‘Gerçek Bilim’ vs. ‘Kâbus Film’ – 1. Bölüm

‘Gerçek Bilim’ vs. ‘Kâbus Film’ – 1. Bölüm

İki tıp sisteminin karşılaştırmasını sunuyoruz; biri Pastör’ün mikrop teorisine [monomorfizm/tek biçimci ekol] dayanıyor, diğeri Béchamp’ın hücre teorisine [pleomorfizim/çokbiçimci ekol].

Mikrop teorisine göre dışarıda hazır bekleyen mikroplar var ve bunlar insan bedenine girerek nedensiz yere hasta ediyor.

Hücre teorisine göre ise bedenimizdeki ölümsüz organizmaların kirlenen iç ortamın gerektirdiği şekilde temizleme – yıkımlama – dönüştürme görevlerini ifa için girdiği değişik biçim ve çalışmalarının sonucu olarak açığa çıkan metabolik atıkların oluşturduğu yük yüzünden rahatsızlık yaşıyoruz.

“Organizma değil hasta eden, o organizmaların metabolik faaliyet sonucu ortaya çıkardığı atık ürünler. İnsan bedeninde metabolizma tamamen dengedeyse hiçbir hastalığın oluşması mümkün değildir”

– 1944, The Smithsonian Enstitüsü yıllık raporu, Rife Mikroskobu).

Hastalık Paradigması

“Bir düşünce akımı (modern tıp ve monomorfik perspektif) diyor ki, hasta düşmemizin sebebi ekseriya statik, hastalık yapıcı bir tür mikroptur (mikrop teorisi). İyileşmek için mikrobu ÖLDÜRMEK gerekir. Seni hasta eden şey neyse onu ÖLDÜRMELİSİN. İlaçtır, antibiyotiktir, kemoterapidir, radyasyondur, ameliyattır; ÖLDÜR AT.  

Diğer bir düşünce akımı (hakim tıp dışında kalan diğer çoğu iyileştirme sanatı bu kategoriye giriyor) da diyor ki, hastalıkların çoğu bedendeki dengenin bir şekilde bozulması yüzünden oluşuyor. Ya beslenmede, ya elektrik sistemimizde, yapısal, toksikolojik veya biyolojik denklemimizde, bir yerde denge şaşmış oluyor. Iyileşmek için ise vücudumuzu yapmaya çalıştığı şeyin tersine zorlamak yerine onunla işbirliği yapıp, işine yardımcı olmak suretiyle dengeyi yeniden sağlamamız gerekiyor.”

Görülebileceği gibi, Béchamp’ın hücre teorisi Batı tıbbının bugünkü uygulanış şekliyle taban tabana zıt.

Batı tıbbı olarak adlandırılan hakim sistem mikrop teorisinin ve elbette ABD’de 1910’da hazırlanan Flexner Raporu’nun ürünü. Finansmanını ülkede petrol kaynakları ve demiryolu kurulum ve işletim ağlarının sahibi işadamlarının sağladığı bu raporla, ülkede tıp eğitiminin kalitesinin mikrop teorisi eksenli olarak artırılması gerektiği sonucu üzerinden, o zamanki hâkim tıp sistemleri olan naturapati ve homeopati eğitim kurumları ve hastaneleri hızla kapatılarak, yer yer iş 4 katlı doğal bilimler kütüphanelerinin yakılmasına kadar vardırılarak, mikropla mütemadi savaş mantığı üzerinden petrokimya ürünü ilaçların dispanseri konumuna gelen allopatik tıp modeli “modern”, “gelişmiş” ve “bilimsel” etiketleri ile yaygınlaştırılıp, neredeyse zorla yerleştiriliyor.

İntihal ve bilimsel aldatma suçları işlediğine dair kanıtların yayımlandığı kitapları Princeton Üniversitesi yayınları arasında bulabileceğiniz Lui Pastör’ün iddiası, belli birtakım mikropların belli birtakım hastalıkları oluşturduğu yönünde. O halde mikrobu öldürdük mü hastalığı da kontrol altına aldık demektir diye düşünüyoruz. Ve fakat bu düz mantığın bizi bugün getirdiği nokta pek de beklenildiği gibi değil. Bu tıp ekolünün kalesi olan ABD’de sağlık sistemi yarattığı hastalık yükü nedeniyle kendi üzerine çökmek üzere, insan ömrü ortalaması düşüşte, tıbbın elinde hayatını kaybedenlerin sayısı eskiden savaşlarda yitirenleri çoktan geçmiş durumda.

Pastör’ün teorisi monomorfizm temeline dayanıyor. Değişmez, sabit mikroplar var ve bunların herbiri kendine özgü, ayrı bir hastalık yaratıyor inancı bu. Oysa Béchamp ve Profesör Claude Bernard gibi kendi çağdaşlarının savı pleomorfizme dayanıyor; buna göre hücreler, bilhassa tek hücreli mikroorganizmalar belli koşullar altında biçim değiştirerek farklı hücre tiplerine dönüşüyor. Bu bilimadamlarının dediğine göre, mikrop nereden çıkmış olursa olsun, ancak ve ancak bedenin “iç ekolojisi” birtakım nedenlerle yıpranmış ve denge bozulmuş haldeyse tehlike oluşturabilir.

Kendini bilime adamış, kendi halindeki bu ahlâklı bilimadamlarının değil, gün, saraydan kendine maaş bağlatmayı başaran Pastör’ün oluyor ve tüm dünya mikrop teorisini doğru kabul ediyor.

Yanlış işte burada başlıyor ve 19. yüzyıl sona ererken bir yanda Béchamp, Enderlein ve İsveç’ten Ernst Almquist (1852-1946)’in pleomorfizmi, diğer yanda da Pastör ve Robert Koch’un (1843-1910) monomorfizmi şeklinde iki ayrı düşünce kampı beliriyor.


Pastörcü Mikrop Teorisi ile Béchamp’ın Hücre Teorisinin Karşılaştırması

MİKROP TEORİSİ (Pastör)HÜCRE TEORİSİ (Beschamp)
1. Vücut dışından aldığımız mikroorganizmalar yüzünden hasta oluruz.1. Hastalığı yapan vücut içindeki mikroorganizmalardır. 
2. Mikroorganizmalardan mümkün mertebe kaçınmak gerekir.2. Hücre içindeki bu mikroorganizmalar normalde bedenin metabolik faaliyetlerini yürütmesine yardımcı olur, bu işe yarar.
3. Mikroorganizmaların işi sabittir, değişmez; hep aynı işi görür.3. Organizma öldüğünde yahut yaralandığında, bu mikroorganizmalar şekil değiştirerek bu defa da bedenin katabolik (yıkımlayıcı, parçalayıp ortadan kaldırıcı) proseslerine yardımcı olmaya girişirler ki bahsi geçen yıkımlama prosesi kimyasal da olabilir mekanik de. 
4. Mikroorganizmaların rengi, şekli de bellidir; sabit kalır, değişmez.4. Mikroorganizmalar, içinde bulunduğu “ortam”ı [vasat; besiyeri] yansıtacak şekilde renk ve şekil değiştirirler. 
5. Her hastalığın altında bir mikroorganizma yatar.5. Hastalıkların her biri belli durum ve koşullarda ortaya çıkar.
6. Hastalık oluşumunun baş aktörü, birinci dereceden fail mikroorganizmalardır. Konakçı organizma güçten düştükçe, mikrororganizmalar da “patojenik” (hastalık yapıcı) hale geçer. 6. O yüzden de, hastalığın birinci derecede müsebbibi konakçı organizmanın hâl ve durumudur [kondüsyon].
7. Hastalık herkesi “vurabilir”. İş, mikropla karşılaşmana bakar.7. Hastalık, sağlıksız koşullar varsa ortaya çıkar.
8. Hasta olmamak için kişi gardını kuvvetlendirmeli,etrafına  “defansif duvarlar” örmelidir.8. Hasta olmamak için sağlık yaratmak, kendine bakmak gerekir. 

Son yüzyıla baktığımızda da hakim bilim ve tıbbın monomorfizm teorisinin yanlışlığını ortaya koyan bilimadamı doktorları görüyoruz; Enderlein, Rife, Reich, Livingston-Wheeler, Naessens ve daha genç kuşaktan ABD’den Dr. Robert O. Young (San Diego) ve Dr. David Jubb (New York) bu isimler arasında sayılabilir.

Royal Raymond Rife ve kendi icadı olan Üniversal Rife Mikroskobu. ABD Tabipler Birliği (AMA) patentini edinmeye çalışıp başarılı olamayınca laboratuvar FDA tarafından basılıp cihaza el konuluyor.

Monomorfizm ve pleomorfizm teorileri arasındaki farklar, kullanılan mikroskopi teknikleri ve numunelerin hazırlanış şeklinden ileri geliyor. İşin can alıcı noktası da bu, diyebiliriz. Pastör zamanında ve tabii 20. yüzyıla girilme aşamasında kullanılan mikroskoplar 1000 katlık büyütme gücüne sahip ve incelenmek üzere alınan kan örnekleri de kimyasalla boyama işlemine tabi tutuluyor. Bu boyaların ise kanda canlı ne organizma varsa öldürdüğü unutulmamalı.

Gaston Naessens ve Somatid Mikroskobu

Öte yandan, Rife, Livingstone, Naessens gibi bilimadamlarının kullandığı mikroskoplar 20.000 ila 30.000 katlık büyütme gücüne sahip ve bu teknikte numuneler boyanmıyor. Düşük güçteki mikroskoplar “virüs” (eksozom) boyutundaki partiküllerden daha küçük bir şey varsa seçemiyor ve elbette renk ayırt edemiyor. Oysa Rife, Livingstone ve Naessens’ın kendi tasarladıkları özel yapım mikroskoplarda kanda yaşayan ne organizma varsa en küçüğüne kadar görebiliyor, hareketlerini dahi gözlemleyebiliyorsunuz. [Bu üç bilimadamının da resmi makamlarca [Amerikan Tabipler Birliği (AMA), Gıda ve İlaç İdaresi FDA ve Kanada’daki muadili kuruluş] çalışmalarının engellendiğini ve hapse atılmaya çalışıldıklarını biliyoruz.]

