Bakterilerin, Diğer Mikropların ve Parazitlerin Hastalık Yaptığı İddiasının Sonu Geldi, Tıp Tarihinin En Büyük Palavrası Olan Mikrop Teorisi ve Ona Yaslanan Şarlatan Düzen Bilimsel Kanıtlarla Yıkılıyor!

Bakterilerin, Diğer Mikropların ve Parazitlerin Hastalık Yaptığı İddiasının Sonu Geldi, Tıp Tarihinin En Büyük Palavrası Olan Mikrop Teorisi ve Ona Yaslanan Şarlatan Düzen Bilimsel Kanıtlarla Yıkılıyor!

Bu konuyu 3 ana bölüme ayırıp anlatacağım:
1-) Bakteriler, Diğer Mikroplar ve Parazitler Bizim Dostlarımızdır; Onlarla Birlikte Yaşarız, Onlarsız Var Olamayız.
2-) Kanıtlar – I ve II
3-) Ivermectin, Antiparaziter İlaçlar ve Antibiyotikler Canlılık Karşıtı Zehirdir.

Hadi başlayalım!

1-) BAKTERİLER, DİĞER MİKROPLAR VE PARAZİTLER BİZİM DOSTLARIMIZDIR; ONLARLA BİRLİKTE YAŞARIZ, ONLARSIZ VAR OLAMAYIZ

İnsan vücudu, insan mikrobiyotası olarak bilinen çok sayıda çeşitli yaşam formuyla doludur. Bunları bakteriler en yoğunlukta olmak üzere, mantar gibi diğer mikroplar izler. Bakterilerin sayısı, insan hücre sayısına oranla 10:1 (insan hücrelerinden 10 kat fazla), 100:1 (insan hücrelerinden 100 kat fazla) ya da 1:1 (insan hücre sayısıyla bire bir aynı sayıda) gibi ifadelerle tartışılsa da insan vücudunun 100 trilyon veya daha fazla sayıda bakteri içerdiğini söyleyebiliriz.
https://journals.plos.org/plosbiology/article?id=10.1371/journal.pbio.1002533

Vücut içinde akla hayale gelebilecek her yerde; kolonda, gastrointestinal sistemde, akciğerlerde, beyinde, meme bezleri, plasenta, seminal sıvı, rahim, yumurtalık folikülleri, tükürük, ağız mukozası, konjonktiva, safra dahil olmak üzere bir dizi insan dokusu ve biyolojik sıvının üzerinde yaşarlar. Vücut dışında ciltte, göbek deliğinde, koltuk altlarında vs. her alandadırlar.
Neredeyse bir iğnenin ucu kadar alan boş değildir ki bakterisiz olsun.
Onlar dış dünyada, tüm organizmaların içinde ve yüzeyindedirler.

İnsan vücudundaki bakterileri esas alıp konuşursak, bakterilerin ne gibi bir görevi vardır?
Canlılığın başlangıcından bu yana bakterilerin ve aslında tüm mikropların esas görevi atıkları parçalamak, kirleticileri süpürmek hatta onları organizmalar için kullanışlı, işlenebilir formlara dönüştürmek ve daima bir ortam temizliği yapmaktır. Midede yer alan birçok bakteri, gıdaları bağırsakların sindirimine hazır hâle getirmek üzere parçalar. -Gıdalar mide asidi ile ilk etapta parçalanır, bakterilerin buradaki rolü mide asidi kadar değildir.- Yine bağırsaklardaki sayısız bakteri, besinlerin kana karışmasından hemen önce bir nevi ayrıştırma yaparak, çöpleri yiyerek ortadan kaldırır. Bu sayede bakteriler, sindirim sisteminin sağlıklı işleyişinde demirbaş görevdedir.
Yanlış beslenmede (yoğun bir şekilde unlu mamuller, aşırı şeker ve rafine şeker, pastörize süt ve pastörize süt ürünleri -pastörize sütte besin değeri neredeyse sıfırdır- asitli içecekler, trans yağlar, endüstriyel antibiyotikli tavuk eti ve yumurtaları, ağır metallerle kirlenmiş yiyecekler, koruyucu kimyasallar ihtiva eden paketli market ürünleri, glüten, MSG, rafine tuz vb. tüketimi) ısrar edilmesi durumunda ise mide ve özellikle bağırsaktaki bakterilerin işi bir hayli zorlaşacaktır. Bu “zehirler” sindirimi güç, işlevsiz bir çöp olarak zamanla bağırsak duvarında birikinti yapmaya başlayacak ve mevcuttaki bakteriler toksik birikim alanına doluşacak ve onlara destek kuvvet olarak kolonda gizlenen birtakım diğer yaşam formları, parazitler imdada yetişecektir. Bakteriler ve parazitler böylece oradaki toksisiteyi gidermek, ortam temizliği yapmak için canla başla çabalayacaklar. Bağırsak parazitleri dışarıdan gelmiyor, zaten oradaydılar!

Şimdi diğer toksisite maruziyetlerinde vücudun savunma sistemine büyük destek olan bakterileri, tüm mikropları konuşalım. Yukarıda saydığım yanlış beslenme ile toksik malzemelerin kana karışarak dolaşıma katılması ve belli organlarda birikmesi; kimyasalların, EMR (elektromanyetik radyasyon) maruziyetine uğramak, kötü gazlara maruz kalmak, ilaç kullanmak, sistemik dolaşıma doğrudan alüminyum, cıva, polisorbat 80, formaldehit, hücre kültüründen gelen filtrelenmemiş ölü hücreler (insan fetüs hücreleri, çeşitli hayvan hücreleri) barındıran aşıları almak vb. zehirlenme durumlarında toksik birikim nerede ise bakteriler ve diğer mikroplar o alanda yoğunlaşacaktır. Toksik birikim, asidik ortamı; aşırı asidik ortam seri hücre ölümlerini beraberinde getirir. Başta toksik malzemeleri ve ölü hücre atıklarını ortamdan temizleyecek olan ise bakterilerin, diğer mikropların ta kendisi olacaktır. Yine bağırsaklardaki bakterilerin durumunda olduğu gibi, toksik birikim ve ölü hücre atıklarının yoğunlaştığı bölgelerde bakteriler de yoğunlaşacak toksik malzemeleri ve ölü hücre atıklarını yiyerek ortam temizliği yapmaya çalışacaktır.
O bakteriler, mikroplar dışarıdan gelmiyor, zaten oradaydılar!

Eğer bakteriler, diğer mikroplar ve parazitler bunu yapmasaydı ya da görevlerinin dışına bir an olsun çıksaydı neler olabileceğini hiç düşündünüz mü?
Vücutta toksisite son hızla artar, ölü hücre atıkları bir çöp dağı gibi birikir, canlı hücreler sağlıklı işleyemez hâle gelir, organlar iflas etmeye ve vücut kısa bir süre sonra çürümeye başlardı. Ve belki de ani ölüm gelirdi.

100 trilyonu aşkın bakteriden biri dahi kötücül amaçlarla insan vücudunda yer almıyor! Onların bir görevi var.
Vücudu hasta etmek için değil, hastalık zamanında vücuda sağlığını geri kazandırmak için oradalar.

Buna karşılık modern tıp tarafından ısrarla “hastalığa sebep olabiliyorlar” suçlamasına uğruyorlar.

SITMA: Suçlanan parazitler ya da kan hücrelerinin kandaki aşırı asitlenmeye karşı geliştirdiği tepki mekanizmasını “parazit” diyerek servis etme aldatmacası…

Tarihten bu yana (özellikle Afrika’da hâlâ görülüyor) sıtma vakalarının (aşı ve ilaç hasarlarının, ya da birtakım başka zehirlenmelerin taklit ettiği semptomlar hariç) neden hep bataklık bölgelerinden çıktığını düşündünüz mü?

Biz Türkçe’de “sıtma” diyoruz. “Malaria” orijinal ismi, Latince kökenli olan…
“Mal” – “kötü”, “aria” – “hava/gaz” demektir. “Malaria” Türkçe anlamıyla “kötü hava/gaz” demek. Bataklık çevresinde yaşayan halkta sıklıkla baş gösteren “ateş, titreme, kusma vs.” gibi hâllerin nedenini aslında o halk çok iyi bilirdi, bu bildiğiniz hidrojen sülfür (bataklık gazı) zehirlenmesiydi.
https://haliccevre.com/hidrojen-sulfur-ve-maruziyeti/

Pek çok zaman sonra, bu gaz zehirlenmesine uğrayan birinin kanına baktılar ve orada “parazit” gördüler. “Kırmızı kan hücrelerinin arasında bana parazit gibi görünen elementler fark ettim. O zamandan beri 44 sıtma hastasının kanını inceledim; 26 vakada aynı elementler mevcuttu. Bu beni bunların parazitik doğasına ikna etti.” Alphonse Laveran, 1880, https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/6750753/

Gerçekten parazit gördüler ise, gaz zehirlenmesinden sebep kandaki toksisitenin aşırı artması sebebiyle ortam temizliğine bazı parazitlerin katıldığını düşünebiliriz. Fakat böyle olsa bile Laveran ve onu izleyenler, altta yatan gerçek nedenle ilgilenmeyip “bu probleme işte bu parazit sebep oluyor” dediler. Parazitlerin orada, o hastalığın/zehirlenmenin nedeni olarak değil, hastalığın/zehirlenmenin sonucu olarak bulunabileceği gerçeğini göz ardı ettiler. Taşıyıcı olarak da aynı parazitleri taşıdığını düşündükleri sivrisinekleri gösterdiler. (Ronald Ross,1897)

Bir parazitin dışardan taşınmış olabileceği düşüncesi, hiçbir şekilde deneylenebilir ve gözlemlenebilir değildi, bir varsayımdı sadece. Oysa sivrisineklerin tek suçu larvalarını durgun su birikintilerine/bataklıklara bırakıyor olmasıydı. Ne sivrisineklerin ilgili paraziti insana taşıdığı, ne de parazit taşınsa bile ilgili parazitin hastalığa sebep olabileceği kanıtlanabilirdi. Sadece sivrisinekler üzerinden hikâye yazmak kolaydı ve öyle de oldu.

Aslında sıtma hastası kişinin kanında gördükleri gerçekten bir parazit dahi olmayabilirdi. Aynı tarihlerde Dr. Thin ve Dr. Bland-Sutton, sivrisineklerin midesinde sözde ilgili parazitin olduğunu söyleyen Ross’a eleştiri getirir ve onların normal “epitel hücreleri” olduğunu, yani Ross’un sivrisineğin kendi hücrelerini “parazit” olarak tanımladığı hatasına düştüğünü söyler.

Önemli not: Kırmızı ve beyaz kan hücrelerinin belli koşullar altında hücre formundan çıkıp kamçılı bir forma bürünebildiği (sıtma parazitini “kamçılı” olarak tanıtmışlardı) ve hareket edebildiği gözlemlenebilir. Misal, bir insandan kırmızı kan hücreleri alınıp daha sonra bunlar çeşitli reaktiflere maruz bırakıldığında, -antikoagülanlar, keratin sitrat, sodyum oksalat, heparin ve ringer solüsyonu gibi şeylere- kamçı geliştirebilir ve hareketli hale gelebilir.

Muhtemel ki beyaz ve kırmızı kan hücreleri bu davranışı vücutta da kanın pH’ını korumak için (hafif alkalide tutmak için) bir tür savunma mekanizması olarak kullanır.

