesinin, ülkemizde çalışmanın başlamasından hemen sonra hastalığı geçirdiği için aşı olmayacağını açıklaması (16), aynı zamanda 29 nisanda başlatılan ve Aralık 31’de 2020’de yayınlanan Biontech çalışmasında da araştırmacı olarak katılmasını da not edelim (17).
Bir araştırmacı tarafından aşıyı üreten şirketin geçmişi araşdırıldığında beş parasız güvenilmez bir profil ile karşılaşılması (yakında sansürlenir) da ilginç doğrusu (18).
Bendenizin aşılar hakkındaki şüphelerimi sağır sultan bile duydu, bu aşı programı hakkında ise çekincelerimi ve herkesi riske etme yerine yapılması gerekenleri (korunmak için d vitamini ve hastalar için ivig uygulanması) kısa süre evvel izhar etmişdim (19).
Tam salgının ortasında toplum bağışıklığının tanımını değişdiren ve tamamen aşıya bağlayan sahtekar örgüte (20) rağmen İsveç’in başarı ile uyguladığı, düzeltici enzimi olmasına rağmen sık mutasyon geçiren bir virüse (21) karşı kendiliğinden husule gelmesi mutad olan ‘toplum bağışıklığı’ uygulamasının başarısını görelim (Resim 2) (22).
Resim: Açıkça görüldüğü gibi, salgının başlamasından kısa bir süre sonra, hastalığın nasıl tedavi edileceğinin henüz bilinmediği dönemde pik yapan ölümler, daha sonra mutadın altında seyrediyor.
Deneklere tahsis edilen ve bir kısmında plasebo olması eşyanın tabiatı icabı olan, uygulamadan evvel hukuki haklarından feragat etdiğine dair muvafakat alınan bu aşı programı derhal durdurulmalıdır….
Muhterem okuyucular, bildiğiniz gibi çocuk sağlığı ve hastalıkları ihtisasımı Hacettepe ekolünün kurduğu Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yapmak nasib oldu.
İlk başladığımda başasistan olup nöbet listesini hazırlayan, Allah selamet versin değerli ağabeyim Yakup Aslan, elime aylık nöbet listesini verdiğinde, listenin çömez kısmında adımın yukardan aşağıya 16 defa yer aldığını gördüm ve sordum, gün aşırı nöbet bu muymuş? Nöbet ertesi izinliyim değil mi? Hoh hoh diye güldü, ‘nöbetten sonraki gün de çalışmaya devam edeceksin’!
Anabilim dalı başkanımız ise o dönem ülkemizin en genç ve alımlı profesörü olan muhterem hocam Hilal Mocan idi ve başlıkdaki akademik kariyerin en mühim unsuru olan ‘Publish or Perish’ sözünü de ondan öğrenmiştim.
AŞILARLA HASTALIKLAR ORTADAN KALDIRILDI (MI?)
Bunları neden anlatdığıma gelince, yıllardır, aşıların nasıl olup da yenidoğmuş bir bebeğe daha anasını emmeden yapıldığının akademik arka planını okurken, karşıma çıkan ve aslında koca bir yalandan başka bir şey olmayan ‘AŞILARLA HASTALIKLAR ORTADAN KALDIRILDI’ aforizmasıdır.
Bu cümlenin arkasından hiç bir referans verilmez, örnek olarak da sadece çiçek hastalığı verilir.
Çiçeğin sadece 20. Asırda 300 milyondan fazla insan öldürdüğünü bizatihi hadisenin kahramanları olan Koprowski ve Henderson tarafından uydurulmuş dur (1). Wiki’deki o meş’um resimdeki (Resim) bahtsız Bangladeş’li müslüman çocuk kuvvetle muhtemeldir ki bir interferonopati olup, Fenner’in kitabında (2) okuduğumu ve eradikasyon programı için uygulanan aşıdan sonra gelişdiğini anlatsam herhalde inanmazsınız (linkde pdf’si var).
Resim: Çocuğun bütün vücudunu kaplayan çiçek lezyonlarına rağmen, malnutrisyon ve ateş emaresi dalgınlık görünmüyor.