Naessens’in geliştirdiği kanser/aids/otoimmün hastalık ilacı insan iyileştirmeye başlayınca hapse gönderilmek üzere düğmeye basılıyor. Hastaları ve sevenleri mahkeme önünde lehinde protesto düzenliyor.

Pleomorfizm: Béchamp kendi zamanında, tüm hayvan ve bitki hücrelerinde bulunan ve canlı öldükten sonra dahi yaşamanı sürdüren, hatta kendisinden birtakım mikroorganizmalar da türeyebilen mini minnacık parçacıkların varlığını kanıtlıyor. Mycrozymas (Mikrozimler) isimli kitabında Béchamp’ın pleomorfizm konseptinin temellerini attığını görüyoruz.

Doğa gözlemlerimizden biliyoruzdur, ne zaman bir canlı yaşamının sonuna gelse çürümeye başlar, bir şeyler bedeni yavaş yavaş yer, yok eder. Aynının hücrenizde gerçekleştiğini düşünün şimdi. Hücre içi ortam sağlığını kaybedip değişmeye başladığında mikrozimler (Naessens’in ‘somatid’i, Enderlein’ın ‘protit’i) sinyali alarak mikrobik yapılara dönüşmeye başlar ve kendi doku hücrelerinizden çıkarak bedende nerede bir toksin (zehirleyici madde) veya çürümeye yüz tutmuş yer varsa burayı yıkımlayıp çeri çöpü temizlemeye girişir [INfection vs OUTfection!]. Mikrop dediğimiz yapıların işi, görevi budur.

Béchamp der ki, mikrobik yapılar hastalık durumunun ortaya çıkardığı SONUÇTUR, sorunun/hastalığın kaynağı değil!

Enderlein’ın ‘protit’ dediği bu inanılmaz derecede küçük organizmalar (somatid/mikrozim) havada, suda içtiğiniz şarapta vs hep var ve görevleri de yine kendisine göre şeker yemek. Bitki veya hayvan, yaşayan her canlıda olduğu gibi bu protitler dediğimiz gibi, her yerdeler. Şarap örneğinden gidecek olursak, form değiştirip maya hücrelerine gönüşüyorlar ve görevlerini, yani üzümün şekerini yiyip fermante etme işini ifa ediyorlar.

Somatit / Protit / Mikrozim Nedir?

Büyüklükleri bakımından kabaca fikir vermek üzere çizilmiş görsel,; tam orantıyı yansıtmıyor.

Naessens’in mikroskobuyla alınmış görüntü. Okla işaret edilen minik parlak noktalar, somatid/protitler. İçi boş büyük daireler şeklinde görülenler de alyuvarlar.

Bu minik parlak tanecikler tüm fiziksel yaşamın başlangıcı ve sonu aynı zamanda. Bechamp’a göre tüm hücreler, organlar ve yaşam formları bu “minik taneler” sayesinde vücut buluyor. Protitler, içinde bulunduğu organizma ölse dahi yaşamaya devam ediyor ve kendisinden birtakım mikroorganizmalar ürüyor.

Naessens işte Béchamp’ın bu dediğini mikroskobu ile canlı olarak izliyor ve kaydediyor. Bu görüntülere ve Naessens’in açıklamalarına dair yazıyı burada bulabilirsiniz.

Naessens’in bahsettiği somatit/protid/mikrozim yaşam döngüsü şuna benziyor:


Somatid yapılarının verim döngüsünü görüyorsunuz; aynı organizma ortam koşullarının gerektirdiği şekilde biçim değiştirerek (pleomorfizm) spor, bakteri ve mantar yapılarına dönüşüyor. Bu yapıların kaynağı olan somatidler vücut dışından gelmiyor, bizzat hücrelerimizin içinde, kanımızda, lenfimizde mevcutlar. Vücut iç ekolojisinde denge bozulduğunda, göreve koşuyorlar.




Devam edecek…

Peki Ama Bu İnsanlar Neden Ölüyor?

Peki Ama Bu İnsanlar Neden Ölüyor?

COVID-19 Resmi Mortalite Verileri Yaşanan Ölümlerin Viral Hastalık Kaynaklı Olamayacağını, Ana Etmenin Tedavi için Kullanılan İlaçlar Olduğunu Gösteriyor


COVID-19’un virüs kaynaklı bir salgın olduğu hipotezi giderek güç ve dayanak kaybederken, aralarında ölüm de olmak üzere ağır yan etki listesine sahip ilaçların kullanımının bu süreçteki payı gitgide daha iyi anlaşılmaya başlıyor. Tıbbi tedavi için önerilen ilaçların zarar potansiyelinin halihazırda zirveyi zorladığı, hatta çoktan zirveye yerleştiği düşünülecek olursa, yapılacak herhangi bir değerlendirmede bu kalemin neden atlanmaması gerektiği daha net anlaşılacaktır.

TO ERR IS HUMAN: BUILDING A SAFER HEALTH SYSTEM, Institute of Medicine, 1999https://www.nap.edu/resource/9728/To-Err-is-Human-1999–report-brief.pdf


“Reçeteli ilaçlar, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da kalp hastalığı ve kanserden sonra en çok öldürenler listesinde üçüncü sıradadır.” –  Peter C.Gøtzsche

Gøtzsche, Peter C., Our prescription drugs kill us in large numbers, Polskie ArchiwumMedycyny Wewnetrznej, Epub October 30, 2014

“İstastiki bulgular arasında en çarpıcı olanı ise konvansiyonel tıbbın yol açtığı ölümlerin toplamının yılda 783,936 gibi astronomik bir sayıya ulaşmış olması. Şu anda Birleşik Devletler’de en fazla ölüm ve incinmeye yol açanlar listesinde Amerikan tıp sisteminin başı çektiği aşikardır. (Değerlendirmenin yapıldığı aynı yıl (2001)  kalp hastalığına bağlı ölümler 699.697, kanser ölümleri ise 553.251,5’de kalmıştır.)” 

Death By Medicine; Gary Null, PhD; Carolyn Dean MD, ND; Martin Feldman, MD; Debora Rasio, MD; and Dorothy Smith, PhD, pg 1. http://www.webdc.com/pdfs/deathbymedicine.pdf

 


AYNI VİRÜS – AYNI SÜREÇTE COĞRAFİ SINIRLARA GÖRE NASIL BUNCA FARKLI DAVRANABİLİYOR?


Gözlemsel veriler 2020’nin ilk 6 ayı içerisinde Avrupa ülkelerinin birçoğunda ‘olağanın üstünde ölüm’ (excess mortality) gerçekleşmemiş olduğunu göstermekte. O yüzden, tüm dünyayı tuttuğu söylenen bir viral salgında, aynı kıtada 6 ay boyunca sadece bazı ülkelerde ölüm sayısı artıyorsa, burada suçlu virüs değil, belli ki başka şeylerdir.

Avrupa’da İspanya, Fransa, İngiltere; okyanusun diğer tarafında ise ABD’de görülen orantısız ve hastaların zamanından önce bu dünyadan göçmesi ile ortaya çıkan can kaybı istatistiklerinin Hidroksiklorokin, Kaletra ve Azitromisin gibi preparatların kitlelere deneysel biçimde uygulanması yüzünden oluştuğunu gösteren yığınla kanıt bulunmakta.

2020’nin ilk altı ayı boyunca Avustralya’da intihar ölümleri CV-19 ölümlerinden yüksek seyrederken, tıpkı Almanya ve Portekiz gibi bu kıtada da olağanın dışında, fazladan ölüm kaydedilmemiş olması, hatta Almanya ve Portekiz’de önceki yıllara göre ölüm oranlarının daha da düşük seyretmiş olması ortada ölümcül bir viral salgın olduğu hipotezini çürütüyor.

Bu ülkelerde ölümlerin düşük seyretmiş olması hükümetlerin aldığı korona tedbirlerine de bağlanamaz, zira ölümlerin esaslı bölümü yaşlılar evinde ağır sağlık sorunları nedeniyle zaten ölümün eşiğinde olan kesimden çıkmış olup, her ne tedbir alırsanız alın bunlar zaten önlenemeyecek olan ölüm vakalarıdır.

İtalya, İspanya, Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda ve ABD, 2020’nin ilk yarısında önceki senelere göre ölümlerde belirgin artışların görüldüğü ülkeler oluyor. Bunlar aynı zamanda, Hollanda haricinde, en sıkı karantina önlemlerinin uygulandığı ülkelerdir. Oysa aynı süreçte hemen hiçbir karantina önlemi alınmamış İsveç’te aynı virüsün benzer ivme göstermemiş olması yine, hem karantina önlemlerinin “viral salgın”da etkinliğini sorgulatmakta hem de bunun gerçekte bir viral salgın olup olmadığını. 


SINIR TANIYAN VİRAL SALGIN


Belçika, komşusu Almanya’dan (100 bin kişi başına) 8 kat fazla ölüm çıkarıyor; İspanya Polonya’dan 22 kat; İspanya’nın kapı komşusu Portekiz ise olağanın üstünde hiç ölüm kaydetmiyor.

Popülasyon geçişliliğinin bunca yüksek olduğu günümüz dünyasında virüsün her siyasi sınır aşımında karakter değiştiğini mi ileri süreceğiz?

Yoksa akla yatkın olan çıkarımı yapıp, Avrupa’da ülkeler arası ölüm istatistiklerindeki derin ayrılıkların, ülkelerin uygulamayı seçtiği agresif tedavi yöntemlerine göre şekillenmiş olduğunu mu düşünmeliyiz?