Dr. Edward Lawrie ve Dr. Martyn Jordan’ın aralarında olduğu bir grup araştırmacı; Laveran’ın ve Ross’un “parazit tanımına” tamamen karşı çıkar ve parazit diye gördükleri şeylerin zaten vücuda ait kan hücrelerinin form değişikliğinden başka bir şey olmadığını açıklar. Dr. Edward Lawrie, araştırmalarını kaleme aldığı makalelerinin birinde, bir sıtma hastasının kanında gördükleri “parazitler”in ise tüm gözlem boyunca önce hücre olmaktan bağımsız gibi hareket ettiğini, sonra hücre duvarının belirip tekrar eski formuna döndüğünü, kan hücrelerinin şekil olarak gerçekleştirdiği bu geçişi Laveran’ın “hastalık ajanı” olarak yorumladığını belirtir.
https://online.fliphtml5.com/wompk/bsvd/#p=1

Yine Dr. Edward Lawrie bir diğer makalesinde kırmızı kan hücreleri üzerine yaptığı inceleme üzerine bu kan hücrelerinin şekil değişikliklerine gittiğini açıklar ve şunları ekler: “Plasmodium’cular iddia ettikleri paraziti, sıtmalı kandan başka hiçbir yerde gösteremezler ve bu kesinlikle sıtmalı ateşin her vakasında geçerli değildir, çünkü Laveran’ın iddia ettiği ‘parazit gövdesi’ dalağın çok dejenerasyona uğradığı hastalığın o kökleşmiş formlarında asla bulunmaz. O bahsettikleri ‘paraziti’ insan kanından başka bir ortamda gösterebilene kadar, onun bir parazit olduğu varsayımının tamamen yanlış ve yanıltıcı olduğu görüşünü sürdüreceğim. Tüm kanıtlar, Laveran’ın iddia ettiği ‘parazit gövdelerinin’ lökositle yakın ilişkili olan değişmiş kan hücreleri olduğunu ve onlar gibi kanın ürünleri olduğunu göstermektedir. Laveran’ın iddia ettiği ‘parazit gövdeleri’ parazit olarak kabul edilecekse lökosit de bir parazit olarak kabul
edilmelidir. Bu bizi tüm mevzunun anahtarına getiriyor. Lökositin gerçek fizyolojisi hakkında çok az şey biliniyor veya hiçbir şey bilinmiyor… Büyük Britanya’daki fizyologlar, tehlikeli bir kloroform uygulama yöntemini desteklemek için patentli kalpleri avlamak için harcadıkları zamanın bir kısmını lökositin fizyolojisi üzerine gerçek bir araştırmaya ayırırlarsa, sıtma parazitolojisinin sahte biliminin temeli çok yakında yıkılırdı.”
https://sci-hub.se/10.1016/s0140-6736(01)98250-9

Özetle Edward Lawrie’nin söylediği, Laveran’ın gözlemlediği ve parazit olduğunu iddia ettiği şeylerin aslında sadece normal hücrelerimiz, hastalığa yanıt olarak değiştirilmiş kırmızı ve beyaz kan hücreleri olduğudur. 

Ve sonuç olarak, parazitler ya da kan hücreleri “parazit” sanılıp suçlandı, sivrisineklerin hastalık taşıdığı yalanı ortaya atıldı ve hastalığa sebep olan esas neden/açıklama, perdelenmeye devam etti.  

Çünkü bir gerçekti ki, esas neden, ilaç üreticilerine kazandırabilecek bir neden değildi.

“LYME”: Bir kene ısırığından huylanıp hastaneye gidenlerin, enfeksiyoncuların eline düşenlerin -iki anlamda- hapı yutma durumu…

Denir ki, “Lyme”, bir kene ısırığıyla Borrelia burgdorferi adındaki bir bakterinin enfeksiyona sebep olmasıdır. Gerçek şu ki, insanlar bu bakterileri zaten vücutlarında da taşır. Bu bakteri isimlerinin hiçbir önemi yoktur, bu ismi taşıyan bir bakteri grubu özellikle hastalık yapma amacı olan kötücül bakteriler değildir. Modern tıp sadece, gerçek nedenlerle/toksisite maruziyetiyle ilgilenmeyip, suçu üzerine atacağı bir unsur arama peşindedir. Bir kene sizi ısırdığında yapacağı en büyük kötülük cildinizin bir miktar derinliğine kadar toksin boşaltmak olacaktır. Vücudunuzun her alanının bakterilerle dolu olduğunu tekrar ve tekrar hatırlayın. Toksin boşaltımı ile ne olacak? O bölgedeki hücreler zehirlenecek ve hücre ölümleri yaşanacak. Bakterilerinizden bir kısmı o bölgede yoğunlaşacak, ölü hücre atıklarını yemek ve toksinleri süpürmek üzere faaliyete geçecek. Eğer savunma sisteminize güvenirseniz bir kenenin ısırığı sonrası kayda değer hiçbir zarar almadan kurtulabilirsiniz. Fakat panikle hastane yoluna ve bir enfeksiyoncunun eline düşerseniz, işte problem o zaman baş gösterecektir. Size antikor testi yapacak (Lütfen Stefan Lanka’nın “Antikorların Yanlış Yorumlanması” makalesini okuyunuz: https://viroliegy.com/wp-content/uploads/2022/08/stefan-lanka-the-misinterpretation-of-the-antibodies-english-translation.pdf. Buna göre hiçbir antikor testi “spesifik ve özgül” yani ilgili sözde antijenlere bağlanan antikorları tespit edemez. Antikorlar hücrelerin zehirlenmesi sonucu hücrelerin bizzat geliştirdiği bir “savunma mekanizmasıdır.” İlgili makaleden bir bölüm: “Vücutta antikor artışı vücudun zehirlenmeye tepkisinden başka bir şey değildir. Vücut zehirlendiğinde bu zehirler hücrelerde delikler açar ve hücreleri parçalar. Hücreler parçalandığında vücudun tepkisi, diğer protein ve diğer şeylerle ağ oluşturmak için, asidik koşullarda hemen genişleyen, düz hale gelen ve enerjinin depolandığı sızdırmaz maddeler -globülinler- yani küçük protein gövdeleri oluşturmaktır… Bunlara spesifik antikor dense de bu doğru değildir, bunlar vücuttaki asit – baz durumuna göre konumlanır ve laboratuvar ortamında da istedikleri gibi manipüle edebilirler.”) herhangi bir sebepten dolayı, altta yatan başka bir toksisite maruziyeti varsa bunu, sizi “pozitif” çıkarmak için kullanacak ve sonra 10 ila 14 gün arasında değişen antibiyotik tedavisi(!) ile bakterilerinizin görevini yapmasını engelleyecek dolayısıyla maruziyetlere daha açık hâle getirileceksiniz.

Kimse hastaneye düşüp o testleri yaptırmadan bir kene ısırığı sonrası gerçek bir hastalığa maruz kalmaz!

Buradaki aldatmacayı artık görebiliyor musunuz?

Bu noktada bakteriler ve parazitler hakkında öğrendiklerinizi, ezberlerinizi bir kenara koyup olabildiğince temiz ve şeffaf bir akılla düşünmeye başlayın. İnsan bedeni, benzetme yaparsak bakteri ve diğer tüm mikropların havuzunda yüzüyorken, neredeyse bir iğne ucu kadar alan dahi boş değilken, nasıl olur da, yine bizim gibi tüm bedeni ve beden yüzeyi bakterilerle, mikroplarla dolu olan bir sivrisinek, bir kene bize bakteri/mikrop/parazit taşıyabilir/bulaştırabilir?

İnsan vücudu ASİT-BAZ dengesi ve Tampon Sistemlerle pH ayarlaması üzerine en temel mekanizmasını kurduğu için dışarıdan gelerek doğal bakteri florasını bozacak ve asidik katkı fazlalığı oluşturacak bakteri girişi olsa dahi diyelim, bunu zaten doğru beslenen ve ağırlıklı olarak vücut suyunu alkali tutan insanların uygun pH’ı sayesinde nötrleyecektir ve bakteri florasını vücut gene dengeleyecektir. Size bakteri odaklı hastalık anlatanlara dikkat edin, o “hastanın” yanlış beslenerek vücudunu asitlediğini, asitlenmenin ise hücrelerde uygun çalışma pH’ını bozduğunu söylemeyen kişilerdir yani, bakteriler en zor durumlarda, asitli durumlarda üzerine düşeni yaparken, asıl kendi üzerine düşeni yapmayıp yanlış beslenen o hastanın bu yanlışını anlatmadan olayı sadece olay mahallindeki bakterilerin üstüne yıkarlar. Bu, her yangın yerinde itfaiye eri görüp demek ki yangını itfaiye eri, çıkartıyor sonucuna vardırmak gibidir.

İşte modern tıp böylesine akla zarar bir sonuca varıyor, zira geri planda, parazit ilaçlarıyla, antibiyotiklerle, savunma sisteminin demirbaşı, dost organizmalara zarar vermeyi hedefleyen ilaç şirketlerine hizmet ediliyor!

HAYIR bir sivrisinek sizi hasta etmez.
HAYIR bir kene sizi hasta etmez.
HAYIR bir kum sineği sizi hasta etmez.
HAYIR bir kedi tırmığı sizi hasta etmez.
HAYIR bir köpek salyası sizi hasta etmez.
HAYIR, bakteriler, diğer tüm mikroplar ve parazitler sizi hasta etmez.

Bakteriler, diğer mikroplar ve parazitler bizim dostlarımızdır. Onlarla birlikte yaşar ve onlarla birlikte canlılığımızı idame ettiririz.
Bu, insanın ve tüm canlılığın mükemmel dizaynının göstergesidir.
Görebilenler için, korunma prensibidir.

İlaç şirketleri ve sahipleri, asıl hastalık nedeni olan toksisite maruziyetiyle kasten ilgilenmez.
Çünkü o zaman ne satabilecekleri aşı ne de ilaç kalır.
Özellikle ki enfeksiyoncular doğruyu söylemiyor, doğruyu söyleseler ne enjekte edebilecekleri aşı ne de reçete edebilecekleri ilaç olur.

Anlıyorsunuz değil mi?


2-) KANITLAR – I

Bakterilerin ve Diğer Mikropların Bulaşa/Hastalığa Sebep Olup Olmadığını Anlamak İçin Yapılan Çeşitli Deneyler:

“Mikropların canlı vücudun dokularına başarılı bir şekilde saldırmaktan tamamen aciz olduğunu; hastalığın nedeni değil sonucu olduklarını, vücudun yaşamına veya sağlığına en ufak bir şekilde düşman olmadıklarını tam tersine, canlı organizmayı ister insan ister hayvan olsun, yaklaşan yaralanmadan veya yıkımdan kurtarmaya çalıştıklarını deklare ediyorum. Bunu, hastalığa yatkınlık oluşturan engelleyici maddenin ayrışmasını sağlayarak ve kan yoluyla dışarı atılmasını sağlayarak gerçekleştirirler. İlk olarak insan vücuduna bu mikropları enjekte ederek deney yapmaya karar verdim… Kendime elde edilebilecek en virülan tifo basilini enjekte ettim… Sonra tifo basilini sistemime aldım ve tifo ateşi ortaya çıkmadı, deneyi difteri mikroplarıyla tekrarladım, en ufak bir fark edilebilir etki olmadı… Deneyleri daha da tamamlamak için, difteri ve ruam mikroplarını, canlılıklarından şüphe duyulmayacak kadar büyüttüm ve iki saygın doktorun huzurunda sistemime aldım. Sonuç öncekiyle aynıydı. Sonra en büyük denemeyi yaptım. Yirmi beş hekimin huzurunda, önce, jelatin kapsüller içinde mideye tifo basili verdim ve ikinci olarak hem enjeksiyon yöntemi yoluyla difteri basilini aldım… Tüm bunlar su içme etkisi ne ise onun kadar etki verdi… Sonra hastalarım arasından benzer deneyler için uygun görünen iki kişiyi seçtim ve onları, rızalarını alarak, benim geçirdiğim aynı süreçten geçirdim. Sonuçta, hesaplamalarımın yerinde olduğunu, onların rahatlığının benimki gibi olduğuna emin olarak kanıtladım.”
Dr. Thomas Powell’in 21 Kasım 1897 basımı Los Angeles Herald’da yayınlanan makalesinden…
https://cdnc.ucr.edu/?a=d&d=LAH18971121.2.200&e=——-en–20–1–txt-txIN——–

Dr. Thomas Powell, mikropların hastalığa sebep olmadığını kanıtlamak için hem kendisi hem de gönüllüler üzerinde onlarca sene, sayısız deneyler yapmasıyla tanınır. Binlerce mikrobu hem kendisi içerek hem gönüllülere içirerek, bu mikropları hem doğrudan vücuda enjekte ederek çok çeşitli deneyler yapmış, kendisinde ve gönüllülerde mikroplara atfedilen hastalıklar hiçbir zaman gelişmemiştir.