Esasen bir akademisyen olarak konuyu iyice tekamül ettirip öyle kaleme almayı düşünüyordum, ama gidişat benden evvel bombanın patlayacağını hissettiriyor, bu sebeple perish yerine publish’i tercih edip bu yazıyı dikkatinize sunuyorum ya nasib! Bu noktada 2120 civarında kıyametin kopacağını iddia eden arkadaşlara naçizane hatırlatmak isterim, gaybı yalnız Hz. Allah cc bilir.
Biliyorsunuz bir yılı aşkın bir süredir, tarihde daha evvel hiç yaşanmamış bir salgın ve buna bağlı sosyoekonomik hadiseler yaşanıyor. Evvela ard arda SARS, MERS, ZIKA, H1N1 gibi salgınlardan sonra bu defa daha ciddî bir etki husule getiren SARS-Cov-2 sebebi ile evlere kapanmak zorunda kalındı.
Haziran 2020’de de Dünya Ekonomik Forumunda ‘Great Reset-büyük sıfırlama’ gündeme getirildi (3). Bir taşla kuş katliamı yapmayı iyi bilen bir mekanizma mazlumları daha da ezerek borçlarını sıfırlamayı açıkça bu salgın yardımı ile yapılacak herhalde.
ABD’de çalışan Türk kökenli bir virologun SARS-Cov-2’de insan eli ile HIV sekansı konulamayacağını iddia ettiğini de görünce de iyice canım sıkıldı. Değerli okuyucular şu anda biyoteknolojinin ulaştığı yeri tahayyül bile edemezsiniz, virüs mühendisliği buna tipik örnektir (4).
ÇİÇEK (SMALLPOX)
Gelelim daha evvel de bahsetmek istediğimi yazdığım Smallpox yani kadîm ‘çiçek’ hastalığına!
Baltimore tasnîfine göre bir dsDNA virüsü olup tehlikeli olan tipi variola’dır (majör), minoru diğer poxvirüslar husule getirir, ve umumiyetle virüs tiplendirmenin yapılamadığı eski zamanlarda salgınlar minör tipinde idi (5). Jenner’in meşhur aşısı ise cowpox/horsepox, tetanoz ve diğer pek çok şeyin karışımı bir çorba idi (6).
Bizatihi kanun zoru ile uygulanan aşının bilhassa İngiltere’de çiçek salgınları yaptığını daha evvel yazmıştım, Osmanlı döneminde kazıklı humma denilen tetanozun da muhtemelen ilk defa çiçek aşılarından sonra görülmesi de, aşı denilen çorbaların insanlara uygulanmasından kaynaklanmada idi (6, 7).
Mikrop Avcıları
Burada kısa bir parantez açalım; altı numaralı kaynak ülkemizde unutulmuş bir kitaptır. ‘Mikrop Avcıları’ 1926’da mikrobiyolog Paul de Kruif tarafından 13 meşhur mikrop kâşifinin hikayesi anlatılmaktadır, son bir kaç tanesini yazar şahsen tanıdığını yazmışdır. Bu kitaptan yeni haberim oldu ve hemen okudum. Aşı çorbasını (!), meşhur Pasteur ve Koch’un aşı denemelerinin kötü neticelerini vs okuyun, tavsiye ederim. Tabii kitabı ancak sahaflarda bulabilirsiniz.
Yazarın önemli bir hususiyeti ise, daha evvel Rockefeller Tıbbının hikayesini anlatmış olduğum yazılarda bahsettiğim meşhur Flexner raporunu yazan adamla çatışması neticesinde çalıştığı Rockefeller Institute’den istifa edip bu kitabı kaleme alması (8,9). Acaba müteveffa, Landsteiner ve polio hikayesinin aslını biliyor olmasın?
Kitabın ehemmiyetini ise ‘mikrobiyal moleküler patojenez’in babası kabul edilen Stanley Falkow’un mikrobiyolog olmasına yol açması göstermekdedir (10).