İlginç olan, bu bahsi geçen ülkelerde olağanın üstünde kaydedilmiş “fazladan ölümler”in en büyük bölümünün çok çok kısa bir zaman diliminde gerçekleşmiş olması; Nisan başından ortasına kadarki 2-3 hafta içinde vuku buluyor ölümler. Euromomo’da kayıtlı ölüm istatistiklerine göre İspanya ve İngiltere’de çizelgeler Mart sonuna kadar gayet monoton bir tablo sergilerken birden fırlıyor ve daha sonra Nisan ortası gibi başladığı gibi düşüveriyor, böylelikle “pik” oluşturmuş oluyor. Ölenler ise demografik bakımdan ağırlıklı olarak ileri yaşlılardan oluşuyor. 

Kaynak: https://www.euromomo.eu/graphs-and-maps/


Yani, sadece bir iki hafta içinde yılın bu zamanında normalde görülenden 60 – 70 bin fazla ölüm kaydedilmiş oluyor bu Avrupa ülkelerinde. ABD’de ise önceki 2 yıla kıyasla 2020’nin ilk 6 ayı içinde 130 bin fazladan ölüm kaydediliyor (ABD’de 2020’nin ilk yarısında ölüm hızı %0.48; 2018 ve 2019’da %0.44). Avrupa ülkeleri ve ABD arasındaki tek fark ise, Amerika’nın tablosunda “pik”in biraz daha geniş/yayvan bir eğri oluşturması (yani Nisan’da sadece 2 haftada kalmıyor, tüm aya yayılıyor; dünya genelinde dramanın başlatıldığı yer olan İtalya’dan 2 hafta kadar sonra, 11 Nisan’da ABD’de pik yaşanıyor.)

Kaynak: https://www.cdc.gov/coronavirus/2019-ncov/covid-data/covidview/02122021/images/chart-deaths.jpg

Normal grip sezonunun dışında, bir virüsün bu şekilde 2 hafta içinde onbinleri silip süpürmesi mümkün değil, solunum yollarını tutan bir virüs bu şekilde davranmaz. Hadi diyelim denildiği kadar ölümcül bir virüs olsun bu, o zaman hayatı kilit alma taraftarlarının iddiası uyarınca en başta okulları, işyerlerini kapatmayan, maske de kullanmayan İsveç’te ölüm oranlarında muazzam pik görülmüş olması gerekirdi, ki yok. İsveç’in Nisan’da kaydettiği ölümler mevsim normallerinin çok üzerinde değil, 2017-2018’deki %0.46 yerine 2020’nin ilk 6 ayında ölüm hızı %0.48 olarak kaydedilmiş.

Ekonomi Eğitim Vakfı’nca hazırlanan 9 Ekim 2020 tarihli analiz raporu “İsveç’in Stratejisi’nin İşe Yaradığını, Karantina Tedbirlerinin Boşa Çıktığını Gösteren 5 Grafik”in vardığı sonuç, viral salgında sağlık tedbiri olarak hayatı kilit altına alma uygulaması ile COVID-19’a bağlı ölümler arasında ilişki bulunmadığı, tersine, karantina uygulamalarının tartışmasız biçimde zarar oluşturduğu yönünde oluyor.

Kaynak: https://fee.org/articles/5-charts-that-show-sweden-s-strategy-worked-the-lockdowns-failed/

Grafikte de görüldüğü gibi yıl sonunda, hayatı sıkı kilit alan ülkelerden İspanya İsveç’ten tam 25 kat; Fransa 10 kat; İngiltere ise 7 kat fazla ölüm çıkarıyor.

İtalya’da da Nisan ayında bir “pik” var, ancak tıpkı İsviçre’de olduğu gibi burada da ölümler nedense sadece belli bölgelerde yoğunlaşmış durumda ve bunlardan biri de Bergamo. Ölümcül bir virüs kol geziyor, lakin belli ki öldürücülükte herkese ve her yere eşit davranmıyor. 

Almanya’nın verileri yakından incelendiğinde de virüs tezi hiç ikna edici olamıyor. Alman Federal İstatistik Bürosu ölüm rakamlarını haftalık olarak raporluyor. 

Kaynak: Alman Federal İstatistik Bürosu

Mart 2019’da Almanya’da yaklaşık 86.500 kişi hayatını kaybediyor. 2018 mart ayında ise sert bir grip sezonu geçiren Almanya’da ölümler 107.100’e ulaşıyor. Görüldüğü üzere, koronavirüsle bir pandemiye gerek olmadan da, tipik grip dönemlerinde ölüm oranlarında büyük dalgalanmalar meydana gelebiliyor. 2020 yılının ölüm oranları eğrisine bakıldığında da, geçmiş senelere  kıyasla ortada anormal bir durum, önceye göre ölümlerde bir artış ivmesi bile görülmüyor. Duisburg-Essen Üniversitesi’nin yürüttüğü ve The Journal of Infection dergisinde yayımlanan “Almanya’da COVID-19’a Bağlı Gerçekleşen Fazladan Ölümler” başlıklı araştırmasına göre, ileri yaş grubundaki nüfustaki artış da hesaba katıldığında Almanya’da COVID-19’un ilk dalgasında geçmiş seneye göre 4926 daha az ölüm vakası kaydedilmiş olduğu ortaya çıkıyor.

“Excess mortality due to COVID-19 in Germany”, Andreas Stang et al.,2020 nov., J Infect.,PMID: 32956730 DOI: 10.1016/j.jinf.2020.09.012

Federal İstatistik Bürosu’nun 22 Ocak 2021’de yayımladığı ve 2020 genelinin istatistiklerini içeren raporda da ortalığı kırıp geçiren bir virüsün varlığına işaret edecek bir veri bulunmadığı görülüyor. 2016-2019 arası dönemde kaydedilen ölüm ortalamasına göre 2020’de 41.000 kadar, yani %4’lük bir artış var, 2018’e göre ise 20.000 fazladan ölüm var (%2.1). Ancak tabii 2020’de Alman nüfusu 2016’dakine göre 1 milyon artmakla kalmamış, öldü denilenlerin de yarıdan fazlası 80 yaşın üzerindekilerden oluşuyor—ki bu yaş grubu 2016’dan 2019’a kadar %5.8 ila %6.8’lik bir artış görmüş durumda. Tüm bunlar, yanında 2020 yaz sonunda Almanya’yı vuran ve normalin üstünde 9000 kişinin daha ölümüne yol açan sıcak dalgası da hesaba katıldığında, 2020’deki fazladan 41.000’lik ölümün epey bir kısmı açıklanmış oluyor zaten.

Ölümcül olabilecek yüksek doz ilaçlarla uygulanan deneysel tedavi protokolleri gerisini “rahatlıkla” açıklıyor. Tüm dünya genelinde yürütülen resmi deneylerde kullanıldığı gibi deney kapsamı dışında da uygulandığı bilinen bu ilaçlarla on binlerce insanın canına kıyılmış durumda. 

Almanya’daki 2018-2019 dönemine kıyasla Nisan 2020’de yaşanan birkaç binlik fazladan ölüm, bu ülkede o ara devreye sokulan hidroksiklorokin adlı sıtma ilacının yüksek dozdan deneysel olarak uygulamaya alınmasıyla aynı zamana rastlıyor. Spiegel dergisinin haberine göre, Alman sağlık sigortası şirketi AOK kayıtları, ilacın mart ayı itibariyle hayli revaçta olduğunu gösteriyor. Bir önceki aya göre martta hidroksiklorokin reçete edilen hasta sayısı neredeyse 10.000 artıyor ve bunlar da çoğunlukla yaşı oldukça ileri, ağır sağlık problemleri bulunan hastalar. İlacın, özellikle de önerildiği dozlar göz önüne alındığında, oluşturacağı toksik etki bakımından hayati tehlike riskini doruğa ulaştıracağı hasta grubu bunlar. Nisan ve mayıs ayları, reçete edilen hidroksiklorokin adedinin düşüşe geçtiği aylar oluyor. Haziran ayına gelindiğinde hidroksiklorokin için rakamlar, bir önceki sene averajının altında kalıyor.

Görünüşe göre Almanya’da COVID-19 paniğinin bilhassa yoğun olduğu martın ikinci yarısı, yüksek toksisiteye sahip hidroksiklorokin ve Kaltera adlı antiviral ilaç preparatının (Lopinavir/Ritonavir) en fazla rağbet gördüğü zaman dilimi oluyor. Yine de, bu ilaçların Belçika ve İngiltere’deki kullanım oranlarına bakıldığında, Almanya’daki kullanımın devede kulak kaldığı görülüyor. 

20 Mart 2020’de Russia Today TV kanalı ile röportajında Alman doktor Claus Köhnlein’ın bu ilaçların hayli yüksek dozlarda hastalarda denenmesine getirdiği eleştiriler büyük yankı uyandırıyor, Köhlein, bu ilaçların her defasında bağışık sistemini baskıladığını ve halihazırda sağlık durumu kritik hastalara verildiği takdirde ölüme yol açabileceğini söyledikten sonra ülke genelinde antiviral ilaçlara rağbet azalma eğilime giriyor.

Daha sonra Ärzteblatt tıp dergisinde yayımlanan mektubunda Claus Köhnlein şu yorumu yapıyor: 

“Almanya’nın süreci nispeten az hasarla atlatabilmiş olmasının sebebi tedavi konusunda en başından beri aşırı invazif girişimlerden kaçınmış olmamız ve/veya İtalya, İspanya, Fransa ve İngiltere’deki kötü deneyimlerden ders alıp antiviral ilaç kullanımına ihtiyatlı yaklaşmış olmamızdandır.”