Dr. E. Klein ve Dr. Heneage Gibbes’in “Asya Kolerasının Etiyolojisi Üzerine Bir Soruşturma” başlıklı raporunu dikkate almak amacıyla Hindistan Devlet Sekreteri tarafından toplanan bir Komite’nin hazırladığı “Dr. Robert Koch’un Kolera ve Virgül Teorisinin Resmi Olarak Çürütülmesi” adlı muhtıradan çok önemli notlar:

“…Bu suyun bir örneği, kolera vakasının meydana geldiği evden yaklaşık yirmi yard uzaklıkta, kıyıya yakın bir yerden, özellikle kirli göründüğü yerden alındı ​​ve mikroskobik inceleme, kolera dışkılarında bulunanlarla her bakımdan aynı olan şüphesiz virgül basilleri (koleraya sebep olduğu iddia edilen ince uzun, virgül formdaki bakteriler) ortaya çıkardı. Bu suda bulunmalarına ve 200 ailenin sürekli olarak onu yoğun bir şekilde kullanmasına rağmen, kolera salgını olmadı. Şimdi, bu durumda doğanın mutlak ve kesin bir deney olarak hizmet edecek kadar büyük bir ölçekte gerçekleştirdiği bir deneyimiz var. Bu su, kolera boşaltımlarıyla ve elbette virgül basilleriyle kirlenmişti ve birçok insan tarafından birkaç hafta boyunca yoğun bir şekilde kullanıldı. Koch’a göre, virgül basilleri koleranın nedeni ve özü ama Aralık ayının ortasına kadar bu kadar çok kişiden BİRİ DAHİ HASTALIĞA YAKALANMADI. Açıkça çünkü sudaki o şey hastalığa sebep olmuyordu ve BUNUN VİRGÜL BASİLİYLE HİÇBİR İLGİSİ YOKTU.”

“Mısır ve Kalküta’dayken Robert Koch, kemirgenler, etobur hayvanlar ve maymunlar üzerinde besleme, deri altı ve damar içi enjeksiyon ve pirinç suyu dışkılarıyla duodenuma enjeksiyon ve virgül basilinin saf kültürleri ile çok sayıda deney yaptı ve hiçbir sonuç elde edemedi ve halk arasında yaptığı soruşturmalar onu, evcil bir hayvanın kolera kaptığına dair bilinen bir vaka olmadığı sonucuna götürdü ve bu nedenle koleranın alt hayvanlara bulaşmadığı sonucuna vardı. Ancak, hayvanların (kemirgenlerin) pirinç suyu dışkılarıyla aşılandıktan sonra kan zehirlenmesi nedeniyle ölebileceği ve virgül basilinin aşılanan hayvanlar içinde çoğalabildiği, ancak KOLERA ÜRETMEDİĞİ GÖZLEMİNİ YAPTI.”

“Bütün bu deneylerden, akut kolera vakalarının ileum’undan alınan mukus pullarıyla, yeni ve eski dışkılarla, ya da virgül basili veya küçük basil kültürleriyle, hayvanlarda (fareler, sıçanlar, kediler, tavşanlar ve maymunlar) beslenme yoluyla, şah damarına deri altı enjeksiyonla veya bağırsak boşluğuna enjeksiyonla sisteme sokularak HERHANGİ BİR HASTALIK ÜRETMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR.”
https://journals.biologists.com/jcs/article/s2-26/102/303/62010/The-Official-Refutation-of-Dr-Robert-Koch-s-Theory

“Dr. Robert Koch, insan gözüyle görülemeyen patojenik mikropların etkisi hipotezi üzerine belirli hastalıkların nedenini açıklamaya çalışmıştır. Kolera vakalarının dışkılarının mikroskobik incelemesi üzerine, farklı formlarda ve türlerde mikroplar bulmuş ve bunların arasında, bu hastalığın nedeni olduğunu düşündüğü virgül şeklinde olan bir tanesini suçlamıştır. Alt hayvanlar üzerinde yaptığı ‘kültür’ ve ‘deney’ süreciyle, bu mikrobun bu hastalığın nedeni olduğunu gösterdiğini iddia ediyor.”

“Ancak KOLERA İÇİN VİRGÜL ŞEKLİNDEKİ BASİL TEORİSİNİN BAŞARISIZ OLDUĞU KANITLANDI. Bu görünmez virgül şeklindeki MİKROPLARIN EVRENSEL VE ZARARSIZ OLDUĞU BULUNDU. Dr. Koch, virgül şeklindeki mikropların yaz mevsiminde yaygın olarak görülen ishallerde her yerde bulunduğunu kabul ediyor ve bize şunları söylüyor: ‘Herhangi bir kaynaktan gelen su, çok sıklıkla, hatta her zaman virgül şeklinde organizmalar içerir.’
Bu organizmalar sağlıklı kişilerin ağız ve boğaz salgılarında ve her yerdeki yaz aylarındaki yaygın ishallerde bulunurlar – sağlıklı kişilerin bağırsaklarında uçuşurlar ve sertleşmiş dışkı akıntılarında da görülürler… Bu hastalık konusunda uzman olan Münihli Dr. Pettenkofer ve Berlinli Dr. Emmerich, bu basilleri içeren birer santimetreküp ‘kültür suyu’ içtiler ve KOLERA HASTALIĞINA ÖZGÜ TEK BİR BELİRTİ BİLE YAŞAMADILAR… Hasterlik, herhangi bir görünür sonuç olmaksızın aynı türden altı vakayı daha bildiriyor. Böylece Dr. Koch virgül basilinin, bu hastalığın tanısal kanıtı olarak tamamen değersiz olduğu tam olarak ortaya konmuştur.”
Dr. Henry Raymond Rogers, “Dr. Robert Koch ve Kolera Mikrop Teorisi” ve “Kolera; Doğası ve Tedavisi” başlıklı makaleleri,
https://jamanetwork.com/journals/jama/article-abstract/453342
https://online.fliphtml5.com/wompk/zenn/#p=1
https://jamanetwork.com/journals/jama/article-abstract/443180?resultClick=1

“Tifo hastalığının iddia edilen nedeni olan BASİL TİFOSUS SAĞLIKLI KİŞİLERDE BULUNUR ve Major Horrecks’e göre (British Medical Journal, 6 Mayıs 1911) hiçbir şekilde belirli bir özelliği yoktur.  Kültür yoluyla kolayca başka formlara (B. Coli, B. Alcaligencs, vb.) dönüştürülebilir. Tanınmış Sağlık Memuru Dr. Thresh, “Malvern Hydro” davasında jüriye, virülan tifo basilinin “saf kültürünün” bir şarap kadehi kadarını yuttuğunu ve en ufak bir kötü sonuçla karşılaşmadığını söylemiştir.”
“Benzer sonuca varan deneyler hakkında Dr. JW Hodge şunları söylüyor: ‘Tıbbi literatürde, görünüşte sağlıklı insan vücudunun, tifo ateşinin varsayılan nedeni olan aktif basil tifosusun saf kültürleriyle tekrar tekrar deri altına aşılandığına dair kayıtlı birçok örnek buldum. Bu tamamen virülan kültürler ayrıca insan vücudunun rektumuna enjekte edilmiş ve kütikülün çıkarıldığı geniş aşınmış bölgelere uygulanmıştır, delme veya aşınmadan kaynaklananlardan başka bir etki olmadan.’ Hodge, Anthrax basili hakkında da benzer bir açıklama yapıyor ve bilgisinin yettiği kadarıyla, patojenik olduğu bilinen diğer mikroplarla yapılan TÜM BU DENEYLERİN SONUCUNUN NEGATİF OLDUĞUNU söylüyor.  (American Journal of Neuropathy, Şubat, 1911.)”
Dr. Herbert Snow, “Hastalığın Mikrop Teorisi“ başlıklı makalesinden…

Ayrıca Dr. Herbert Snow bu makalesinde Koch postülatlarının geçersizliğini ortaya koymuş; tifo, tetanoz, tüberküloz, difteri vs. hastalıklar için, hiçbir kanıt gösterilemeden bakterilerin ve mikropların suçlandığını, bakterilerin ve mikropların hastalığa sebep olmadığı gerçeğine dair dönemin bilim adamları tarafından getirilen kanıtların ısrarla göz ardı edildiğini açıklamıştır. Dönemin tıp camiasına mikrop teorisinin kabul ettiirilmesinin gerisinde büyük bir lobicilik faaliyetlerine girişildiğini ve tüm bu çabaların motivasyonunun tedavi adı altında ölümcül ilaçlara ve aşılara insanları mahkum etmek olduğunu anlatmıştır.
https://www.atsu.edu/museum-of-osteopathic-medicine/wp-content/uploads/2019/04/JO-1913/TheJournalofOsteopathyApril1913.pdf
https://chroniclingamerica.loc.gov/lccn/sn88084272/1913-05-03/ed-1/seq-25/

İlk test, Klebs-Loffler basilinin difteriye neden olup olmayacağını anlamak için yaklaşık 50.000 basil herhangi bir sorun olmadan yutuldu, sonra 100.000, 500.000 ve bir milyon ve daha fazlası yutuldu ve hiçbir durumda herhangi bir kötü etkiye neden olmadı.

İkinci test serisi, Eberth basilinin tifoya neden olup olmayacağına karar vermekti, ancak her test negatifti; milyonlarca mikrop yutulduğunda bile. Üçüncü seri testler, zatürreye veya herhangi bir rahatsızlığa kapılmadan bir milyon (ve daha fazla) pnömokok bakterisinin yutulabileceğini gösterdi.

Araştırmalar yaklaşık iki yılı kapsıyordu ve her biri ortalama 15 test olmak üzere 45 farklı test yapıldı… Deneylere katılan HİÇ KİMSEDE HERHANGİ BİR HASTALIK BELİRTİSİ ORTAYA ÇIKMADI… Testler son derece dikkatli bir şekilde yapıldığından, bakteriyologların iddia ettiği gibi mikrop tehlikesinin bulunmadığını kanıtlıyor.”
Dr. John Bell Fraser, 1916, The Canada Lancet, Cilt 49, No 10
https://www.canadiana.ca/view/oocihm.8_05199_550/15

 
Dr. John Bell Fraser, tıpkı Dr. Thomas Powell gibi yıllarca mikropların hastalık yapmadığını sayısız deneylerle göstermiş, deneylere katılan gönüllülerin yıllarca takibini yaparak gerçek tıbba belki de en titiz ve bilimsel proseslere yaraşır çalışmalarla katkı sağlamıştır. MİLYONLARCA, MİLYARLARCA MİKROP ÜZERİNDE YAPTIĞI DENEYLERİN SONUNDA HİÇ KİMSE HİÇBİR ZAMAN MİKROPLARA ATFEDİLEN HASTALIKLARI ALMAMIŞTIR.