HENDERSON VE BREMAN
Meş’um Dünya Sağlık Örgütü (!) halen hayatta olan (92 yaşında, nasıl bu kadar yaşıyorlar acaba, Hayflick’e sormak lazım) elemanı Joel Breman’a yazdırdığı ve altına bizim haberimiz olmadan alıntı bile yapılamaz dediği ve dünya tarihinde ilk defa bir hastalığın eradike edildiği yani, kökü kazındı denilen yazısında eradikasyonun hikayesi anlatılmakda (11). İlginenlerin, bilhassa enfeksiyoncu ve mikrobiyologların (ki, onları ne kadar sevdiğimi yıllar evvel anlatmışdım (12)) okumasını tavsiye ederim.
Bu yazıda açıkça smallpox’un hayvan rezervuarı olmadığı, insandan insana geçdiğini, kronik taşıyıcılık durumu olmadığını, aşısının sıcakta dayanıklı olduğunu, hastaların kolaylıkla klinik belirtiler sayesinde takib edilebildiği için eradike edilme hedefine çok uygun olduğu belirtilmiş (11).
Daha mühimi 1967’de 131bin rapor edilmiş vaka (ölüm değil, ki bunların ekserisi varola minör olmalı) halbuki kendileri sadece o yıl için (tekrar ediyorum 1967 için) 10-15 milyon olduğunu tahmin ettiklerini söylüyor. Yukarda 20. Asır için 300 milyon ölü rakamını hatırladınız değil mi? Yılda 15 milyon vaka x 100 yıl= 1.5 milyar vaka, %30’u 300 milyon ölü, hesapları bu. Şimdi de makaledeki kesin rakamlara göre kendimiz hesaplayalım, hastalığın eradike edildiğinin iddia edildiği yıl 1980 olduğuna göre 80 yıl x 131000 vaka=10.480.000 total, azami %30’u ölmüş olsa (variola major) topu topu 3 milyon 144 bin gariban Afrika’lı eder. Yani karşımızda 100 kat şişirilmiş bir vâkıa var….
Makalede söz edilmeyen veri ise şu; toplam 300 milyon dolar mukabilinde 2.4 milyon aşı kullanılmış, Yani sadece 2.4 milyon insan aşılanmış ve bir aşının maliyeti 100 doların üzerinde (bugün 1000 dolar civarında) (13). Yine küçük bir hesap yapalım, transmisyonu önlemek maksadı ile kullanılan ring vaksinasyon için hastanın yakınındaki asgari 20 kişiyi aşılama gerektiğine göre (2), on yıllık programda toplam hasta sayısı 120bin civarında, %30’u toplam kesin ölüm sayısı 4600 civarında demekdir, ne kadar da bulaşıcı bir hastalıkmış!
Aynı makalede resimler çok kötü kalitede ve yerimiz mahdud olduğu için resimleri vermeden bahsetmek istiyorum, isterseniz bakabilirsiniz. Şekil 3’de; 1960’da vak’a sayısı 280475, 1974’de ise 218367 (küsuratı bile var) olarak verilmiş. Alınan örnek ve pozitif virüs sayısı ise şekil dörtte; 1967’de 182/74, 1977’de 3931/269 olarak verilmiş, alınan örnek artmış ama hiç düşme yok. Son vakanın görülme yılı da 1977 olarak veriliyor. İki sene beklenmiş ve ardından eradikasyon müjdesi verilmiş (11).
Olmayan bir hastalığı eradike etmek mümkündür tabii, rakamlar günümüzdeki PCR kepazeliğine ne kadar da benziyor.
Aslında bu konuda bir kitap yazılır, meğer yazılmamış iyi mi?
AIDS: THE CRIME BEYOND BELIEF
(AIDS, inanılmaz suç) (14).
Kanada’lı baba-oğul yazarların 2007’de yayınladıkları bu kitap hacimli, iyi bir araştırma ile yazılmış kaynak eser mahiyetinde ve acilen lisanımıza kazandırılması gerektiği kanaatindeyim.
Wikipedia’da yazar tafsilatlı bir şekilde anlatıldığı halde bu kitabından hiç bahsetmemesi dikkate değer (15). Baba Scott bir öğretmen, fakat, iyiliksever birisi olup, dejeneratif hastalıklar ve mikoplazma alanında kendini yetişdirmiş, hatta bir üniversiteye kabul edilmiş. Kitabın ithaf edildiği Harold W. Clark ise yaradılışçı (evrim aleyhdarı) ve yine mikoplazma konusunda uzman bir kişi (16). Yazarlar kitabı sunarken, evvela mikoplazmanın ne olduğunun anlaşılması gerektiğine dikkat çekiyorlar.