Engelbrecht, Torsten; Köhnlein, Claus, COVID-19 (excess) mortalities: viral causeimpossible—drugs with key role in about 200,000 extra deaths in Europe and the US alone,www.realnewsaustralia.com, October 1, 2020

Yaşanan mega korona paniğinde tüm dünya daha krizin başında, COVID-19 hastalarındaki etkileri daha doğru dürüst çalışılmadan bir dolu yan etkiyle gelen ilaçları denemeye başlıyor. Örneğin, Pharmazeutische Zeitung dergisi daha 28 Ocak 2020’deki haberinde, koronavirüslerin bilinen bir ilacı olmamasına rağmen tedavide—deneme-yanılma yöntemi ile— birtakım HIV ilaçlarının kullanılmakta olduğunu yazıyor. Bahsi geçen HIV ilaçlarının, hele de yaşlı ve sağlık durumu ileri derecede bozuk kişilerin hayatına mâl olabileceği bilinirken, tercih edilen yol bu oluyor.

Basında yer alan bir başka habere göre de, Amerikan ilaç firması AbbVie, Çin sağlık bakanlığından yetkililerin HIV ilaçları Kaletra’yı talep ettiğini duyuruyor. Kaletra, Lopinavir ve Ritonavir karışımı bir preparat ve elbette diğer antiviral ilaçlar gibi ölümcül yan etkilere sahip.

Hüttemann, Daniela, Lungeninfektionen: Wie wird eine Coronavirus-Infektionbehandelt?, www.pharmazeutische-zeitung.de, January 28, 20201390 Lopinavir / Ritonavir, www.aidsinfo.niv.gov

Yüklü deneysel ilaç uygulamalarına kapı aralayan ise muhtemelen 18 Şubat 2020’de The Lancet tıp dergisinde yayımlanan tek vakalık Covid tedavi sunumu gibi yayınlar oluyor. Biraz titizlikle irdelense rahatlıkla bu tarz ilaç tedavilerine kalkışılmaması için uyarı niteliği kazanabilecekken, maalesef hiç düşünmeksizin kritik durumdaki hastalara deneysel ilaçların boca edilmesinin yolunu açıyor bu yayın.

Vaka sunumu yapılan hasta 50 yaşında; ateş, üşüme-titreme, öksürük, halsizlik ve nefes darlığı şikayetiyle geliyor ve “COVID-19” hastası olarak yatışı yapılıyor. Ve antiviral ilaçlarla tam bir taarruza maruz bırakılıyor: interferon alfa-2b, lopinavir ve ritonavir, antibiyotiklerden moxifloxacin ve meropenem, yanında yüksek doz kortizon (metilprednizolon). Bu sayılan ilaçların her biri, tek başına uygulandığında bile ölüm de dahil olmak üzere oldukça ağır yan etkilere yol açabilen maddeler. Hastanın otopsisinde karaciğer hasarı tespit ediliyor ve en azından bunun, verilen ilaç tedavisi yüzünden gelişebileceği yayın yazarları tarafından da kabul ediliyor. Elbette, hastanın bizzat ilaç toksisitesine bağlı olarak hayatını kaybetmiş olabileceği göz ardı edilemeyecek bir ihtimal.

Henüz 50 yaşında ve altta yatan bilinen bir sağlık sorunu da olmayan biri bile ağır grip semptomları için verilen ilaç kokteyline dayanamayıp vefat edebiliyorsa, “COVID-19” hastası denilerek kanser hastaları da dahil olmak üzere sağlık durumu son derece nazik 70-80 yaşındaki insanlara verildiğinde bu muazzam toksik ilaç karışımlarının etkisi ne olur, herhalde tahmin edebiliyoruzdur.


Peki ama doktorlar bu 50 yaşındaki hastaya niye bu tedaviyi verdiler? The Lancet yayınında neden kapanış yorumu olarak hastanın “şiddetli akut solunum yetmezliği sendromu koronavirüs 2 (SARS-CoV-2)’den öldü”ğü yazıyor? Başka hiçbir şey değil, virüs öldürmüş yani bu insanı? Tıp camiasına hakim tünel vizyonundan neden olarak sadece virüs gözüküyor, içlerine işlemiş inançları onlara kurtuluşun bir tek ilaçta olduğunu söylüyor, korkularını bir tek bununla avutabiliyorlar da ondan. İlaca mutlak güven ve denenmedik ilaç bırakmama güdüsü tıp camiasının ruhuna işlemiş durumda da ondan. Hele de “pandemi” ortamının yarattığı panikle, çare olarak daha fazla ilaca sarılmaları olağan. 

50 yaşındaki bu zavallı nefes darlığı çekiyor diye kortizon veriliyor. Kortizon nedir? İnflamatuar yanıtı yatıştırıp yavaşlatan bir lenfosit baskılayıcı. Öyle olunca ateş de düşüyor tabii, başka semptomlar da azalıyor. Hasta geçici olarak kendini biraz daha iyi hissediyor, nefes alabilmeye başlıyor. Lakin bir de faturası var bu rahatlamanın: immün sistem fena halde baskılanmış olduğundan hasta için ölüm tehlikesi ortadan kalkmıyor ve hatta burada olduğu gibi kişiye bir de kendi içinde hayati tehlike oluşturan başka ilaçlar da verilmekteyse, sonuç kaçınılmaz olabiliyor. 

Gelgelelim, Lancet yayınının vardığı sonuç hastanın virüsten ölmüş olduğu. İlaç tedavisine rağmen ölmüş hem de, ilaçlar yüzünden değil. Tıp camiasında sözü kanun addedilen The Lancet gibi bir dergi kalkıp böyle bir yayın yapınca da ne oluyor, bu “tedavi” şekli COVID-19 için model terapi haline geliveriyor

Bir iki haftaya kalmadan, yukarıda yüksek mortalite görülen ülkeler olarak ismi geçenlerin hepsinde (ve başka yerlerde de) çok yüksek toksisitedeki ilaçlar tamamen deneysel olarak ve hatta ruhsat almış oldukları endikasyonlar dışında (off-label) bol keseden hastalara verilmeye başlıyor. Daha da kötüsü bu ilaçlar bu şekilde en çok, testi COVID-19 pozitif çıkmadan önce de ağır hastalıkları bulunan yaşlı insanlara veriliyor.

Resmi veriler, yüksek seyirli ölüm oranlarının İtalya’dan havalanıp, bir çırıpıda İspanya ve Fransa’yı kat edip, İngiltere ve Belçika’ya konuverdiğini gösteriyor. Buradan sonra göç sırası elbette ABD ve Brezilya’ya geliyor.

İtalya’da, bilhassa Lombardiya’da “ilaç çılgınlığı” 17 Mart gibi başlıyor, en çok da huzurevleri ve bunların kliniklerini tutmuşa benziyor. İtalya’dan 9 nisan 2020’de çıkan şu ölüm istatistiği ise ibretlik ve kendi içinde çok şey anlatıyor; ölen hastaların %84’ü başta azitromisin olmak üzere antibiyotik tedavisi görmüş olanlar, %55’i antiviral ilaç almış, %33’ü kortikosteroid ilaç alırken %18.6’sı ise bu üçünü birlikte almış.

Azitromisin (Zitromax / Zmax) İle ilgili olarak 2013 yılında FDA’nın yayımladığı ve kalpte ölümcül olabilecek ritim düzensizliğine yol açtığı ile ilgili bir uyarı bulunmakta.

https://www.fda.gov/drugs/drug-safety-and-availability/fda-drug-safety-communication-azithromycin-zithromax-or-zmax-and-risk-potentially-fatal-heart

https://www.drugs.com/fda-alerts/300-0.html

Antiviral ilaçların ölümcül olabileceği de bilimsel olarak kafi derecede ispatlanmış durumda. 

Bunlar arasında, yukarıda bahsi geçen 50 yaşındaki hastaya da verilmiş olan  Lopinavir-Ritonavir de bulunmakta. 

https://kaletra.com/
https://www.drugs.com/mtm/lopinavir-and-ritonavir.html

Kortikosteroidler için ise 10 Nisan 2020’de Journal of Infection’da yayımlanmış bir çalışmaya göre “Kortikosteroidler daha ziyade ağır sağlık problemlerine sahip hastalara gerekmektedir. Koronavirüs pnömonisi geliştirmiş hastalarda kortikosteroid kullanımı ise ölüm riskinde artış ile ilişkilendirilmiştir.” Yazarlar, yayınlarında “kortikosteroidlerin COVID-19 tedavisi için kullanımında ihtiyatlı olunması gerektiği” yönünde uyarıda bulunuyorlar, ancak bakıldığında ortaya çıkan şey esasen, bu bağlamda kortikosteroid kullanımını haklı çıkaracak veya mazur gösterecek tıbbi kanıtın olmadığıdır.

https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0163445320301912https://doi.org/10.1016/j.jinf.2020.03.062

Fransızların Culture dergisi, girişilen kitlesel ilaç deneyinin pratikte neye benzediğini dökümlüyor. Başlık: “Covid-19: Fransa, İtalya, İspanya ve Almanya’da doktorlar bu hastalıkla nasıl mücadele ediyor?”

İtalya’nın Fransa sınırındaki Liguria bölgesindeki Imperya ili Tabipler Birliği başkanı, nörolog  Francesco Alberti pandemi nedeniyle işe geri dönüyor ve şu açıklamayı yapıyor:

“Öncekilerden çok farklı ve hastasına göre ağır da seyredebilen bu hastalık için haliyle çok sayıda tedavi denemesi yapıp bir yandan da türlü klinik deneyler yürütmekteyiz. Hastanın salt ateşi varsa ve 4-5 günden fazla sürmüyorsa bu durum, paracetamol veriyoruz. Bu süre aşıldığında ise hastalığın ilerlemesini durdurmak için antiviral tedavisine başlıyoruz; en çok kullandıklarımız hidroksiklorokin (Plaquenil markayı kullanıyoruz), yanında hidroksiklorokin’in kalp ritmi problemleri oluşturabildiğini de gözeterek azitromisin adlı antibiyotiği veriyoruz. Bunun dışında diğer antivirallerden remdesivir ve favipiravir’i de kullanıyoruz. İmmün sistem virüsle başa çıkamayacak gibiyse, bu durumda romatoid hastalıklarda kullanılmakta olan tocilizumab aslı immünolojik ilacı da hastalarda denemekteyiz.“

https://www.franceculture.fr/sciences/covid-19-en-france-italie-espagne-allemagne-comment-les-medecins-sattaquent-a-la-maladie

Alberti sözlerine devam ediyor: “Tek bir tedavi protokolü yok bu iş için. İlaçları ruhsatlı endikasyonlarının dışında kullanmaktayız (off-label). İtalya Sağlık Bakanlığı ve İlaç Dairesi, başka hastalıkların tedavisine yönelik olsalar da bu ilaçları kullanmamıza izin verdi.”