Fraser, 3 Ağustos 1919 tarihli The Sunday Times’da yayınlanan makalesinde “mikrop teorisi”nin terk edilmesinin 12 faydasını sunmuştur. En önemlisi toplumlar korkutulmayacak, hastalıkların gerçek kimyasal nedenleri incelenebilecek ve doğru beslenmeye, sanitasyonun önemine vb. dikkatler verilebilecektir. Yani buna göre hastalıkların gerçek nedenleri araştırılacak ve doğru çözümler getirilecektir.
https://ibb.co/j8YvN4p

Not: İlginçtir ki yıllar sonra “mikrop teorisi”ne yaslanan mevcut sistem içinden bazı yazarların “bulaşıcı hastalık” demeye eli mahkûm bir şekilde olsa da gerçek çözümlerin neler olduğunu/olması gerektiğini itiraf ettiği görülür: “Bulaşıcı hastalıkların neden olduğu morbidite ve mortalitedeki en büyük tarihsel düşüş, modern antibiyotik ve aşı çağında değil, temiz su, doğru beslenme ve sanitasyon programının kullanılmasından sonra yaşanır.” The Journal of Pediatrics, Aralık 1999 https://www.jpeds.com/action/showPdf?pii=S0022-3476%2899%2970080-6



“Toronto Biyokimya Derneği, birkaç yıl önce mikroplarla ilgili çok ilginç deneyler yaptı ve mikrop teorisini test etme fikri ortaya çıktı. Ontario’daki herhangi bir mikrop teorisyenine, mikropların hastalığa neden olduğuna dair inancı test etmesi için bir meydan okuma yapıldı. Ancak hepsi de aynı şeyi söyledi. Bu testler tifo, difteri, zatürre, tüberküloz, menenjit ve ‘karışık mikroplar’ ile yapıldı. Milyonlarca sözde hastalık mikrobu, akla gelebilecek her şekilde yiyeceklerde kullanıldı; boğazda, burunda, mukoza zarlarında, bademciklerde vb. ANCAK GÖNÜLLÜLERİN HİÇBİRİ, HASTALIĞA SEBEP OLDUĞU SÖYLENEN MİKROPLARDAN ALMALARI GEREKEN HASTALIĞI ALMADILAR.”

“Pasteur zamanından bu yana teorinin bir bilim haline geldiği asla doğru değil. Muhabiriniz daha fazla araştırırsa, kesinlikle bunun bilimsel olmadığını görecektir!”
The Victoria Daily Times, 25 Kasım 1922, sayfa 4
https://www.newspapers.com/image/505111475/?match=1&terms=germ&clipping_id=141055728
https://ibb.co/yRJdLnf


San Francisco’daki Boston Harbor ve Angel Island’daki karantina istasyonlarında Halk Sağlığı Servisi ve ABD Donanması tarafından yürütülen deneyler:

– Grip geçmişi olmayan Donanmadan 100 gönüllü
– Gönüllülerin bir kısmına önce bir suş, ardından birkaç suş Pfeiffer basil atomizer (Basil: Bakterilerin ince uzun formuna verilen isim) ve swab ile burunlarına ve boğazlarına ve sonra gözlerine püskürtüldü.
– Yakın zamanda gripten ölenlerin akciğerlerinden ekstraksiyonlar elde edildi. Daha sonra grip ekstraksiyonlarının süspansiyonlarını 19 gönüllünün burunlarına ve gözlerine ve tekrar boğazlarına püskürtmek için bir atomizer kullandılar. 
– Diğerleri grip hastalarının ağız, burun, boğaz ve bronşlarından alınan mukus salgılarından yapılan karışımlarla aşılandı.
– Daha sonra, bazı gönüllülere grip hastalarından kan enjeksiyonları yapıldı.
– Gönüllülerden 13’ü bir grip servisine alındı ve her biri 10’ar grip hastasına maruz bırakıldı. Her gönüllü, her hastayla el sıkışarak mümkün olduğunca yakınlaşacak, hastayla 5 dakika yakın mesafeden konuşacak ve hastanın nefes almasına ve doğrudan yüzüne öksürmesine izin verecekti.
– Karşı taraf öksürürken, öbür taraf nefes alıp içine çekti. Bu işlem 10 hastanın her biri ile 5 kez tekrarlandı.

BU DENEYLERDEKİ GÖNÜLLÜLERİN HİÇBİRİ AMA HİÇBİRİ GRİP GELİŞTİRMEDİ, HASTA OLMADI.

“Salgına, hastalığın nedenini bildiğimiz ve insandan insana nasıl bulaştığını bildiğimizden oldukça emin olduğumuz düşüncesiyle girdik. Belki bir şey öğrendiysek, o da hastalık hakkında ne bildiğimizden tam olarak emin olmadığımızdır.” Milton Rosenau

https://zenodo.org/record/1505669/files/article.pdf?download=l
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2862332/#!po=60.7527

Aralık 1919’da McCoy ve diğerleri tarafından 8 deneyden oluşan bir set yapıldı. 50 kişide bulaşmayı denemek ve kanıtlamak istendi.
Bir kez daha, 8 deneyin tümü, gripli kişilerin veya vücut sıvılarının hastalığa neden olduğunu kanıtlayamadı. 50 kişiden HİÇBİRİ HASTALANMADI.

1919’da Wahl ve arkadaşları, 6 sağlıklı kişiyi hasta insanlardan mukus salgılarına ve akciğer dokusuna maruz bırakarak bu kişilere grip bulaştırmayı denemek için 3 ayrı deney yaptı.

3 çalışmanın herhangi birinde 6 kişiden HİÇBİRİ GRİBE YAKALANMADI.
https://www.jstor.org/stable/30082102?seq=1#metadata_info_tab_contents

1921’de Williams ve arkadaşları 45 sağlıklı erkeği, hasta insanlardan mukus salgılarına maruz bırakarak, soğuk algınlığı ve grip ile deneysel olarak enfekte etmeye çalıştı. 45 kişiden KİMSE HASTALANMADI.
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/19869857/
Tüm pdf: https://vk.com/doc211304170_645022319?hash=lLYwz54pRpgdoEWfLRqtgEMxbEWvUkLcnK4SrxUwcED

1924’te Robert Robertson & Robert Groves, 100 sağlıklı kişiyi grip olan 16 farklı kişinin vücut salgılarına maruz birakti. Deney sonucu: 100 KİŞİDEN HİÇBİRİ hasta kişilerin vücut salgılarına maruz kalma sonucu HASTALANMADI.
https://academic.oup.com/jid/article-abstract/34/4/400/832936?redirectedFrom=fulltext&login=false

1937’de F. M. Burnet ve Dora Lush, 200 sağlıklı insanı grip olan insanların vücut salgılarına maruz bırakan bir deney yaptı: 200 kişiden HİÇBİRİ HASTALANMADI.
https://ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2065253/

1940’ta Burnet ve Foley, deneysel olarak 15 üniversite öğrencisine grip bulaştırmaya çalıştı. Yazarlar deneylerinin başarısız olduğu sonucuna vardı.
https://onlinelibrary.wiley.com/doi/abs/10.5694/j.1326-5377.1940.tb79929.x

2003’te Carolyn Buxton Bridges ve arkadaşları grip bulaşmasını tekrar gözden geçirdi.
“Literatürde insandan insana grip bulaşmasını doğrulayan hiçbir insan deneysel çalışması bulamadık.”
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/14523774/

Her nasılsa, bakteriler ve diğer mikroplar, insan ve hayvan vücudunu, içini ve dışını, neredeyse zerre boşluk bırakmayacak denli ağ gibi kaplamışken, sözüm ona bunlardan birkaçının hastalık çıkaracağı tutuyor ama hasta insanlardan alınan mikrop örneklerini sağlıklı insanlara çeşitli şekillerde maruz bırakmalarına rağmen o mikroplar bu defa hastalık yapmayı reddediyor!
Buradaki her deney, mikropların hastalık yapmadığının en kesin ispatıdır.

Ve daha bu yönde gerçekleştirilmiş birçok deney sayılabilir….
Temiz akıl sahipleri için, fiyasko ile sonuçlanmış bu deneylerin biri dahi tüm mikrop teorisini çökertmeye muktedirdir.

Mikrop teorisi insan aklına, her şeyden önce onuruna büyük hakarettir!

Geçmişte, mikropların hastalık nedeni olabileceğine dair hatta bu ihtimale yaklaşan tek bir kanıt getirilemedi, bugün ve yarın da bu yönde hiçbir kanıt getirilemeyecek.

Mikrop teorisi ölü doğdu, ortaya atıldığı an çürümüştü esasta.
Çünkü gerçek bilim bu şarlatanlığı asla desteklemedi.
Destekleyenler belliydi.
Ve onlar, mikrop teorisinin bir sahtekârlıktan ötesi olmadığını da aslında herkesten daha iyi biliyordu.

Hiçbir Mikrobun Hastalık Nedeni Olmadığını Bilakis Hepsinin Canlılığın Sağlığı ve Sürekliliği İçin Son Derece Gerekli Görevlerinin Olduğunu Belirten Bilim Adamlarının Beyanları:


“Eğer hayatımı yeniden yaşayabilseydim, mikropların kendi yaşam alanlarını aradıklarını en başında kanıtlamak isterdim, yani onların hastalıklı ve ölü dokuları aradığını… Mikropların o hastalıklı ya da ölü dokuların sebebinin olmadığı gerçeğini anlatırdım. Tıpkı sivrisineklerin bataklığı/pis suyu araması gibi… Sivrisinekler de asla o pis suyun sebebi değildir.”
Dr. Rudolph Virchow, (1821–1902), Modern Patolojinin Babası


“Mikrop teorisi doğru olsaydı, buna inanacak kimse hayatta olmazdı.”
Bartlett Joshua Palmer (14 Eylül 1882-27 Mayıs 1961) Kiropraktiğin kurucusu Daniel David Palmer’ın oğlu ve kiropraktiğin geliştiricisi


“Hastalıkların mikrop teorisinin tüm yapısı, yalnızca kanıtlanmamış olmakla kalmayıp, kanıtlanması da mümkün olmayan varsayımlara dayanmaktadır ve bunların birçoğunun gerçeğin tam tersi olduğu kanıtlanabilir. Tamamen Pasteur’e ait olan bu kanıtlanmamış varsayımların temeli sözde bulaşıcı ve bulaşıcı rahatsızlıkların hepsinin mikroplar tarafından meydana getirildiği hipotezidir.”
Dr. Montague L. Leverson, İngiliz avukat ve homeopatik hekim
https://www.life-enthusiast.com/articles/dream-and-lie-of-louis-pasteur-part-6/?v=ebe021079e5a


1887’de British Medical Journal’da yayınlanan bu makalede Birmingham ve Midlands Hastanesi Baş Cerrahı Dr. Lawson Tait, bakterileri hastalık etkeni değil, ayrıştırıcılar olarak tarif etmiştir. BAKTERİLER ASLA CANLI DOKUYA SALDIRMAZ, onlar sadece atık maddeleri temizlemektedir. Dr. Tait, mikropların bir hastalık nedeni olduğu iddialarının “yanlışlığına dair en iyi kanıtın” “mikrop olgularını bir hastalık mikrop teorisine yükseltmeye yönelik her girişimin acınacak bir şekilde başarısız olması” olduğunu belirtir. Yine Tait, ne zamanki tüberküloz hastalarının bakterilerine zarar verme girişiminde bulunmayıp, bakterilerin, hasta vücudundaki atık maddelerden arındırmalarına destek olan tedavi uygulamaları sağlandığında iyileştiklerini söyler. “Mikrop teorisi gerçekleşlerle bağdaşmıyor. Mikrop teorisi eğer doğru olsaydı ‘tüberküloz basili’ne her yerde rastlanacağı için emin olun kimse güvende olmazdı.”
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2534970/


“Mesleğin, tüberküloza hiçbir mikrobun neden olmadığını savunan üyelerine katılıyoruz. MİKROPLAR HİÇBİR HASTALIĞA NEDEN OLMAZ. Dahası, mikroplardan korkmanın mikropların kendisinden daha fazla zarar verdiğini kabul ediyoruz. Mikrop olmadığını iddia etmiyoruz, ancak mikrobun hastalığın nedeni olarak görülmesinin büyük bir saçmalık olduğunu savunuyoruz. Günümüzde mikropların yıkıcılığı hakkındaki düşünceler doğru olsaydı, insan ırkı bir saat bile var olamazdı. Mikroplar her
yerdedir… Ve tüm insanlar hastalığa yatkın olsaydı, gün batımından önce hepimiz ölüm döşeğinde olurduk… Mikropların bu veya başka herhangi bir hastalığın tek veya başlıca nedeni olduğu yönündeki iyi niyetli birçok hekimin görüşüne katılmıyoruz.”
Dr. Simon Louis Katzoff, İnsan Sağlığı Üzerine Zamanında Gerçekler adlı kitabı, 111. Sayfa.
https://archive.org/details/timelytruthsonh00katzgoog/page/n135/mode/1up