Mikoplazma ve Leonard Hayflick
İlk defa Hayflick tarafından yeni bir tür olduğu tescillenen, bilinen en küçük ve virüslerde olmayan self-replicating (kendini çoğaltma) hususiyetine sahip organizmadır. Kanser, otoimmünite gibi hastalıklara yol açabildiği gibi, hücre kültürlerinde ve aşılarda yaygın olarak bulaşık vaziyette bulunur (17, 18).
Hayflick ise halen 90 küsur yaşında olup, yine hala çalışan bir bilim adamıdır. Mikoplazmayı keşfetmesinden başka, hücreleri canlı olarak takîb etmeyi temin eden invert (ters) mikroskobu îcad etmiş, aşıların maymun böbreklerinde üretilmesi mecburiyetini ortadan kaldıran ‘insan diploid hücre kültürü WI-38’ (Wistar Institute 38. Deneme, isveçli bir kadının hücrelerini muvafakatini almadan üretmiş, diğer hücre serileri gibi bu da immortal-ölümsüz olup, bu kültürde üretilen aşıyı olan herkese o kadıncağızın DNA’sını ekmiş olursunuz), normal diploid hücrelerin ölümlü olduğu, ancak belirli bir sayıda bölünebileceği (Hayflick limit) gibi fevkalade mühim keşifleri var (17).
Mevzu-u bahis kitaba devam…
Baba oğul Scott’lar bu kitabda resmî belgelere dayanarak, olayları kronolojik şekilde ele alıp, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilmi, siyasi ve iktisadi imkanlarını kullanan bir yapının (Derin devlet?) gayet organize bir şekilde, DSÖ dahil pek çok kurumun belli bir hedefe yönelik olarak, 20. Asrın başından beri manipüle edildiğini anlatıyor. Oldukça hacimli olan bu kitabı burada özetlemek mümkün olmadığına göre, güvenilirliğini tesbit edip, konumuzla alâkasını vurgulamak kifâyet edecekdir ümidindeyim.
Çiçek (smallpox) virüsünün eradike edildiği palavrası ile ilgili olarak, DSÖ’nün (derin devlet) mutemet elemanı Donald Ainsle Henderson’un bu görev için bilhassa yetiştirildiğini, bunun denemesinin Punta Gorda’da sivrisineklerle nörolojik bir salgın çıkarılması ile başarıldığını anlatıyor (sayfa 227-231).
Mutemedin Punta Gorda’daki nöromiyasteni salgını ile ilgili makalesini okuyabilirsiniz (19).
Bu eradikasyon bahânesi ile herşeyden habersiz Afrikalı’lar üzerinde Kissinger’ın NSSM 200 (National Security Study Memorandum) mucibince nüfusu kontrol maksadı ile denemeler yapıldığını söylüyor (Sayfa 261). Acaba doğru mu?
Henderson’la muhtemelen aynı ekipten olan ve yine 96 yaşında ölen Hillary Koprowski’nin Afrika’da 1950-1961 yıllarında polio aşısı çalışmalarının AIDS ile bağlantısı iddiası bilinmektedir (20).
Yine muhtemelen aynı ekipten (NIH bağlantısı sebebi ile), aynı yıllarda, aynı kıtada Nobel ödüllü PEDOFİL Carlton Gajdusek uydurma Kuru hastalığını araştırırken Simian virüs ile AIDS bağlantısını keşfetmiş (21).
Rockefeller Enstitüsü’nün araştırmacılarından Bijorn Sigurdson’un 1940’larda keşfettiği Visna virüs (daha sonra Simian immunodeficiency virüs adı verildi)’ün mikoplazma ile entegrasyonunun yine aynı ekipten Robert Gallo’nun (1984’den beri NIAID’nin başkanlığını yapan, bugün ki SARS-Cov-2’deki tutumu tepki çeken Dr. Anthony Fauci’nin yakın arkadaşı) 1980’de AIDS etkeni olduğu ileri sürülen HIV retrovirüsünü keşfettiği ilan ediliyor (Luc Montaigner ile çekişmesi de ilginç) (22). ‘Patient Zero’ ile de 1984’de AIDS salgını patlak veriyor, üstelik muhtemelen hepatit B virüsünün ortaya çıkması ve homoseksüalite ile de alakası buradan geliyor (23).