Hastaların entübasyonla suni solunuma alnması ile ilgili olarak da Paris’teki Bichat hastanesi’nde Enfeksiyon Hastalıkları Hasta Canlandırma ve Yoğun Bakım ünitesi şefi Jean-François Timsit şunları söylüyor:

“Yoğun bakıma alınan hastalarda can kaybı oranının şu an için %30 düzeyinde olduğu tahmin ediliyor. Entübe edilmiş olanlarda ölüm oranının %50’ye çıktığını görüyoruz.”

%30 zaten yüksek bir oran, hele bir de entübasyonla yarı yarıya can kaybını düşünün. İlk başlarda entübasyona bu kadar yönelinmesinin ardındaki sebep ise, hastaya normal (ve daha az korumalı) maske ile oksijen verildiği takdirde hastanın soluğundan etrafa ve personele viral enfeksiyon bulaşından çekinilmesi. Oysa ta 2002-2003’teki ilk SARS salgınından bu yana hastaların entübasyonla hayatını kaybetme riskinin çok yüksek olduğu bilinmekte. Ancak yine de bu trend, COVID-19 tedavisinde de devam ettiriliyor.  Şubat 2020’de The Lancet’te yayımlanan bir makalenin çizdiği tablo oldukça karanlık: Entübasyona alınan 22 hastadan yalnız 3’ü hayatta kalıyor.

Clinical course and outcomes of critically ill patients with SARS-CoV-2 pneumonia in Wuhan, China: a single-centered, retrospective, observational study, The LancetDOI:https://doi.org/10.1016/S2213-2600(20)30079-5
https://www.thelancet.com/journals/lanres/article/PIIS2213-2600(20)30079-5/fulltext

23 Aralık 2020’de, focus.de’de yayımlanan “Entübasyondaki Fazlasıyla Yüksek Ölüm Oranları” başlıklı makalede göğüs hastalıkları uzmanı Thomas Voshaar’ın yaptığı açıklama: 

“Korona ile mücadelede hastanın hemen entübasyona alınması yapılabilecek en büyük hatadır.”

Voshaar, COVID-19 mağduru diye etiketlenmiş hastaların entübasyonunun can kaybı oranlarını fırlatan faktör olduğunu söylüyor.

“İnvazif bir şekilde ventilasyona alınan COVID-19 hastalarının yüzde ellisi hayatını kaybediyor. Tıbben farklı bir yönteme geçmemiz gerektiğine en açık işarettir bu.”

Voshaar’ın meslekdaşlarına bu yöndeki çağrıları ne yazık ki dikkate alınmıyor.


YÜKSEK DOZ HİDROKSİKLOROKİN TRAJEDİSİ 


İtalya’da salgın öncesinde de hastalara yaygın biçimde önerilmekte olan hidroksiklorokin’in salgınla birlikte aşırı yüksek dozlarda ugulanmaya başlaması sayısız insanın hayatına mal olmuş durumda.

Hidroksiklorokin’in ağır yan etkileri arasında kalp aritmisine bağlı ölüm de bulunmakta. Bu yan etki riskini özellikle artıran husus ise yüksek doza çıkılması. İtalya, İspanya, Fransa, İngiltere ve ABD’de COVID-19 hastalarına yapılan şey de tam olarak bu işte. İlaç düşük dozda verildiğinde iyileştirici etki sağlayabileceğini belirten Yale Üniversitesi’nden epidemiyolog Harvey Risch yazdığı bir e-postada şöyle diyor:

“Hidroksiklorokin’in doz aşımı durumunda işlevini yitireceği ve toksisiteye gideceği hususunda hemfikirim.” 

İspanya’nın İlaç ve Tıbbi Ürün Denetleme İdaresi (Agencia Española de Medicamentos y Productos Sanitarios – AEMPS) 16 mart 2020’de ‘Özel Durumlara Yönelik İlaç Yönetimi’ [Management of Medicines in Special Situations (MSE)] yönetmelikleri üzerinden ülke geneline hidroksiklorokin ve bunun biraz daha toksik çeşidi olan klorokin dağıtımına başlıyor. Barselona’nın 150 km kuzeyinde, hemen Fransa sınırı altındaki Cerdenya Hastanesi’nden Miquel Barceló nisan başında Fransız Culture dergisi ile söyleşisinde şöyle diyor:  

“Bu ilaç [hidroksiklorokin ] ile ilgili bir başıboşluk durumu yaşanmakta … Bizde yoğun bakımda yatan sayısı da can kaybı da Occitania’ya [sınırın hemen ötesindeki Fransız bölgesi] göre fazla. Ortalığı kasıp kavuran bir hastalık olunca insanlar bir şeyler yapmak lazım diye düşünüyor. O yüzden bu ilacın kullanımına fazla itiraz eden yok gibi.” 

Bundan hemen 2 gün sonra ise (18 Mart) WHO direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus kamuoyuna, COVID-19’a karşı ilaçla mücadele için geniş çaplı çalışmalar başlatıldığını açıklıyor:

“Farklı metodolojiler üzerine kurulmuş irili ufaklı deneyler ile insan hayatı kurtaracak tedavi yönteminin hangisi olduğuna karar verebilmemiz güç olacağından WHO ve ortakları birçok ülkede birden bir deney düzenleyerek bu testten geçmemiş tedavilerden bir kısmını birbiriyle kıyaslama yoluna gitmeye karar vermiştir. İhtiyacımız olan veriyi üretecek şekilde tasarlanmış bu geniş çaplı uluslararası deneyle en çok hangi tedavilerin işe yaradığını anlayabileceğiz. Bu deneyimizin adı “COVID DAYANIŞMASI” (SOLIDARITY) olarak belirlenmiştir.”

“COVID DAYANIŞMASI” deneyi kapsamında araştırılan remdesivir; lopinavir/ritonavir (Kaletra); Interferon-β’nin Kaltera, hidroksiklorokin ve klorokin ile birlikte kullanımı oluyor.

İnsanlar üzerinde yürütülen deneylerde kişilerin haklarını korumak amacıyla kurulmuş ‘Alliance for Human Research Protection’ grubundan doktor Meryl Nass’ın konuyla ilgili tespitleri ise şöyle:

“Lakin, WHO’nun denenecek ilaçlar listesinde herhangi bir doz yönergesi olmadığı gibi, yine WHO’nun 8 Nisan tarihli klorokin dozaj konsültasyonunda da şaşırtıcı biçimde hangi dozların kullanıldığına dair bilgi yer almamaktadır.”

WHO’nun düzenlediği toplantı tutanaklarından hazırlanan raporun giriş bölümünde şu bilgi geçmekte: 

“Deney için seçilen klorokin ve hidroksiklorokin doz şemasında iki oral doz yükleme seçeneği (250 mg/tablet CQ veya 200 mg/tablet HCQ) bulunmakta, bunu takip eden on gün boyunca idame sozu olarak da günde iki kez oral doz alımı öngörülmektedir. Bu toplantı, deney için belirlenen bu dozların uygun olup olmadığını görüşmek üzere düzenlenmektedir.”

Ancak Dr. Nass dozaj konusundaki bu bildirimlerin kasıtlı olarak muğlak bırakılmış olduğu ve hatta yanıltıcı olduğu görüşünde, zira “COVID DAYANIŞMASI” deneyinde gerçekte kullanılan dozun ilk 24 saatte 2.400 mg, bunun üzerine de sonraki 10 gün içerisinde eklenen 9.2 gram [9.200 mg] şeklinde olduğunu tespit ediyor.

Seçilen bu haddinden fazla yüksek bu dozaj, WHO’nun klorokinin muhtemel rolü ile ilgili 13 mart 2020 tarihli gayri-resmi konsültasyon raporu dikkate alındığında daha tuhaf kaçıyor. Görünüşe göre klorokinin farmakokinetiğini araştıranlar arasında Gates Vakfı da var (toplantıdaki 25 katılımcının 5’i Gates Vakfı’ndan). Raporda dediğine göre, “Tedavide yüksek dozlara çıkılması öngörülmektedir; yani ilk baştaki kilogram başına 10 mg’lık baz yükleme dozunun ardından yedi gün boyunca günde 2 kez kilogram başına 5 mg verilecektir.” (250 mg’lık klorokin tablette 150 mg “baz” ilaç bulunmakta.)

70 kiloluk birine bu ilacın bu protokolle verildiğini düşünelim: yükleme dozu olarak kişi 700 mg baz, yani 1.200 mg klorokin alacak demektir. “COVID DAYANIŞMASI” deneyinde ilk 24 saatte hidroksiklorokin için öngörülen 2.400 mg’lık doz yüklemesine göre hayli düşük kalıyor bu.   

Klorokinin de hidroksiklorokinin de vücutça yıkımlanması hayli güç ilaçlar olduğu unutulmamalı; hatta vücuttan atılma yarı-ömürleri bir ila iki ay civarında. Bu hesaba katıldığında alınan dozların çok çabuk birbiri üzerine eklenerek ölümcül etkiler ortaya çıkarabileceği aşikardır, yaşlılar için bu daha da olası bir problemdir.

1986’da Alman tıp dergisi Zeitschrift für Rechtsmedizin’de yayımlanmış makalenin başlığı: “Tod nach Gabe von 1250 mg Chloroquin bei Porphyria cutanea tarda“. (Porfiria kutena tarda [metabolik bir hastalık] vakasında 1250 mg [1.25 g] klorokin uygulamasından sonra gelişen can kaybı).