“Bazı tıp doktorları hastalıkların mikrop teorisi üzerinde çalışıyorlar… Ancak mikrop teorisi zaten zayıflıyor ve bir kenara atılma zamanı geldi. Kanada’dan Dr. Fraser ve Kaliforniya’dan Dr. Powell her çeşitten milyarlarca mikrop üzerinde deneyler yaptılar, ancak mikropları insanlara enjekte etmelerine rağmen tek bir hastalık bile üretemediler. Dr. Waite yıllarca mikrop teorisini kanıtlamaya çalıştı, ancak başaramadı. Dünya Savaşı sırasında Massachusetts’teki Gallop Adası’nda milyonlarca ‘grip mikrobu’ hükümet hastanesinde yüzlerce adama enjekte edildi ve hiç kimse gribe yakalanmadı. MİKROPLAR HASTALIĞA SEBEP OLMAZ. MİKROPLAR LEŞ YİYİCİLERDİR.”
Tıp doktoru Ernest W. Cordingley, 1925, Naturopati İlkeleri ve Uygulamaları kitabı
https://www.scribd.com/document/626957695/EW-Cordingley-Principles-and-Practice-of-Naturopathy


“Mikroplar hastalığın sonucudur ve hastalıklı bir durum ortaya çıktıktan sonra hastalıklı maddeyi yok etmek ve vücudu sağlığa kavuşturmak amacıyla aktif hale gelirler. MİKROPLAR İNSANLIĞIN SAHİP OLDUĞU EN İYİ DOSTLARDIR. Şimdiye kadar hiç kimse bir mikrobunun hastalığa sebep olabileceğini kanıtlayamadı.” 
Dr. Walter Robert Hadwen, İngiliz pratisyen hekim, farmasötik kimyager ve yazar.

Kendisi ayrıca, Pasteur’ün uygulamalarıyla bilinen ve neredeyse geneli Rockefeller Enstitüsünde gerçekleştirilen gaddar hayvan deneyleri, (kedi ve köpeklerin bağlanıp midelerine kaynar su dökülmesi, hayvan henüz canlıyken bazı uzuvlarının yakılması, hayati organlarının ezilmesi vb.) canice uygulamalar bütünü olan “vivisection”a tamamen karşıydı ve “Vivisection”ın Kaldırılması İçin İngiliz Birliği’nin başkanıydı.

Dr. Walter Robert Hadwen’in 7 Ekim 1922 tarihli The Victoria Daily Times’da ve 29 Ocak 1938 tarihli The VOICE’da yayınlanan makalelerinde, Hadwen, mikrop teorisinin baştan sona yanlışlığına dair birçok kanıt getirir. Koch postülatlarının yapılan birçok deneyle çürütüldüğünü, mikropların hastalığa sebep olabileceğine bilimsel kanıt getirilemeden ısrarla uygulanan aşı ve serumların işe yaraması şöyle dursun, kan dolaşımını zehirleyerek hastalıkları ve ölümleri artırdığını detaylarıyla anlatır. Hadwen zorunlu anti-tifo aşısının Fransız ordusuna yapıldıktan sonra bunun 113.498 vaka, 12.000 ölümle sonuçlandığını da bildirir.
Dr. Walter Robert Hadwen’in bu makalelerinden Pasteur’ün kuduz aşısının yol açtığı felaketleri de öğrenmek mümkündür. Hadwen, sadece Pasteur Enstitüsü’nün kayıtlarında Pasteur aşısını aldıktan sonra ölen 3.000 ila 4.000 kişinin isim listesinin olduğunu söyler.
“Pasteur’ün, korkunç bir işkence süreci altında çıldırttığı köpeklerin omuriliklerinin emülsiyonlarını insanlara enjekte etme uygulamasının ciddi ölüm oranlarına yol açtığına şüphe yoktur.”
Bu bilgi, bizzat o dönemi yaşayan bir doktorun, “şahitli” kaleminden günümüze kadar gelebildiği için, çok kıymetlidir. Bizlere ulaşabilen, henüz karartılmamış bilgilerdir bunlar…

“Aşılama; aptal bir teoriyi tatmin etmek için yapılan, bilimle uzaktan yakından alakası olmayan, aynı zamanda sağduyuya da hitap etmeyen bir vahşiliktir.”
https://ibb.co/1J6rDbN
https://ibb.co/k0pfZny


“Mikroplar dışkılarla beslenir. Onlar leş yiyicilerdir. Hiçbir zaman başka bir şey olmadılar ve hiçbir zaman başka bir şey olmayacaklar. Dokulardan gelen akıntıyı parçalayıp tüketirler. Bu, vücudun dışında doğada her yerdeki mikroplara atfedilen işlevdir ve hastalıktaki gerçek ve tek işlevleridir. ONLAR ARINDIRICI VE FAYDALI ETKENLERDİR. Tıp mesleği mikrop teorisi konusunda histeriye kapılmış durumda ve bunu çok saf bir halkı sömürmek için kullanıyor.  Mikroplar her yerdedir. Soluduğumuz havada, yediğimiz yiyeceklerde, içtiğimiz suda bulunurlar. Onlardan kaçamayız.  Onları yalnızca sınırlı bir ölçüde yok edebiliriz. Mikropları yok etmeye veya onlardan kaçmaya çalışarak hastalıktan kaçmaya çalışmak aptallıktır.”
Dr. Herbert Shelton, Naturopat ve günümüzün Doğal Hijyen Hareketinin kurucusu, İnsan Hayatı: Felsefesi ve Yasaları kitabı, sayfa 189-190.
https://books.google.com.tr/books?id=dcssshFW7REC&pg=PA189&lpg=PA189&dq=%22Warmth,+moisture,+food-these+are+the+causes+that+%0D%0Aactivate+latent+germs+and+arouse+them+to+activity.&source=bl&ots=I49WnqK0r3&sig=ACfU3U28MGqDWuQPQvGIjikRvl7z354_jw&hl=en&sa=X&redir_esc=y#v=onepage&q=%22Warmth%2C%20moisture%2C%20food-these%20are%20the%20causes%20that%20%20%20activate%20latent%20germs%20and%20arouse%20them%20to%20activity.&f=false



“Tıp mesleği mikrop teorisi konusunda histeriye kapılmış durumda ve bunu çok saf bir halkı sömürmek için kullanıyor” diyor Dr. Herbert Shelton. Bu teorinin (sadece bir iddia aslında) ardında bilimin değil, insanlığa ve tüm canlılığa bir kasıt olduğunu görebilenler için üzerine pek de bir şey söylemeye lüzum yoktur. Bu iddia, bilimle alakası olmayan, finans ve lobicilik yönünden güçlü bir grup canlılık düşmanı öjenist tarafından ortaya atılıp desteklendi. İlaç şirketlerini bu iddia üzerine kurdular ve yine bu iddia üzerine yüzyıllardır insanları ve hayvanları ilaç ve aşılarla zehirliyorlar. Bu iddia hem sağlık, hem de bir ekonomik sömürü sisteminin temelidir. Onu ayakta tutan sadece “o saf halkın” kör inancıdır. Halk, kendi bedenine ait organizmalarıyla aslında bakterileriyle, mikroplarıyla, parazitleriyle, eksozomlarıyla (virüs diye servis edilen veziküller) bir bütün olan bedeniyle barışmayı bilse, gerçek düşmanlarını görecek ve bu sömürü sistemi temelinden çürüyerek, yıkılıp gidecektir.


“Hastalıkların mikrop teorisi, bu yarı-medeni çağda bilimin karşılaştığı en büyük rezalettir; insan kitlesinin rol aldığı en korkunç tıbbi saçmalıktır; tıp mesleğinin tereddüt etmeden ve çiğnemeden kabul ettiği en büyük aldatmacadır!”
Dr. Royal E. S. Hayes, Tıbbi Yaramazlık Diyeceksiniz: Mikropların Çimlendirilmesi Teorisi, sayfa 35.
https://books.google.com.tr/books?id=C06b0ZgrA4MC&pg=PA35&lpg=PA35&dq=The+germ+theory+of+disease+is+the+greatest+travesty+on+science+that+was+ever+stumbled+over+during+this+semicivilized+age&source=bl&ots=Qku6AG87xi&sig=ACfU3U0AOmI-qG-DhdJhZJuUwYlrGL2Pxw&hl=en&sa=X&redir_esc=y#v=onepage&q=The%20germ%20theory%20of%20disease%20is%20the%20greatest%20travesty%20on%20science%20that%20was%20ever%20stumbled%20over%20during%20this%20semicivilized%20age&f=false


“Doktorların hastalıkları bakterilere, mikroplara ve var olmayan virüslere bağlaması yeterince kötüyken, maruz kaldıklarında ‘hastalık kapmayan’ sağlıklı insanları seçip , ‘taşıyıcı’ olduklarını ve başkalarını enfekte edebileceklerini iddia etmeleri gülünçlüğün zirvesidir.”
Dr. Eleanora McBean


“Mikroorganizmaların hastalıklarla nedensel ilişkisine dair bilimsel bir kanıta yaklaşan hiçbir şey olmamıştır ve böyle bir ilişkinin iddia edildiği çoğu durumda, bu görüşü kesin bir şekilde çürüten bol miktarda kanıt vardır.  Ancak ne yazık ki BU SAKAT VE EKSİK TEORİ, milyonlarca sermayenin yatırıldığı ve kamuoyunu Tıp Fakültesi’nin daha saf üyeleriyle kandırmak için hiçbir masraftan kaçınılmayan çok kapsamlı BİR ŞARLATANLIK SİSTEMİNİN TEMELİ HALİNE GELMİŞTİR.”
Dr. Herbert Snow


“Mikroplar her yerde, her zaman mevcuttur, hem sağlıklı hem de hasta insanlarda birçok farklı formda… Bu mikroplar, ortam toksik olduğunda ve temizliğe elverişli olduğunda, modern bilim insanlarının ‘patojenler’ dediği şeye dönüşür. Bir iyileşme krizine girdiğinizde ve vücudunuz toksinleri attığında, bu mikroplar sizin özünüzden çıkarak bu toksinleri ortadan kaldırmaya, işlemeye ve parçalamaya yardımcı olur. Mikropların hastalıkla kesinlikle hiçbir nedensel ilişkisi yoktur. Ancak mikroplar temizlenmenize yardımcı oluyor gibi görünüyor, çünkü oldukça basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, hastalığınız sizin tedavinizdir!”

“Ancak suçlu mikrop değildir. Kendi kan dolaşımınızdaki toksisite seviyesidir.”
Dr. William P. Trebing, Güle Güle Mikrop Teorisi, sayfa 154

“Bakteriler sağlıklı canlı hücrelere saldırmazlar. Bunun yerine, hasta, hasarlı ve ölü hücrelerin parçalanmasına yardımcı olurlar . »
Dr. Thomas Cowan


Ve daha sayısız gerçek bilim adamlarının beyanlarını buraya aktarmaya kalksam sanırım yazı bir hayli uzayacak. Burada bırakmanın doğru olduğunu, tüm bunların yeterli kanıtlar olduğunu düşünüyorum.


KANITLAR – II

Yakın zamanda Dr. Thomas Cowan, yazar ve doğal tıp öğretim görevlisi olan Daniel Roytas’ı parazitler hakkındaki bulgularını tartışmaya davet ettiği bir web semineri düzenledi. Bu web seminerinde Roytas parazitlere atfedilen hastalıkların altında bir toksisite maruziyetinin yattığını; parazitlerin esas amaçlarının ağır metaller gibi toksik maddeleri biriktirip tüketmek böylece dokuların hasar almasının önüne geçmek, ortam temizliği yapmak olduğunu ve parazitlerin sağlığa sayısız harika katkıda bulunduğunu kanıtlarıyla anlatmıştır.
Konuşmanın tamamı: https://x.com/drtomcowan/status/1833976686485913730

Şimdi Roytas’ın parazitler üzerine inançları sorgulatan, ezberleri bozan her biri çok değerli slaytlarından buradaki anlatıma uygun olduklarını düşündüğümü seçip, destekleyici kaynaklarla birlikte paylaşacağım.