Simian maymun anlamına geliyor, hatırlayın insan diploid hücre kültürü WI-38’den evvel aşılar nerede üretiliyordu, maymun böbreğinde mi, duyamadım?
Kitapda ABD’nin ilk katolik başkanı olan John Fitzgerald Kennedy’ye yapılan suikastın da yine bu biyolojik silahların üretilmesi ile ilgili projeleri kabul etmediği için yapıldığı da anlatılıyor, CIA ‘in Special Virus Cancer Program (SVCP)’ının ancak suikastden sonra Lyndon Johnson’ın başkan olması ile hayata geçirilebildiğini belirtiyor. Suikast ne zamandı? Eradikasyon programının tekrar başlatıldığı 1963 de mi? Kızamık ve hemen ardından kızamıkçık aşısı dünyada ilk defa ABD’de hangi yılda başlatılmıştı, 1963 olmasın? SVCP ile ilgili bilgileri linkdeki çalışmadan bulabilirsiniz (24).
Kennedy suikastine karışan David Ferry’nin, zamanın en meşhur kanser araştırmacısı Dr. Mary Sherman cinayeti ile alâkası ne idi? Dr. Sherman’ın kanser yaptığı bilinen SV40 (yine simian virüs) ile bulaşık polio (unutmuş olabilirsiniz çocuk felci) ile bağlantısı ne idi. Patronu Dr. Alton Ochsner’in kendi torununa verdiği polio aşısı ile ölümüne yol açtığı doğru mu idi (25, 26).
Merak ediyorsanız verdiğim kaynakları tek tek kontrol edin lütfen….
Yalnız dikkat edin, sonra size ‘Aşı Karşıtı’ (ne demekse) demesinler!
Son bir not, SARS-Cov-2 virüsü ve aşısından bilerek veya bilmeyerek yeterli sonuç alamadıkları, bu ikisi ile elde ettikleri immün sistem etkilerini kullanarak, elde bulundurdukları variola major (Ölümcül çiçek) virüsünü de yaymayı deneyebileceklerini, muhakkak ve tez zamanda Millî İstihbarat Teşkilatı’na bağlı Tıbbi İstihbarat ve Takib birimi teşekkül edilmesi gerektiğini acizane hatırlatırım.
Beynelmilel tababetde adını ilk defa 1937’de duyuran ve bir askerî tabib olan Hulusi Behçet tarafından ağız ve genital yaralarla kendini gösteren bir hastalık olarak tarif edilmişdir (1).
Yazıya Coronaloji ekibince ilave edilmiştir.
Aradan nerede ise 85 sene geçmesine rağmen hâlâ etiyolojisi (neden ortaya çıkdığı) bilinmeyen hastalıklar arasında anılmakdadır (2, 3). Ailevî Akdeniz Ateşi (FMF), PFAPA gibi Behçet hastalığı da bilhassa Akdeniz havzasındaki ülkelerde görülmekde olduğu için bu konuda otör (yetkili kişi, bilim adamı) kabul edilenler İtalya ve Türkiye’den çıkmakdadır, misâl Hasan Yazıcı, Ahmed Gül ve Seza Özen hocalar en tanınmışlarıdır.
Bu hastalıklara Otoinflamatuar (kendinden iltihap yapan) hastalıklar denilmekde olup bazen otoimmün (kendisine saldıran) hastalıklar ile de çakışabilmekdedir**.
Müşterek hususiyetleri kan damarlarında iltihap (vaskülit) olduğu için göz, beyin, sindirim sistemi gibi organlarda tekrarlayan belirtiler ile kendini gösterir. Otörlere göre hastalığın tek bir genetik sebebi yokdur (monogenik değil yani) ve çevresel faktörler ile kendisini gösterir (2, 3). Çevresel faktörler her şey olabilir ama aşılardan bahseden otör ne hikmetse bulamazsınız, çünki cısss!
Ne ise ki kısık sesle de olsa bu hâkîkati söyleyebilen, hatta kitabını yazabilen bilim adamları da var (4).