Porfiria kutena tarda: Karaciğerde işlev bozukluğu, güneş ışınlarına aşırı duyarlık sonucu deride kızartı ve büller oluşması, hiperpigmantasyon, sertleşme, idrarda aşırı üroporfırin bulunuşu ile belirgin kalıtsal porfiri


Başka kaynaklar bu ilaç için ölümcül dozu 2 ila 3 gram olarak vermiş.

1979’da WHO, H. Weniger adında bir araştırmacı tutarak kendisinden klorokinin toksisitesini değerlendirmesini istemiş. Weniger, klorokin zehirlenmesi yaşamış 335 erişkin vakanın raporlarını incelemiş. Raporunun 5. sf’sında Weniger, “1.5 – 2.0 g’lık klorokin bazı [= 2.5 – 3.3 g klorokin] ölümcül olabilmektedir”, diye yazıyor. 

Review of side effects and toxicity of chloroquine / by H. Weniger,
https://apps.who.int/iris/handle/10665/65773?show=full

https://apps.who.int/iris/bitstream/handle/10665/65773/WHO_MAL_79.906.pdf?sequence=1&isAllowed=y

“COVID DAYANIŞMASI” deneyinde kullanılan ve klorokinle hayli benzer özellikteki hidroksiklorokin’in daha ilk 24 saatte 2.4 gram dozunda verildiği, üzerine de sonraki 10 gün boyunca toplamda 9.2 gram daha eklendiği bu noktada dikkatlerden kaçmamalıdır.

Dr. Nass şunları söylüyor: “Tüm uzmanlar Goldfrank’in Toksikolojik Acil Durumlar kitabında belirttiği şu konuda hemfikirdir: Klorokinin ‘toksik – terapötik doz marjini’ çok küçüktür”. Doğru kullanıldığında son derece emniyetlidir bu ilaç, ancak çok az bir fark kafidir doz aşımı için ve ölümcül olabilir. WHO’nun klorokin bazlı ilaçlar üzerine düzenlediği her iki konsültasyonda da görev alan Wellcome Trust vakfı baş akademisyeni ve sıtma tedavisinde uzman Prof. Nicholas White da bunu doğrulamıştır.” 

WHO‘nun raporunda klorokin dozlaması ile ilgili geçen şu ifade dikkat çekici: 

“Toplantıda genel kanaat bu ilacın doğuracağı riske karşın sağlayacağı faydanın makul düzeyde olacağı yönünde olmuşsa da, şu an öngörülmekte olan protokol dahilindeki ‘minimalistik güvenlik verisi toplama’dan kastın tam olarak ne olduğu konusunda kuşku ve çekinceler dile getirilmiştir”.

Dr. Nass’ın bununla ilgili yorumu şu: “COVID DAYANIŞMASI deneylerinde çıkılan yüksek dozların tıbbi gerekçesi ve açıklaması yoktur. Standart ilaç deneyleri ile karşılaştırıldığında güvenlik verisi toplamadaki eksiklikleri yüzünden bu deney dizaynı, ilacın toksik etkilerinin anlaşılmasını güçleştirebilir. Bu durum tamamıyla etik dışıdır.”

Ve fakat dünya genelinde pek çok ülke bu DAYANIŞMA deneyine katılma kararı alıyor, bunlar arasında (çokça nisan ayıyla sınırlı olmak üzere) hayli yüksek fazladan ölüm oranları çıkaran İspanya, Fransa, İsviçre ve Belçika gibi ülkeler de var.

İsmin çağrıştırdığı tüm iyi niyete rağmen COVID DAYANIŞMASI deneyi çıkılan aşırı yüksek dozlar ve elbette çoğu kez yanında başka toksik ilaçların da veriliyor olması nedeniyle tam bir felaketle sonuçlanıyor. Klorokin’in ne denli tehlikeli olabileceği Brezilya örneği ile iyiden iyiye görünür hale geliyor. 13 Nisan’da Chicago Tribune gazetesi, Brezilya’da koronavirüs hastalarının tedavisi için devlet tarafından önerilen klorokin protokollerinde yüksek doz alan hastalarda ölümle sonuçlanabilen kalp aritmileri gözlemlenmesi nedeniyle uygulamanın askıya alınmak zorunda kaldığını yazıyor. Deneyde hastalara klorokin ile birlikte, kendisi de benzer risklere sahip azitromisin (zitromax) de veriliyor.

Toronto Üniversitesi’nde klinik farmakoloji bölüm başkanı Dr. David Juurlink’in yorumu şöyle oluyor:

“Bana göre bu deneyin ortaya çıkardığı tek faydalı bilgi olmuştur, o da klorokin’in elektrokardiyogram’da [kalbin elektriksel aktivitesini ölçümlüyor] doz-bağımlı olarak anomaliyi arttırdığı, bunun da hastaları ani kalp krizi nedeniyle ölüme yatkınlaştırdığıdır.”  

Deneye dahil olan hastaların kabaca yarısına beş gün süreyle günde iki defa alınmak üzere 450’şer miligram klorokin veriliyor; toplamda 4.5 gram alınmış oluyor. Geri kalan hastalar ise 10 gün boyunca 12 saatte bir, 600 miligram alıyorlar; yani toplamda 12 gram ediyor. Bu ilaç düzenine geçilmesinin 3. gününde araştırmacılar ‘yüksek doz’ grubunda kalp aritmileri baş gösterdiğini fark ediyor. Tedavinin altıncı gününde 11 hasta hayatını kaybetmiş oluyor, bunun üzerine deneyin ‘yüksek doz’ kolu derhal durduruluyor.

İsviçre 16 hastaneyle COVID DAYANIŞMASI deneyine katılıyor ve orada da ampirik kanıtlar, yaşanmaya başlanan fazladan ölümlerin bizzat ilaçlara bağlı olduğu şüphesini doğuruyor. Ülkenin federal istatistik bürosundan gelen veriler, genelin üstünde (fazladan) ölümlerin ülkenin yalnızca İtalyanca ve Fransızca konuşulan kantonlarında görülmekte olduğunu, Almanca konuşulan bölgelerinde görülmediğini ortaya koyuyor. 

Dili Almanca olan kantonlardan Zürih 1.521.000 nüfusuyla, kendisinden çok daha küçük (353 bin nüfuslu) ve dili İtalyanca olan Ticino ile aynı ölüm oranına sahip. Mevzubahis bir solunum yolu virüsüyse şayet, aynı ülkede kantonuna göre davrandığını ve buralara farklı güçlerde saldırdığını düşünmek tamamıyla akıl dışıdır

Ölüm öbeklenmelerinin bazı yerlerde müthiş çabuk geliştiği de dikkate çarpmakta. Örneğin, (COVID DAYANIŞMASI deneyine iştirak eden Valais bölgesindeki) Saas-Grund’a bağlı San Antonius yaşlı bakım ve huzur evinde, İsviçre devlet televizyonun verdiği habere göre ilk “pozitif” test sonucu 1 Nisan 2020’de çıkıyor, ilk ölüm 17 Nisan’da gerçekleşiyor ve bunun hemen ardından peşpeşe 14 ölüm daha geliyor; huzurevi sakinlerinin neredeyse üçte biri bir anda yitip gidiyor.

Huzurevi yöneticisi Patricia Pfammatter: 

“Virüs tespit edilmiş ancak durumu gayet iyi olan birçok yaşlımız vardı, hatta yedi-sekiz gün sonra dedik ki tamam, atlattılar artık virüsü, fakat sonra ne olduysa birden işler tersine dönüverdi. Birkaç saat içinde şuurları kapanıyor, tepki vermez oluyorlardı, ölümün kıyısına geldiklerini anlıyordunuz.” 

Dr. Meryl Nass bu durumu şöyle eleştiriyor: 

“COVID DAYANIŞMASI deneyleriyle hidroksiklorokin’in Covid-19’a karşı bir faydası olup olmadığı değil de, hastaların toksik, non-terapötik dozlara dayanıp dayanamayacağı ölçülmekte sanki.” 

Fakat iş “COVID DAYANIŞMASI” deneyleriyle kalmıyor. 22 Mart’ta Fransız biyomedikal araştırmalar idaresi INSERM, Avrupa’da KEŞİF (DISCOVERY) adıyla ilave bir deneyin koordinasyonunu başlattıklarını, WHO’nun izinden giderek oluşturdukları bu modelin de yedi ülkeden, 800’ü Fransa’dan olmak üzere 3.200 hastayı kapsayacağını açıklıyor. Açıklamaya göre burada denecek ilaçlar da, klorokin hariç, aynı.   

8 Nisan tarihli Newsweek haberi, 22 Mart’ta KEŞİF deneyine seçilmiş Nice’teki üniversite hastanesinde (CHU) hidroksiklorokin ile tedavi deneyinin durdurulmak zorunda kaldığını bildiriyor. Fransa’nın günlük yayın yapan gazetelerinden Nice-Matin’e verdiği röportajda, CHU bünyesindeki Pastör Hastanesi’nin kardiyoloji bölüm başkanı Emile Ferrari, bazı hastaların baş gösteren kalp ritim bozukluğu nedeniyle tedaviyi yarıda bırakmak zorunda kaldığını açıklıyor.

Ferrari’ye göre kalp ritminde bozulma riski, hidroksiklorokin yanında azitromisin verildiği takdirde artış gösteriyor. Bu tedavinin verildiği hastaların bir kısmı için ilaçlar, hastalığın kendinden daha tehlikeli gözükmekte diyor Ferrari. Almanların eczacılara yönelik dergisi Deutsche Apotheker Zeitung’da da, “Devam etmekte olan birçok başka COVID-19 deneyi de bulunduğundan, bu gözlemler özellikle önemli,” deniyor.