Tıpkı bakteriler, mikroplar gibi parazitlerin de 3 ana görevinden bahsedebiliriz:
– Biyotransformasyon (Toksik maddeleri toksik olmayan maddelere dönüştürme)
Biyoremediasyon (Biyolojik iyileştirme/kirliliği temizleme)
Biyosekestrasyon (Biyolojik karbon döngüsü)

Ağır Metal İyileştirmesi/Koruma Mekanizması

– Parazitler ağır metalleri biyolojik olarak biriktirir/topaklar ve onları biyolojik olarak parçalayıp çözerek/tüketerek dokuların ağır metalleri absorbe etmesini engeller.
– Nöbetçi olarak anılırlar. (Nöbet tutan bir asker veya gözetleyici/Parazitler özellikle bağırsak sınırında bir nöbetçi gibi davranmak için gelir ve toksik maddelerin içeri girmesini engeller, onu yer ve onu toksik olmayan bir maddeye dönüştürür.)
– Çevre kirliliği ve toksisitenin dikkate alınan biyo-göstergeleridir. (Toksisite bölgesinde, toksik maddeleri yemek için toplanırlar)
– Balıklarda ağır metallere karşı biyo-iyileştiricidirler.
– Sıçanlardaki tenyalar, “konakçı” dokuya kıyasla ağır metalleri 3:1 – 10:1 oranında biriktirir.
– Kuşlardaki yuvarlak kurtlar ağır metalleri biriktirir.
– Tilkilerdeki tenyalar ağır metallerin organ konsantrasyonlarını azaltır.

Parazitlerin ancak toksik bir ortamda bulunduğu, hatta toksik bir ortamın biyo-göstergesi sayılmalarına neden olacak denli bu durumun şaşmadığı artık kabul edilmektedir. O toksik ortama hiçbir olumsuz etkilerinin olmadığı da, toksik ortamı meydana getiren ağır metaller gibi kirleticileri biriktirip, parçalama görevinde bulunmaları üzerine bellidir. O ortamda belli bir görevle bulunurlar ve bu görevin dışına çıkmazlar.
https://parasitesandvectors.biomedcentral.com/articles/10.1186/s13071-017-2001-3


“Balıkların bağırsak helmintleri, sucul ortamlarda ağır metal kontaminasyonu için potansiyel biyoindikatörler olarak giderek daha fazla ilgi görmektedir. Bu parazitler arasında özellikle sestodlar ve akantosefaller, yerleşik serbest yaşayan nöbetçilerin kapasitesini aşan muazzam bir ağır metal biriktirme kapasitesine sahiptir. Saha ve laboratuvar çalışmalarında, akantosefallerde konak dokularına göre birkaç bin kat daha yüksek metal konsantrasyonları tanımlanmıştır.”
https://typeset.io/papers/accumulation-of-heavy-metals-by-intestinal-helminths-in-fish-2tx9zrppju


Parazitler ağır metalleri biriktirip, parçalayıp tüketmektedir böylece dokuları ağır metal zehirlenmesinden korumaktadır. Her ne kadar bu tarz çalışmalarda parazitler vücuda “dışarıdan gelen” gibi lanse edilse de, parazitler üzerine burada verilen bilgiler son derece önemlidir. Bu bilgiler eşliğinde anlaşılmalı ki, parazitler üzerine kendi literatürlerinde yer alan “parazitler konakçıyı sömürür ve ona zarar verir/hastalığa sebep olur” gibi kanıtsız iddialar kendiliğinden çürütülmektedir zira parazitlerin vücut içinde son derece faydalı faaliyetlerde bulunduğu görülmektedir. “Bulaşan/enfekte eden unsur” bu faaliyetlerde bulunmaz. Parazitler dışarıdan gelmiyor, zaten oradaydılar ve vücudu toksisite maruziyetinden korumak için çalışıyorlar.

“Balıkların kaslarındaki ilgili metal konsantrasyonları, balıkların taşıdığı iki tür tenyanın dokusunun metal konsantrasyonları ile karşılaştırıldığında, tenyalar konak dokularına kıyasla 12,5-18,9 kat daha fazla kurşun, 2,3-3 kat daha fazla kadmiyum ve 4,4-14,1 kat daha fazla krom biriktirmiştir.”
https://actavet.vfu.cz/media/pdf/avb_2012081030313.pdf


“Helmintlerde konak dokularına kıyasla daha yüksek bir ağır metal konsantrasyonu ortaya çıkarıldı. Hem kadmiyum hem de krom emilimi için biyokonsantrasyon faktörü ‘moniliformis moniliformis’ isimli parazitte, karşılaştırılan üç konak dokusuna kıyasla 10 kattan daha fazlaydı.”
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/25988090/

Yani bu parazitler, ağır metalleri biriktirip ortamdan temizlemeye çalışarak, dokuların ağır metal emiliminin önüne geçmektedir. Parazitler dokuları ağır metal zehirlenmesinden koruyorlar.

“Sonuçlar, Hymenolepis spp.’nin (bir çeşit tenya) son konakçılarına kıyasla ağır metalleri biyolojik olarak biriktirme konusunda çok daha büyük bir yeteneğe sahip olduğunu ortaya koydu.”
https://www.researchgate.net/publication/349367758_Heavy_metals_accumulation_in_the_system_Rattus_norvegicus_-Hymenolepis_diminuta_from_industrial_area_in_Bulgaria

“4 parazit – konakçı sisteminin hepsinde, yetişkin tenyaların kurşun ve kadmiyum biriktirme yeteneği, konakçı dokularındakinden daha fazlaydı. Parazitlerdeki kurşun konsantrasyonunun konak kaslarındaki kurşun konsantrasyonuna oranı 2,38 ile 5,95’e 1 arasında; karaciğer dokusunda ise bu oran 1,19 ile 10,07’ye 1 arasında değişmiştir.”
https://www.cabidigitallibrary.org/doi/full/10.5555/20003008494

“Bu çalışmanın amacı tilkilerde birikmiş ağır metal seviyelerini parazitli ve parazitlerden arındırılmış bağırsaklar kıyası üzerinden karşılaştırmaktı. Ayrıca araştırmamız tilki bağırsaklarındaki ağır metal içeriği ile bağırsak parazitleri arasındaki ilişkiyi anlamaktı. 34 tilkinin bağırsakları, parazit varlığını tespit etmek için parçalara ayrıldı. 15 bağırsak örneğinde parazitik bağırsak helmintleri bulundu. Ağır metal içeriği ince bağırsak dokusunda ve parazitlerde atomik absorpsiyon spektrometresi (AAS) kullanılarak belirlendi. Parazitli bağırsaktaki ağır metal konsantrasyonu, parazitsiz bağırsaktaki ağır metal konsantrasyonundan anlamlı ölçüde çok daha düşüktü.”
https://pdfs.semanticscholar.org/0991/b9049d233178ed29fc7d29fb5c61b41d1be3.pdf


Ağır metalleri, toksik materyalleri, çeşitli kirleticileri vs. parçalayan, çözen, onları toksik olmayan formlara dönüştüren bakteriler ve diğer mikroplar:

“Atıklarla başa çıkmanın umut vadeden stratejisi onu parçalayabilen mikroplar bulmaktır. Araştırmacılar, deve cırcır böceklerinde bir dizi mikrobiyal organizmayı tanımladı ve test etti ve özellikle ilgi çekici olan Cedecea lapagei adlı bir bakteri türüne odaklandı… Bu mikroorganizmanın, odunu sert yapan bitki hücrelerindeki polimerler olan lignini parçalayabildiğini buldular… Bu çalışmalar, bu bakterilerin lignin üzerinde büyüme ve onu parçalama konusundaki benzersiz yeteneklerinden sorumlu olabilecek bazı genlerini ve enzimlerini tanımlamayı içeriyordu… Potansiyel olarak kağıt hamuru atıklarını enerjiye dönüştürebilen ve dolayısıyla bir kirleticiden kurtarabilen bakterileri tanımlamanın yanı sıra, diğer atık türlerini parçalayabilecek organizmalar üzerine tekrarlanabilir bir yaklaşım belirledik… Bu, büyük kirlilik sorunlarına yol açan plastik veya diğer ürünler için de geçerlidir.”
https://physicsworld.com/a/cricket-bacteria-break-down-recalcitrant-waste/

“Mikroorganizmalar, kirleticileri parçalamak için biyokimyasal reaksiyonun ilerlemesini kolaylaştırmaya yardımcı olacak biyokatalizörler olarak hareket ederek orijinal doğal çevreyi geri yüklemek ve daha fazla kirliliği önlemek için kullanılır. Sadece kirleticiyi toplayıp depolamakla kalmaz, aynı zamanda kirleticileri parçalar ve onları daha az veya toksik olmayan formlara dönüştürerek harika organize edilmiş bir mikrobiyolojik prosedürü takip ederler. Mikroorganizmalar, çevre dostu ve değerli genetik materyalleriyle bilinir. Mikroorganizmalar beslenme açısından çok yönlülüğe, uyarlanabilirliğe sahiptir ve ayrıca çok seyreltik çözeltilerde bulunan kirleticiler üzerinde de etki edebilirler; bu nedenle herhangi bir çevre koşulunda yaşayabilirler ve kirleticilerin biyoremediasyonu olarak kullanılır… Biyoremediasyon süreci yalnızca hidrokarbonlar, yağlar, ağır metaller, pestisitler, boyalar vb. gibi organik bileşikleri metabolize ederek enzimatik bir şekilde parçalayabilir. Yaygın olarak kullanılan bakteriler Staphylococcus, Bacillus, Pseudomonas, Citrobacter, Klebsiella ve Rhodococcus’tur. Birçok mantar ve alg ailesi de kullanılır… İmmobilizasyon işlemi toprak bakterileri tarafından kontrol edilir…  Biyosorpsiyon, algler, bakteriler ve mantarlar gibi mikroorganizmaların metal iyonlarını emdiği bir fiziko-kimyasal işlemdir. Bu işlem enerjiye bağlı değildir ve emilen metal iyonu konsantrasyonu bu organizmalar tarafından azaltılır.”
https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0045653522035925


“Mikroorganizmalar toksik elementleri suya, karbondioksite ve daha az toksik bileşiklere dönüştürebilir ve bunlar mineralizasyon olarak adlandırılan bir süreçte diğer mikroplar tarafından daha da parçalanır. Biyoremediasyon bakteri, mantar, alg vb. kullanılarak gerçekleştirilebilir. (Arsenikten tutun da cıvaya kadar çeşitli ağır metalleri ve toksik elementleri çözen bakterilerin listesine buradan ulaşabilirsiniz: https://www.frontiersin.org/files/Articles/1183691/fagro-05-1183691-HTML/image_m/fagro-05-1183691-t002.jpg)

Mikroorganizmalar, biyolojik çoğaltma olarak adlandırılan bir işlemde toksik kirleticilerle beslenmeleri için kirli alanlara özel olarak eklenir. Bu, çok etkili, hızlı ve uygun maliyetli bir biyoremediasyon yöntemidir. Kirli alanlara, yerleşik mikropları çoğaltmak için harici mikroplar eklenir… Kirlenmiş bir bölgeye eklenen Burkholderia sp. FDS-1’in, pestisitlerle kirlenmiş toprakta bulunan nitrofenolik bileşiği, hafif asidik pH’ta ve yaklaşık 30° C sıcaklıkta daha az toksik bir forma dönüştürdüğü bildirilmiştir. (Bu tabloya göz atın: https://www.frontiersin.org/files/Articles/1183691/fagro-05-1183691-HTML/image_m/fagro-05-1183691-t003.jpg)” 
https://www.frontiersin.org/journals/agronomy/articles/10.3389/fagro.2023.1183691/full


İşte bakteriler, mikroplar ve parazitler insan vücudunda da, ölü hücre atıklarını, ağır metaller gibi toksik malzemeleri parçalayıp tüketerek onları hem ortamdan süpürmek hem de vücut için faydalı ya da zararsız maddelere dönüştürmek için böyle mücadele verir.