Romatoid artrit gibi otoimmün (mesela hashimoto, nerede ise bütün anne olan kadınlarda neden görülüyor acaba) hastalıklar da yine hâlâ etiyolojisi (sebebi) bilinmeyen hastalıklar olarak anılmakda, çevresel etkenler sorumlu tutulmakdadır (5).
Buradaki sıkıntının başda gelen sebebi immünolojinin çok genç bir bilim dalı olması, daha evvel boşluğu romatolojinin dolduruyor olmasıdır. Lütfen romatologlar bu sözlerime alınmasın uğraşdıkları hastalıkların tamamının orijini immün sistem ve immünolojinin alanı olan hücre içi sinyal mekanizmalarıdır (mesela JAK-STAT). Bumları anlamak için ise flovsitometre bilmek ve kullanmak icab eder. Bu sebeble dünyadaki pek çok akademide romatoloji bölümleri adlarını romatoloji-immünoloji olarak revize etmişlerdir (6)***.
Semantik ve nosolojik (anlamlandırma ve sınıflandırma) olarak benzer bir sorun immünolojide de görülmekde, hâlâ immün yetmezliğin net bir tanımı verilememekdedir (7). Hâlâ immünoloji-romatoloji dışındaki branş doktorları da immün yetmezliği SCID ve CVID’den ibaret zannetmekdeler. Fakirin kanaâti ise daha evvel de çeşitli vesîleler ile belirtdiğim gibi askerî bir sistem olan immün sistemin en küçük birimi HÜCRE’dir ve gerekdiğinde rambo gibi kendini müdafaa eder (8, 9). Bu sebeple, bu hastalıklara ‘hücre defekti’ demek daha makul olacaktır.
Behçet hastalığında vaskülit denilen hadise de, işte o hücrenin (endotel) kendisini kendi askerlerine (bir nevi fetö yani) karşı savunurken dokulara hasar vermesidir.
Bütün bunları bir kaç sene evvel bir genetik kongresinde anlatmış ve Türkiye Klinikleri dergisinde yayınlamışdım (10). Tabii, fakir dünyaca meşhur olmadığı kendi halinde bir keloğlan olduğu için rabbimin nasib etdiği malumatı naçizane buradan paylaşmak ve alâka gösterenlere ışık tutmak istedim.
Ta 1989’da Janeway tarafından tarif edilen ‘yabancı’ ve ‘tehlike’ modeli otoinflamatuar ve otoimmün hastalıkların etiyopatojenezini (nasıl ortaya çıkdığını) gayet güzel izah etmekdedir. Şekilde de takib edeceğiniz üzere dokuda (dikkat ediniz damar içinde değil dokuda, bu sebeple hiç bir aşı damara verilmez) bulunan virüs, bakteri ve/veya adjuvan ve/veya bunların sebeb olduğu doku hasarı (ANA antinükleer antikor da bu suretle husule gelir ve romatologların kafasını çok karışdırır) evvela innate sonra adaptif immün cevap ve ardından da kronik bir iltihap meydana getirerek kişinin genetik/epigenetik durumuna göre çeşitli hastalıklara mesela Behçet hastalığına yol açar (10).
Aşı mantığı da bu kronik iltihabın yol açdığı sekonder bir hadise olan özgül antikor seviyesinin artmasıdır (serokonversiyon) ve işte aşımız çalışıyor diye lanse ederler. Halbuki daha evvel de bahsetdiğim gibi bu antikorların nonnötralizan olanları işi daha da kötüye götürür (11). Bu üç kağıdı da ‘aşı illüzyonu’ yazımda anlatmaya gayret etmişdim (12).
Şekilde aşıların içinde bulunan maddelerin doku içinde PAMP (patojen alakalı moleküler yapı) ve DAMP (tehlike alakalı moleküler yapı) ile kronik iltihaba yol açması tasvir edilmişdir.
İlgilenenlere bir tiyo; ekseriya CRP denilen tetkikin neden yüksek olduğunun bulunamamasının, kan kültürlerinde üreme olmamasının, boşu boşuna antibiyotik çorbası uygulanmasının sebebi de işte bu olaydır. Bu sebeple her hastanın aşı anamnezi teferruatlı olarak sorgulanmalıdır, hiç yapıldığını gördünüz mü?