Fransa’da hakikaten hayli büyük ilaç denemelerine ev sahipliği yapıyor bu süreçte. L’Express gazetesinin 23 Mart tarihli haberi, ülkenin Halk Sağlığı Yüksek Konseyi’nin (Haut Conseil de santé publique), “verili bir tedavinin işe yarayıp yaramadığını süratle anlamanın en emin yolu bu olduğundan doktorlarımızın ülkede devam etmekte olan türlü ilaç denemelerine mümkün olduğu kadar çok hastayı dahil etmesi açğrısından bulunuyoruz,” dediğini yazıyor. 1 Nisan 2020 itibariyle yayımlanmış, ülkede yürürlükte olan COVID-19 tedavi projelerinden oluşan listede adı geçen diğer pekçok ilacın yanısıra remdevisir, kaletra ve hidroksiklorokin’in de listede yerini almakta.

Belçika’da sağlık bakanlığı tarafından yayımlanmış 8 haziran 2020 tarihli bir kılavuzdan, KEŞİF deneyi çerçevesinde Avrupa Birliği genelinde yüksek dozlarda hidroksiklorokin uygulaması yapılmış olduğu anlaşılıyor.

Peki deney yolculuğu burada bitiyor mu? Elbette hayır!

3 Nisan 2020, İngiltere hükümeti yalnızca 15 günde ülke genelindeki 132 hastaneden 1000 kadar hastanın dahil edildiği ve daha binlercesinin de katılımının beklendiği, muhtemelen  dünyanın en geniş katılımlı randomize-kontrollü COVID-19 tedavi denemesi olacak İYİLEŞME (RECOVERY) adını verdikleri programı duyuruyor. Bu programda da çok sayıda ilaç var denenen. Bunlar arasında ismi geçenlerden bazıları şöyle: Lopinavir-Ritonavir, [anti-inflamatuar ilaç] Dexamethasone, Hidroksiklorokin

İYİLEŞME deneyinde başarısı sınanacak diğer ilaçlar arasında yine azitromisin ve tocilizumab’ın yanısıra, koronavirüsü hedef alan monoklonal antikor bileşimi olarak adlandırılan REGN-COV2 de var.

Bir bölümü Wellcome Trust ve Bill & Melinda Gates vakfınca karşılanan İYİLEŞME deneyi görülmemiş bir hızla ilerliyor, çok kısa sürede İngiltere genelinde ulusal sağlık sistemine bağlı 175 hastane’den 11.000 hasta deneylere kaydoluyor. Ancak bir süre sonra deneyin hidroksiklorokin kolu bir anda askıya alınıyor. Gerekçe olarak, hidroksiklorokin’in COVID-19 nedeniyle hastaneye kaldırılmış hastalarda can kaybını önlemede göze çarpan bir avantaj sağlamamış olduğunun görülmesi veriliyor. Oysa bu açıklama gerçeği örtbas etmek yapılmış edebi kelamdan başka bir şey değil, çünkü hidroksiklorokin tedavisi uygulananların dörtte biri o deneyde ( %25,7) kaybediliyor. 

İYİLEŞME deneyinde öngörülen hidroksiklorokin dozunun DAYANIŞMA deneyindekiyle benzerliğine bakınca sonuç o kadar da şaşırtıcı gelmiyor aslında. Oxford Üniversitesi Tıp fakültesinde görevli profesör doktor ve aynı zamanda İngiltere bazlı İYİLEŞME deneyinin eş başkanlarından Martin Landray’in, Fransız internet gazetesi France-Soir’a 6 Haziran 2020’de verdiği bilgiye göre, “[hidroksiklorokin için yükleme dozu] ilk 24 saatte 2.400 mg, 2. günden 10. güne kadar da günlük 800 mg. Toplamda 10 günlük bir tedavi protokolü bu”. Yani, nereden baksanız 2.4 gramı daha ilk günden olmak üzere toplamda 10 grama yakın hidroksiklorokin veriliyor insanlara. 

Dr. Meryl Nass’in dikkat çektiği gibi, “burada hastanın kilosuna göre doz ayarı yapılması gerektiği gibi gerçekler göz ardı edildiği gibi, böbrek veya karaciğer fonksiyonu gibi faktörlerin de gözetilmediği görülüyor. İYİLEŞME deneyinde, hastaneye kaldırılmış, durumu zaten ağır Covid-19 hastalarına tedavilerinin ilk 24 saatinde 1860 gramlık hidroksiklorokin bazı (2400 mg hidroksiklorokin) veriliyor ki bu muhtemelen ölümcül bir dozdur.”

Landray’a İngiltere’de hidroksiklorokin için çıkılabilecek maksimum doz şudur gibi bir yönerge olup olmadığı sorulduğunda cevaı ciddi ciddi, “Bir bakmam lazım ama 2400 mg’dan çok daha fazla olması lazım, en az altı veya 10 katı filan,” oluyor. Ardından kendisine İngiltere’nin İlaç ve Tıbbi Cihaz Denetleme Kurumu (MHRA) tarafından hidroksiklorokin için belirlenmiş bir öldürücü doz değeri bulunup bulunmadığı sorulduğunda ise cevabı, ”Tedavi veren doktorların hiçbirinden ölümlerin herhangi birinin hidroksiklorokin kaynaklı olabileceğine dair bir bildirim almadık. Deneyin hidroksiklorokin koluna da güvenlik sorunu nedeniyle değil, işe yaramadığı için son verildi. COVID gibi yeni bir hastalık için onaylı doz protokolü olmasını zaten bekleyemezsiniz. Ancak dediğim gibi, deneyde verilen hidroksiklorokin dozu sözgelimi amipli dizanteri için  kullanılandan farklı değil.”

İYİLEŞME deneyinin baş müfettişi Peter Horby her ne kadar France Soir gazetesinin Landry’nin sözlerini yanlış anladığını ve aktardığını iddia etse de, bu sözler bir tıp adamına yakışmayacak pervasızlıktadır ve büyük sorumsuzluk olarak addedilmelidir.

Ingiltere’nin hidroksiklorokin için günde aşılmaması gereken doz miktarı olarak belirlediği değer 6,5 mg/kg’dir, yani günde yaklaşık 500 mg civarındadır. İnanılır gibi değil ama, İYİLEŞME deneyinde daha ilk 24 saatte 2.400 mg olarak verilen hidroksiklorokin dozu, Fransa’nın L’autorisation de mise sur le marché (AMM) kurumunca belirlenmiş ve alındığı takdirde kişinin acilen hastaneye kaldırılmasını gerektiren 25mg/kg’lık (örn.. 75 kg’lık biri için günde 1875 mg) doz aşımı değerinden de yüksektir. Ayrıca İYİLEŞME’de kullanılan doz, France Soir’ın 8 Haziran 2020 tarihli “İyileşme deneyi: Brexit ve dozaşımı” başlıklı makalesinde belirttiği gibi, Fransa’daki Dünya Tabipler Birliği’nce (WMA) önerilenin de hayli üstündedir. 

İYİLEŞME ve DAYANIŞMA deneylerinin ikisinde de çalışmanın hidroksiklorokin kolu ani bir şekilde, biri 5 diğeri de 17 haziranda olmak üzere sonlandırılıyor ve tesadüf o ki bu tarihler tam da insanların ilacın ölümcül dozlarda kullanılmakta olduğunu fark edip, Twitter gibi sosyal medya ortamlarında “#Recoverygate” gibi etiketler altında seslerini yükselttikleri zamana denk geliyor.

Bir başka tuhaflık da, hidroksiklorokin deneyi sonlandırılmadan hemen önce, 28 Mayıs’taki İYİLEŞME Denetleme Komitesi toplantısında ‘hidroksiklorokin ile ilgili hiçbir sorun yoktur, o yüzden 11 Haziran’daki bir sonraki toplantıya kadar deneye katılımcı alımına aynen devam edilmelidir’ kararı çıkmış olması. Kurulun 22 Mayıs tarihli ve 96.000 hastanın kaydı incelenerek yürütülmüş Lancet çalışmasından haberdar olmadığı anlaşılıyor buradan. Bu çalışmada da, kontrol grubu ile karşılaştırıldığında  hidroksiklorokin alan hastalarda ölüm oranlarının daha yüksek seyrettiği, hatta hidroksiklorokin ile birlikte makrolidlerden azitromisin de verilen hastalarda ölüm oranlarının daha da yükseldiği ortaya konuluyor. 

Fakat fiyaskonun sonu bir türlü gelmiyor. 29 Mayıs tarihinde Hindistan Tıbbi Araştırmalar Konseyi, WHO’ya İYİLEŞME deneyinde kullanılmakta olan olağanüstü yüksek dozdaki hidroksiklorokin konusunu iletiyor, dozun Hindistanda yürütülmekte olan deneylerdekinin dört katı olduğu haber veriliyor. 4 Haziran’da İngiliz İlaç ve Tıbbi Cihaz Denetleme Kurumu, İYİLEŞME deneyini yürüten ekipten hidroksiklorokin verilerini incelemesini istiyor. Fransız sağlık bakanı da 23 Mayıs 2020’de aynı talimatı veriyor. Dört gün geçmeden 27 Mayıs’ta Fransa, Milli İlaç ve Tıbbi Cihaz Güvenliği Denetleme Kurulu’ndan aldığı olumsuz rapora istinaden hidroksiklorokin kullanımına son veriyor. 

Bunu 4 Haziran’da The Lancet’te yayımlanmış ve hidroksiklorokin (ve yanında antibiyotiğin) öldürücülüğünü ortaya koyan geniş çaplı çalışmanın dergi tarafından geri çekilmesi izliyor. 

Ardından, aşırı yüksek dozlarda uygulanıp sayısız ölüme yol açıldığının itirafı yerine, ilacın işe yaramadığı gerekçesi ile İYİLEŞME ve  DAYANIŞMA deneylerinde hidroksiklorokin kullanımına son verilmesi ile birlikte bu defa da sahne, Remdevisir adlı bir diğer toksik ilaca kalıyor. 