Onların görevi budur.

Aşı enjeksiyonları sonucu kan – beyin bariyerini aşan aşı içeriklerindeki ağır metaller yüzünden “otizm” hasarı almış çocukların beyinlerinde ve daha başka ağır metal birikiminin olduğu organlarda görülen parazitler, o sorunun kaynağı değiller; o sorunu iyileştirmek için oradalar.

Artık bu gerçeğin anlaşılması gerekiyor.

Bu arada birçok insan geçmişte ya da şu aralar, “doğal antiparaziter” diye adlandırılan bazı otları, bitkileri yediğinde ya da çay olarak içtiğinde kendisini iyi hissettiğini hatırlıyor olabilir. Pelin otu, sarımsak, kişniş, çörek otu ve daha birçok bitki sayılabilir.
Örneğin pelin otu gibi bitkiler ilginçtir ki özellikle ağır metallerle kirlenmiş toprakları büyümek için seçiyor, bir parazit gibi… Ardından hızla toprağı biyolojik olarak temizlemeye, topraktan ağır metalleri emip toksik olmayan metillenmiş bir maddeye dönüştürüyor. Bu açıdan mükemmel bir ortam temizleyici ve çevre temizleyicisidir diyebiliriz. Pelin otu, sarımsak, kişniş gibi “antiparaziter” olarak adlandırılmış bitkileri tükettiğinizde, bunlar, ağır metal şelatlama ve detoksifikasyon özellikleri sayesinde sizleri ağır metallerin, plastiklerin, kimyasalların ve diğer türlü toksik maddelerin maruziyetinden koruyorlar. Böylece parazitlerin iş yükü hafifliyor ve hatta üzerinden alınıyor ve böylece orada bulunmalarına gerek kalmadan geri çekiliyorlar.
Bu açıdan bu bitkilerin “doğal antiparaziter” ya da “doğal antibiyotik” diye adlandırılması yanlıştır. Bu bitkiler bakterilerinize, mikroplarınıza ve parazitlerinize zarar vermeden ortam temizliği yapıyor ve toksisite bölgesine bakterilerin, diğer mikropların ve parazitlerin yoğunlaşlaşmasına gerek kalmıyor.
Bu bitkileri kullandıktan sonra bu sebeple iyi hissediyorsunuz.


Artık toparlarsam;

Bulaş diye bir şey yoktur.
Enfeksiyon diye bir şey yoktur.
Bakteriyel ya da paraziter hastalıklar diye bir şey yoktur.
Mikrop teorisi ortaya atıldığından bu yana tek bir bakterinin, mikrobun ya da parazitin dahi canlı dokuya saldırdığına, hastalık yaptığına dair tek bir bilimsel kanıt yoktur.

Hastalıkların tek sebebi sadece çeşitli şekillerde gerçekleşen toksisite maruziyeti yani zehirlenmedir.
Vücudu neler zehirler?
– Kötü beslenme
– Güneşten yeterince faydalanmama
– Rafine tuz
– Yetersiz kaya tuzu tüketimi
– Yetersiz su tüketimi
– Mineral eksikliği
– Rafine şeker
– Trans yağlar
– İşlenmiş gıdalar
– Pastörize sütler ve pastörize süt ürünleri
– Rafine tahıllar, “hamur işi” ağırlıklı beslenme
– Zirai ilaçlar
– Stres, korku, kaygı gibi psikolojik olumsuzluklar
– EMF’ye maruziyet
– EMR’ye (elektromanyetik radyasyon) maruziyet
– Klorlu, florürlü vs. şebeke suyu
– Ağır metaller
– Toksik tüm cilt bakım ürünleri
– Kimyasallar
– Toksik temizlik ürünleri
– Egzersiz eksikliği
– Kötü uyku
– Sigara
– Alkol
vs.

ve elbette ki
– Aşılar
– İlaçlar
– Antibiyotikler

Alüminyum, cıva, polisorbat 80, formaldehit, kürtajdan gelen filtrelenmemiş insan fetüs hücreleri, hayvan hücreleri gibi toksik ya da kan dolaşımında toksik etki gösterecek malzemelerin doğrudan sistemik dolaşıma verildiği aşı uygulamaları, tek başına şiddetli toksisite maruziyetini oluşturmaya yeterlidir. Aşı zehirlenmeleri, hasarların ya kısa vadede ya uzun vadede ama mutlaka kendini göstereceği en kötü zehirle(n)me biçimidir.

İlaçlar sadece semptom baskılar (semptom, vücudun toksisite maruziyetinden kurtulma çabasının, toksinlerden arınarak ve asit – baz dengesini sağlayarak kendini tekrar sağlıklı çizgiye çekmek istediğinin göstergesidir) ve alttaki gerçek nedeni iyileştirmediği için, sorunu büyütüp ileri vadede daha çok şiddetlendirir. Ağrıları dindirebilir, vücudun toksisite itiliminde çektiği sancının üzerini kapatıp o anı kurtarabilirler ama bu, iyileştirme değil sadece sorunu ötelemektir. İlaçlar sorunu biriktirerek öteler, bu sebeple sorun ileri vadede daha çok şiddetlenip ortaya çıkacaktır.

Özellikle antibiyotiklerin “hepatotoksisite”ye, yani karaciğer için toksik etkilere yol açtığı bilinir, hepatotoksisitenin de karaciğer hastalığı ve akut karaciğer yetmezliğinin nedeni olduğu… (https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/7491842/, https://academic.oup.com/jac/article/66/7/1431/783484?login=false, https://link.springer.com/article/10.1007/s15010-009-9179-z) Çünkü antibiyotikler, antiparaziter ilaçlar; bakterilere, diğer mikroplara ve parazitlere zarar verir, onların görevlerine sekte vurur. Bağırsak florası ve diğer flora bu durumdan ciddi şekilde zarar görür. Bir örnekle; oral yolla, gıda ile gelen ağır metal partikülleri bağırsaklara indiğinde, antibiyotiklerin etkisiyle bakteriler ve parazitler de hasar almış ve flora bozulmuşsa, bu partiküller yeterince iyi parçalanıp ortamdan temizlenemez. Bu durumda yine antibiyotik kullanımı sonrası sıklıkla görülen “kronik ishal” baş gösterebilir ve vücut ağır metallerin içinde olduğu bu toksin yükünden ishal yoluyla kurtulmak isteyebilir. Fakat en kötü olasılıkta ağır metaller kana karışır ve bu, hâlâ “ağır metal maruziyeti”nden kaçınmadan, antibiyotik kullanımının istikrarıyla da kayda değer oranda artarsa karaciğer, bu kanı filtrelemekte bir hayli zorlanacaktır. Antibiyotik kullanımı sonrası kısa ya da uzun vade sonunda neden mi karaciğer sorunları meydana gelir? İşte böyle.


Yukarıda saydığım vücudu zehirleyen etkenler hiçbir şekilde hesaba katılmadan, spesifik antikorları belirlemeyen, “özgül ve yüksek duyarlılıklı” olduğu asla söylenemeyen antikor testlerinin hilesi ile, basit bir kene ısırığına, bir kedi tırmığına, bakteri ya da parazit bulaş riski olduğu söylenen başka tür vakalara karşılık vs. enfeksiyonu önleme palavrasıyla reçete edilen antibiyotikler ve antiparaziter ilaçlar, “hastalığın etiyolojik ajanı” sandıkları trilyonlarca bakteriden bir tipi hedef alma iddiasıyla topyekun bir mikrobiyotayı bozmanın aracıdır.
Antibiyotikler ve antiparaziter ilaçlar, topyekun mikrobiyotayı bozmanın ve beraberinde nice sağlık sorunlarını peyda etmenin en basit yoludur.

Burada bir parantez açıp antibiyotiklerin de tıpkı ilaçlar gibi altta yatan gerçek sorunu iyileştirmeyip, bazı durumlarda sadece anı kurtardığına vurgu yapmak gerekir. Toksik birikimin ve haliyle asitlenmenin arttığı, dolayısıyla bakterilerin toksik maddeleri çözmek için yoğunlaşacağı bölgelerde antibiyotikler, bakterileri engelleyerek çözülmenin önüne geçebilir ve çözülme sürecinin ürünü olan iltihaplanma da engelleneceğinden bu durum o an için bir “iyileşme görünümü” verebilir. Oysa gerçek bir iyileşme söz konusu değildir, zira o bölgedeki toksik birikim ve asitlenme giderilmemiştir. İleri vadede sorun büyüdüğünde o bölgeye daha dirençli yani aslında daha güçlü çözücü bakteriler gelmek isteyecektir. Antibiyotiğe dirençli bakteriler? İşte onlar, sorun büyüdükçe ona göre ortam temizliğe yapmaya, iyileştirmeye gelen daha güçlü bakterilerdir.
Antibiyotikler, bakterileri hep engellemek isteyerek altta yatan sorunun gerçekten iyileşmesinin önüne geçer.

Aşıların, ilaçların, antibiyotiklerin geçmişten günümüze, gerçekte tek bir hayat kurtardığına dair tek bir kanıt yoktur. Bilakis aşılar, ilaçlar ve antibiyotikler; “mikrop teorisi” beraberinde genel halk üzerinde kullanılmaya başlandıktan sonra ve günümüze dek, sebebini mikroplara bağladıkları hastalıklardan açık ara daha fazla sağlık problemlerine ve ölümlere yol açmıştır. Mikrop teorisinin getirisi olan bu uygulamaların, belki de en doğru kıyaslama ile ifade edecek olursak, öldürdüğü insan sayısı hiç kuşkusuz dünya savaşlarında ölen insan sayısından daha fazladır.

Özellikle aşılama programları, nüfus kontrolünün topla, tüfekle, tankla vs. değil, “tıp” eliyle aksiyona geçirilmesidir.

En klasik yalanlarından biridir: “Salgınlar, aşılar sayesinde eradike edilmiştir.”
Bunu söyleyenler, en başında mikropların hastalığa ve salgınlara sebep olduğu yalanını da söylemiş, salgınların esas nedenini (toksik ortama, zehirli gazlara, kimyasallara, ağır metallere vs toplu maruz kalınması, sanitasyon yetersizliği ya da eksikliği, kötü beslenme/besinsizlik, radyo frekanslarının yayına geçişi, 1800’lerden itibaren toplu aşılamalar, ilaçlar gibi faktörler) gösteren doğru verileri, incelemeleri, istatistikleri vs neredeyse ortadan kaldırarak literatürü baştan aşağı manipüle etmiştir.

“Bu aşıların ve ilaçların her birinin görünürdeki amacını başaramaması gizlendi; sık görülen tehlikeli etkileri gizlendi ve hastalık istatistikleri istenen sonuca doğru manipüle edildi veya sıklıkla çok geniş bir ölçekte kasıtlı olarak tahrif edildi.” Dr. Herbert Snow

Sadece aşı yaralanmaları ve ölümleri apayrı bir yazı konusu olacağından, bu konuyu ayrıca başka bir yazı dizisinde anlatmak gerekir. Fakat şu bilinmeli ki, aşıların tek bir hayat kurtardığına dair tek bir kanıt yokken, sayısız hayatı mahvettiğine ve sonlandırdığına dair pek çok kanıt vardır.
Aşılar
İlaçlar
Antiparaziter ilaçlar
Antibiyotikler
Dezenfektanlar
vs. hepsi sadece birer zehirdir!