Yine naçizane makalemde Shoenfeld ve ark. aşıların bunlara nasıl yol açdığı ile ilgili açıklamasını da belirtmişdim (10).
Şekilde aşı muhteviyatında bulunan enfeksiyon etkeni veya ona ait antijen, koruyucu maddeler (formaldehit, polietilenglikol, domuz jelatini) ve immün sistemin ekseriya o olmadan aşıyı tanıyamadığı ‘adjuvan’ (hani yediğimiz yemeklerde de varmış,, cehalete bakınız) maddelerin immün sistem ve/veya hücrelerde neye/nasıl yol açdığı durumlar tasvir edilmiş. Moleküler mimikri (taklit) otoimmünitenin koruyucular ise alerjinin başlıca sebebi.
Unutmayın bundan 150 sene kadar evvel allerji, anafilaksi, otoimmünite, otoinflamatuar hastalık ve kanser hemen hiç bilinmiyor ve görülmüyor idi. İşte bu sebeble sağlık otoriteleri bu hastalıkların yıllara göre karşılaşdırmalarını asla vermezler! O saçma sapan rezil cowpox/horsepox (çiçek aşısı) ile çakışır!
Daha evvel ‘Virüs’lerden bahsetdiğim yazımda Fabianlardan ve Edward Haslam’ın Dr. Mary’s Monkey adlı kitabından, JFK suikastı ve AIDS münasebetinden bahsetmişdim (13). Hadiseler 1908’de meşhur Landsteiner’ın polivirüsü tarif etmesinden (izole etmedi, bu da ayrı bir konu. HİÇ bir virüs bakteriler gibi yalın olarak izole edilmemişdir, hücre kültürlerinde çoğaltılırlar (14)) sonra insan eli ile üretilen ve patentleri alınan hepatit B, HIV, SARS, MERS, ebola gibi virüslerle devam etmekdedir.
Hücre kültürlerinde çoğaltılmaları da kontaminasyon (bulaşma) demekdir. Bu bulaşıklar transposable genetic material (hücre içine geçen) olup SV-40, ALV (kanserin, lösemi-lenfomanın en yaygın sebepleri), diğer retrovirüsler, jelatinde bulunan deli dana etkeni, mikoplazma vs vs. (15).
Son bir şey daha;
‘Efendim, RNA zararsız bir maddedir, DNAya bulaşmaz’ ama RNA ve komponentleri genleri susturur veya çalışdırırlar (16). Ayrıca bunları hücreye sokmak için kullanılan lipid veya nanoparçacıklar da sekonder maksadlar için Truva atı olarak kullanılabilir (17).
Son söz, bütün bunları bildikden sonra, 18. aşırın geri ve cahilane aşı uygulamasını ‘zayıflatılmış mikrop palavrasını’ hâlâ yutan kişilere, caizdir diye fetva verenlere rahmetli babacığımın Büyük Doğu mecmuaları ve konferansları ile takib etdiği üstad Necib Fazıl’ın mısraları gerek (kısmen);
Vatan yüz elli yıldır Mânâda bir harabe. Artık îman ve ahlak, Türbedarsız bir türbe. Ne hatıra maziden, Ne isim ne kitabe… Düşmek, yükselmek oldu Uçurum da mertebe…
*Bu yazı, bir vesile ile tanışdığım, zerafeti ve bilgisini müşahede etmekden fevkalade memnuniyet duyduğum değerli romatolog Prof. Dr. Ahmet Gül beyefendiye ithaf edilmişdir.
** Halka hitaben yazıldığını dikkate alınız lütfen!
*** Enfeksiyoncu bahsine şimdilik tekrar girmek istemiyorum.
Sondan başlayalım, farklı bir şeyler söyleyenleri kategorik olarak uydurmasyon ‘karşıt’ kelimesi ile etiketliyorlar, merak ediyorum bu kelimecik zihinlerinde nasıl bir çağrışım yapıyor?
Herhalde ‘aleyhdar’ı demek istiyorlar, muhalif, muârız ve zıt için de aynı kelimeyi kullanan boş inançlarını mutlak hakikat zanneden bu okumuş cehaletine ancak üzülüyorum.