Fakat burada atlanmaması gereken bir diğer önemli nokta da, Ingiltere için hidroksiklorokinde çıkılabilecek maksimum dozun ne olduğu sorusu üzerine Dr. Landray’ın verdiği şu cevap:

“Bir bakmam lazım ama 2400 mg’dan çok daha fazla olması lazım, en az altı veya 10 katı filan …  deneyde verilen hidroksiklorokin dozu sözgelimi amipli dizanteri için  kullanılandan farklı değil.”

Bu sözlerle ilgili olarak enfeksiyon ve tropik hastalıklar profesörü Christian Perronne, France Soir gazetesine şu yorumu yapıyor:

“1975’te, enfeksiyon hastalıklarının kabesi sayılan Claude Bernard hastanesinde internken bir sürü amip vakası gördüm ancak klorokin o zaman bile kullanılıyordu bu hastalık için, çoktan terk edilmişti. Amipli dizanteri için insanda süper toksik dozlarda hidroksiklorokin  kullandığımızı ilk defa [Martin Landray’den] duyuyorum açıkçası. Kolonik amiplerin klasik tedavisi tilikuinol ve tilbrokuinol karışımı olan hidroksikinolin’dir, Intetrix markası ile satılır. Kendine doktor diyen bu zat hem bilgisiz hem de tehlikelidir. Tam bir skandaldır bu.”

Landray’in France Soir’a hidroksiklorokin için neden “ölümcül değil; güvenlik nedenleriyle değil, etkinliğinin yetersiz olması nedeniyle kestik” dediğini biraz daha düşünmemiz lazım. 

Belki de, İYİLEŞME deneyinin (randomize şekilde standart bakım uygulanan) kıyas grubundaki can kaybı oranının yüzde 23.6 olması ve esasen hidroksiklorokin grubundaki can kaybı oranlarından (yüzde 25.7) fazla da düşük olmaması yüzündendir? İyi ama burada bir terslik var; ölüm oranı olarak yüzde 23,6 anormal yüksek kalmıyor mu?

Örneğin 11 Mayıs 2020 tarihinde Amerikan Tabipler Birliği’nce yayımlanmış ve hastanede yatmakta olan ağır Covid hastaları arasında hidroksiklorokin + azitromisin kombinasyonu ile tek başına hidroksiklorokin, tek başına azitromisin ve ne hidroksiklorokin ne de azitromisinin kullanıldığı tedavisi protokollerinin sonuçlarının karşılaştıran çalışmada, bu ilaçlar kullanılmadığında karşılaşılan ölüm oranı yüzde 12,7 olarak belirtilmiş. The New England Journal of Medicine dergisindeki bir başka çalışmada da hidroksiklorokin alan grupta entübasyona gitme veya ölüm görülme oranı %32,3 iken, hidroksiklorokin kullanılmayan grupta %14,9 çıkmış. 

Verdiğimiz son iki çalışma New York eyaleti özelindeki verileri kapsıyor. Bu veriler bize, New York bölgesinde hidroksiklorokin aldığında insanların iki kat daha fazla öldüğünü gösteriyor. Ne yazık ki bunlar gözleme dayalı çalışmalar olduğundan yazarlar, işlenmemiş verilere bakıp ilaç toksisitesine bağlı can kaybından şüphelenmek yerine uyguladıkları istatistiksel model nedeniyle sonuç bildiriminde hidroksiklorokin’in can kaybında artışla ilintili olmadığını bildirmişler.

ABD’de yaşanan ilaç çılgınlığına örnek olarak hekim ve moleküler biyolog Andrew Kaufman şunları söylüyor:

“ABD’de insanları ventilatöre (solunum cihazına) bağlamak için, ayık ve bilinçleri yerinde olduğundan, dünyanın ilacını vermek zorunda kaldılar. Paralitik (ileri düzeyde kas gevşetici) ilaçlar (kürar zehrinden elde edilenler), sakinleştiriciler (sedatifler) ve anestezik ilaçlar verildi insanlara. Profilaktik ilaçlar da kullanıldı bu insanlarda; proton pompası inhibitörleri, pıhtılaşmayı önleyici ilaçlar vs. Tüm bunlar tabii antibiyotiklerin, antivirallerin/kemoterapi ilaçlarının, hidroksiklorokin ve kortikosteroid gibi ilaçların yanında veriliyor bir de. Keşke en yoğun ölümlerin yaşandığı yerlerde hastaların epikriz raporlarını inceleyip herbirinin gerçekte neden ölmüş olduğunu anlama imkanımız olsaydı.”


Bitti zannediyorsanız yanılıyorsunuz, işler burada kalmıyor. Bir çalışma daha başlatılıyor, adı REMAP ve bu defa hedef kitle suni solunum cihazına bağlanmış yahut şokta, yani ölüm döşeğinde olan hastalar ve tıpkı İYİLEŞME ve DAYANIŞMA deneylerinde olduğu gibi burada da hastalara (ilk 24 saat içerisinde 2,4 g olmak üzere) hidroksiklorokin yükleme dozu uygulanıyor, takip eden altı gün boyunca da 6,4 g veriliyor.

Dr. Meryl Nass’in tespit ettiği problemlere bakalım:

  • Deney dokümanlarına göre katılım için ölüm döşeğinde olmak gerekiyor. 
  • Tek başına hidroksiklorokin de alabiliyorsunuz, her biri kendi içinde ölümcül olabilen iki ilaçla (lopinavir/ritonavir) birlikte de verilebiliyor. Oysa lopinavir/ritonavir de tıpkı hidroksiklorokin gibi QT interval uzamasına neden olan ilaçlar. (QT interval uzunluğu, ventriküler repolarizasyonda yaşanan gecikmenin ölçüsüdür, yani kalbin iki atım arasında şarj olma süresi uzar. Senkop ve ani kardiyak ölümlere yol açabilen bir durumdur). İlacın kendi prospektüsünde ise, “Qtc- veya PR interval uzamasına yol açan ilaçlarla birlikte kullanımından kaçınılmalıdır” yazmakta. 
  • Şok halinde yahut solunum cihazına bağlı hasta size klinik deneye katılmak isteyip istemediğine dair rıza veremeyebilir. Ancak deneyi yürüten ekip hasta rızası aranmasının gereksiz olduğuna hükmetmişler.
  • Hap yutamayacak kadar durumu ağır olan hastalara ise besleme borusundan ilacı veriliyor. Bu da elbette o borunun takılabilmesi için hastaya ekstra tıbbi girişimlerin uygulanması demek.

REMAP deneyleri 14 ülkede 200 sağlık biriminde yürütülüyor; bunlar arasında Belçika, Hollanda, İspanya, İngiletre ve ABD de bulunmakta. Dikkat edilecek olursa, bunların hepsi çok kısa süre zarfında normalin üstünde ölümlerin yaşanmış olduğu yerler.

Engelbrecht, Torsten; Köhnlein, Claus, COVID-19 (excess) mortalities: viral causeimpossible—drugs with key role in about 200,000 extra deaths in Europe and the US alone,www.realnewsaustralia.com, October 1, 2020


Bunca büyük ve invazif insan deneylerine girişilmeden önce keşke geçmiş deneyimlere dönülüp aynı hataları yapmaktan kaçınılabilse. Pharmazeutische Zeitun’daki daha önce bahsini ettiğimiz makalede dediği gibi: “2002/2003 SARS pandemisinde de hastalara kortikosteroidler ve Ribavirin adlı hepatit C ilacı verilmişti. 2007’de girişilen literatür derlemesi bu dönemde gelen ilk bildirimlerin ümit vaadedici olduğunu, ancak daha sonra ribavirin’in toksisitesinin hastaların kaldırabileceğinin çok üstünde olduğunun anlaşıldığını yazıyor. Ayrıca kortikosteroidlerin doz ve tekrar düzeneğinin de şaibelere yol açmış olduğunua değinilirken, dönemin HIV ilacı Kaletra’nın da deneme maksadıyla SARS hastalarına verildiği ortaya çıkıyor. Bu ilaçta lopinavir ve ritonavir adlı iki ayrı HIV proteaz inhibitörü bulunmakta.”

Hüttemann, Daniela, Lungeninfektionen: Wie wird eine Coronavirus-Infektionbehandelt?, www.pharmazeutische-zeitung.de, January 28, 2020

Makalede ayrıca WHO tarafından yazılmış ve SARS hastalarında kullanılan ilaçlara yönelik eleştiri yüklü yorumların bulunduğu bir rapora da atıfta bulunuluyor ki şaşırtıcı olmaması lazım bunun, zira bu tedavide kullanılan ilaçların çoğu olabilecek en ağır yan etkilere sahip.  

Stockman, Lauren J. et al., SARS: Systematic Review of Treatment Effects, PLoSMedicine, September 12, 2006, e343

Not: Bu yazdıdaki bilgiler için ‘Virus Mania’ adlı kitaptan yararlanılmıştır.

Aşı Adjuvanı Alüminyum ile İlgili Yayın ve Görüşler

Aşı Adjuvanı Alüminyum ile İlgili Yayın ve Görüşler

Not: Bu bölüm, Türkçeye kazandırılmış olan Miller’ın Eleştirel Aşı Literatürü Derlemesi kitabından, yazar ve yayınevinin yazılı izni alınarak paylaşılmıştır.

miller_dizgi_son-II

Bu video, Amerikalı ünlü pediatr Bob Sears ve Immunıty Education Group tarafından hazırlanmıştır.

Altyazı için araç çubuğundan Türkçe’yi seçiniz.

Ayrıntılı bilgi için buraya tıklayınız.

Başta nanopartiküler alüminyum olmak üzere, bunun beraberinde aşı ile vücuda tanıtılan içeriklerin bedenimizde izlediği yol ve açtığı hasara dair tıbbi bilgilendirme için pediatr Larry Palevsky’nin Amerikan eyalet meclisinde verdiği ifadeyi dineleyelim.