Farklı görüşleri, fikirleri teâtî ederek makul ve mantıklı, toplumun menfaatine olanı düşünmeden ‘Aşı zorunlu olsun, yapdırmayanların sigorta ödemeleri yapılmasın’ gibi akıl, mantık ve vicdanla ve dahi etdikleri Hipokrat yemini ile bağdaşmayacak, tahakkuk edemeyecek iddialarda bulunuyorlar.
Anlaşılacağı gibi mevzuumuz mahut ‘koronavirüs ve aşı planı’….
Daha evvelki yazımızda (1) konuya temas etmiş ve enfeksiyon/fatalite (ölümcüllük) oranı çok düşük bir hastalık için geri alınması mümkün olmayan ve panzehiri olmayan, içinde ne olduğu tam olarak bilinemeyecek olan bir enjeksiyon yerine, ağır hastalar için poliklonal (İVİG) veya monoklonal (REGENERON) antikorların yan etkisi olmaksızın uygulanabileceğini, bu sebeple aşının yaygın uygulanmasının gereksiz ve tehlikeli olabileceğini arz etmişdik.
Yaygın aşı uygulamasının gereksiz hatta zararlı olabileceğine dair not düşmek lazım geldi.
Başlayalım;
Bir: Daha evvel hiç aşı üretmemiş, çalışdığı konu olan kanser üzerine hiç bir başarısı olmayan, kullandığı mRNA teknolojisinin yan etkileri bilinmeyen, etkisi eski konjuge aşılar gibi son derece düşük, muhataralı bir aşıyı tercih etmeyerek hükümet doğru olanı yapmışdır.
İki: Bir buçuk milyar nüfuslu bir ülkenin kendisinin hemen hiç uygulamadığı, etkinliği şüpheli, daha evvel hiç uygulanmamış bir aşıyı, nisan ayında üretilmesi beklenen yerli aşılar gelene kadar uygulanacağını söylenmesi zaman kazanma stratejisi olmalıdır.
Üç: Her iki aşının da etkisi serumda virüse karşı antikor seviyesini arttırmaya yönelik olup, güçlü ve devamlı bir hücresel hafıza husule getirmeleri ihtimali çok düşükdür.
Dört: Salgın pek çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de bilhassa havanın soğuk olduğu dönemde iki pik yapmışdır. Pikin inişe geçdiği durumda yaygın aşılamanın tabii olarak husule gelmiş toplum bağışıklığını bozacağı açıkdır.
Beş: Herd immünitenin aşılarla ortaya çıkdığına dair gerçek ve güvenilir çalışma olmadan, enfeksiyon/fatalite oranı çok düşük bir ‘enfeksiyon’ için yaygın aşı koruyucu tababete uygun değildir.
Altı: Herd immünitenin kendiliğinden ortaya çıkacağını iddia eden ve bunu yaşayarak ortaya koyan İsveç (Dr. Anders Tegell) göz ardı edilemez.
Yedi: Çocukluk çağı aşı takviminin en katı ve geniş şeklini uygulayan bir ülkede çocuklara aşı yapılmayacağını söylemek en azından bir çelişki değil midir? Bu durumda çocukları koruyacağı iddia edilen aşılar neden erişkinlere yapılmamakdadır?
Sekiz: İngiltere vatandaşlarına D vitamini dağıtarak doğru olanı yapıyorken, ülkemizde D vitamini kısıtlaması neden yapılmakdadır?
Dokuz: Mutasyon geçirdiği gösterilen bir grip virüsüne aşı yapılacaksa, grip aşıları gibi her sene yapılması gerekeceği neden vatandaşa anlatılmamakdadır?
On: Bağışıklık sistemini etkilediği aşikâr olan bir enfeksiyonda hastalara İVİG uygulaması kolay, maliyeti uygun , enfeksiyonun uzamasını, tekrarlamasını önleyerek yatak ve yoğun bakım doluluğunu azaltacaktır.
Sayın vatandaşlarımız, bu açık mektubum ve davetim sizleredir. Bu videomda üç konuya değineceğim.(Video sayfanın alt kısmına eklenmiştir) 1. Bölümde...