3-) IVERMECTIN, ANTİPARAZİTER İLAÇLAR, ANTİBİYOTİKLER CANLILIK KARŞITI ZEHİRDİR

Ivermectin zehri, hiç şüphe yok ki, en çok Covid sahtekârlığı sürecinde sükse yapmıştı.
Merck gibi Ivermectin üreticileriyle çıkar anlaşmaları muhtemel olan sosyal medya etki ajanları Covid’in bir parazit enfeksiyonu olabileceğini öne sürmüştü ve yine Merck gibi ilaç şirketlerinin “büyük fonlayıcıları” tarafından fonlanan birkaç manipülatif çalışmayı Ivermectin’in Covid’i tedavi ettiği yönünde propagandalar yürütmek için kullanmışlardı.

Bir salgın yoktu ama antiparaziter ilaç tavsiyeleri havada uçuşuyordu.

Sonuç itibariyle kimileri aşı zehirlerini aldı, kimileri “parazit enfeksiyonu” palavrasına kapılıp Ivermectin zehrini… İlaç şirketleri aşıya karşı duranları bir şekilde antiparaziter ilaçlarıyla yakalamayı başardı.

Aşıyla birçok toksik malzemeyi nice insanın sistemik dolaşımına verirken, Ivermectin ile insanların mikrobiyotasını bozdular. Vücutta atıkları, zararlı maddeleri parçalayıp çözen ve o maddeleri biyoyararlanıma kazandıran bakteri, parazit gibi yapılara şiddetle zarar vererek, insanları toksisite maruziyetine karşı olabildiğince hassaslaştırdılar.

Parazitlerin ağır metalleri, plastikleri de dahil toksik maddeleri parçalayıp tükettiğini ve böylece dokuların bu toksik maddeleri absorbe etmesinin büyük oranda önüne geçmek için çabaladığını bildiğinizde, Ivermectin gibi antiparaziter ilaçların tehlikelerini daha iyi anlayabiliyorsunuz.
Ivermectin için bugünlerde de sık sık “kansere çare” diye pazarlama çalışmaları yürütülüyor. “Kanserin sebebi parazitlerdir” gibi bir palavra ortaya atarak, öyle görünüyor ki, kemoterapi almak istemeyen kanser hastalarını bu defa antiparaziter ilaçlarıyla yakalamanın yolunu yapıyorlar.


Bakıyorsunuz ki birçok ünlü doktor Ivermectin reklamı yapıyor, röportajlar veriyorlar. Vücutta şiddetli toksisite baş gösterdiğinde bu problemle mücadele veren, savunma sisteminin askerlerine/parazitlere Ivermectin ile zarar vermek, onları düşürmek kutsanıyor. Antiparaziter bir ilacın, parazitlere zarar vermesi bir başarıymış gibi anlatılıyor. Parazitlerin hastalığa neden olduğuna dair mevcutta tek bir bilimsel kanıt olmadan…


Kathleen Ruddy isimli bir doktor, Ivermectin ile ilgili verdiği röportajda şunu söylüyor: “Ivermectin şeker haplarından bile daha güvenli.” Bu röportaj tüm dünyada milyonlarca insan tarafından izleniyor.
Tüm sosyal medya platformlarında hâlâ daha paylaşılıyor da paylaşılıyor…

Bu kişiyi biraz araştırdığınızda uzun zamandır meme kanserine bir “virüs”ün sebep olduğu gibi akla hayale sığmaz bir iddiada bulunduğuna şahit oluyor ve bunun üzerine tüm eylemlerini “Clinton Küresel Girişimi” için “Eylem Taahhüdü” olarak sunduğunu öğreniyorsunuz. https://www.salon.com/2017/10/15/could-we-be-doing-more-to-fight-breast-cancer/

Kathleen Ruddy, Clinton Vakfı bünyesindeki “Clinton Küresel Girişimi” üyesidir.
https://www.ellevatenetwork.com/member-spotlights/192

Kendisinin “pinkvirusfilm” adında bir internet sitesi var ve bu site üzerinden sözde meme kanseri virüsü araştırmalarına (Clinton Vakfı’na adadığı araştırmalara) bağış toplanıyor.
https://pinkvirusfilm.com


ABD’de Aralık 2018’de bir Temsilciler Meclisi Gözetim Alt Komitesi, Clinton Vakfı’nın ve “Clinton Küresel Girişimi”nin “yardım dolandırıcılığı” üzerine bir duruşma düzenlemişti. Alt Komite, Clinton’lar tarafından fonların özel kullanım için açılması ile ilgili tanıklık dinlemişti. Tanık John Moynihan’ın şu ifadeleri çok önemlidir: “Vakıf, fonları esasen bir kumbara olarak kullanıyor. Bu fonun kıdemli işletmecileri bunu vakıf işi, kişisel bir iş, seyahat ve kişisel harcamalar olarak görüyorlar.”
https://www.c-span.org/video/?c4767670/user-clip-clinton-foundation-charity-fraud

Yani buna göre, Clinton Vakfı bağışlanan paraları iç ediyor.

Kathleen Ruddy’nin bir Clinton Vakfı üyesi olarak, “pinkvirusfilm” internet sitesi üzerinden ve vakfın desteklediği kampanyalarla, “meme kanseri virüsü çalışmaları” diyerek topladığı bağışlar, sormak lazım, gerçekten nerede kullanılıyor? Bu bağışlar insan sağlığı ve hayatı için mi harcanıyor?

Şimdi bu kişi, “Ivermectin şeker hapından bile daha güvenli” diyor, bu sözün gerisinde bilimsel hiçbir dayanağın mevcut olmadığını kendi de bildiği hâlde… Böylece nice insanın özellikle kanser hastasının gidip bu ilaçları almasına sebep oluyor.
Söz konusu insanları ilaç şirketlerinin ağına düşürmek ise, en çok doktorların ilaç şirketleriyle çıkar anlaşmasına girebileceği ve bu kişilerin yalan söyleyebilme konusunda belki de birçok yetkili ağızdan daha yetkin olabileceği gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Yine söz konusu bir ilacın “x hastalığına çare” olarak tanıtımını yapan herhangi bir çalışmanın bağımsız olmadığını düşünmek, ilgili çalışmayı yapan yazarların ilaç şirketleriyle çıkar anlaşmasına girebileceği gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Ve söz konusu Ivermectin ise, pazarda büyük oranda pay sahibi olan Merck’in ve Merck’in en büyük finans destekçisi Bill & Melinda Gates Vakfı’nın, Ivermectin üzerine yapılan çalışmalar üzerinde manipülatif güç kullanmayacağını düşünmek en hafif tabirle saflık olur.

Bir örnek verelim;

Ivermectin’in kansere çare olabileceği yönünde yapılan propaganda için en çok kullanılan çalışmalardan biri: “Eprinomektin’in (Ivermectin’in bir türü) metastatik PC3 prostat kanseri hücreleri üzerindeki antikanser etkilerinin değerlendirilmesi.”
https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0041008X20301952#:~:text=Eprinomectin%20(EP)%20suppressed%20the%20malignant,%2C%20Oct3%2F4%20and%20CD44.

Bu çalışmanın baş yazarı Angela Lincy Prem Antony Samy isimli doktor, çalışmayı yayınladığı sene, “dünya çapında ciddi hastalıklarla yaşayan insanlar için sağlam bir ilaç hattı geliştirmek amacıyla CRISPR gen düzenlemesinin gücünden yararlandığını” iddia eden “Editas Medicine” isimli bir tıbbi kuruluşta çalışıyor.
https://www.linkedin.com/in/angela-lincy-prem-antony-samy-277068128

Editas Medicine’ın en önemli finansörleri arasında Bill & Melinda Gates Vakfı’nın olduğunu biliyor muydunuz?
https://www.benzinga.com/general/biotech/16/01/6113476/editas-medicine-backed-by-google-and-bill-gates-files-100-million-ipo

Finans sağlayıcılar aynı zamanda çıkar gruplarıdır ve o şirketin çalışma politikası, misyonunu, eylem planını ve eylemlerini dolaylı olarak etkiler veya çoğu durumda doğrudan belirler. Bu şirketin bir çalışanının ortaya koyduğu çalışma da öyleyse, malum çıkar gruplarıyla ters düşemez. Hâliyle böyle bir çalışma bağımsız değildir. Böyle bir çalışma bilimsel değildir.

Ben bir örnek verdim ama sadece bir örnek dahi diğer “Ivermectin uyuzdan kansere her hastalığa çare” minvalinde mesajlar veren çalışmaların bağımsız olmadığını anlamanıza yetecektir. O tip çalışmaların yazarlarının geri planda ilaç şirketleriyle ya da diğer çıkar gruplarıyla anlaşmasının, birlikteliğinin olup olmadığı araştırılmalıdır. Fon her zaman internet ortamında herkesin görebileceği şekilde sağlanmaz, gizli bir şekilde de sağlanır. Burada önemli olan o sözde bilimsel çalışmanın insanları ilaçlara ve aşılara yönlendirip yönlendirmediğinin kıstas alınmasıdır.
Hatta bir doktor bir ilacı ya da aşıyı öneriyorsa, o doktorun bağımsız olduğunu düşünemezsiniz. En iyi ihtimalle sadece aklı bağımsız değildir…

Hayır, Ivermectin ve diğer tüm antiparaziter ilaçlar, antibiyotikler hiçbir hastalığa çare olamaz!
Benzetme yaparsak, bu ilaçların kullanımı, yangın mahalline yetişip yangını söndürmek için çabalayacak olan itfaiye erlerinin (bakteriler) ve yangının şiddetine göre yangın mahalline takviye kuvvet olarak yetişmek isteyecek ekibin (parazitler) önünü kesip yangının söndürülmesine engel olmaya çalışmak gibidir. Yangın büyür, büyür ve büyür… Ve artık söndürülmesi hiç mümkün olmayacak bir raddeye gelir, kısa veya uzun vadede…

Bakterilerin, mikropların ve parazitlerin hastalığa neden olduğuna dair tek bir bilimsel kanıt yoktur.
Fakat bu organizmaların ağır metal dahil toksik malzemeleri çözüp tükettiğine, ortam temizliği yaptığına ve zararlı maddeleri zararsız maddelere dönüştürüp biyoyararlanıma soktuğuna yani onların sağlığımıza, canlılığımızı idame ettirmemize muazzam katkıları olduğuna ise sayısız bilimsel kanıt mevcuttur.

Bilimsel kanıtları olmayan ve zaten bilimle uzaktan yakından alakası olmayan bir iddianın/mikrop teorisinin peşine takılıp da aşıları ve/veya antibiyotik, antiparaziter ilaçları almanın sağlığa olumlu etkilerinin olduğuna dair tek bir bilimsel kanıt yoktur.
Fakat aşıları ve/veya antibiyotik, antiparaziter ilaçları almanın sağlığa yıkıcı etkilerin olduğuna dair sayısız bilimsel kanıt mevcuttur.

Ivermectin sonrası (muhtemel ki sadece kısa vadede ortaya çıkanlar) görülen gastrointestinal sıkıntılardan, nörolojik sorunlara kadar bir dizi hasar:
https://www.drugs.com/sfx/ivermectin-side-effects.html

Söz konusu bir ilaç sağlık için büyük önemi ve görevi olan bakterileri, mikropları ve parazitleri işinden men etmeyi taahhüt ediyorsa, orada “yan etki”den bahsedemeyiz zira amaçlanan sadece hasar bırakmaktır.


Üstelik Ivermectin üzerine yapılan çalışmalara göz attığımızda bu ilacın erkeklerde ve kadınlarda kısırlık hasarı bırakma amacında olduğunu net bir şekilde anlıyoruz.


Ivermectin En Şiddetli Kısırlık Toksinlerinden Biridir!

“Sonuçlar, Ivermectin (IVM) ile tedavi edilen grubun testislerinde IGFBP-3 ve HSPA1 ekspresyon düzeylerinin kontrol grubuna göre anlamlı şekilde arttığını ortaya koymuştur. Ayrıca, Ivermectin enjeksiyonu serum testosteron düzeyinde, sperm sayısında, hareketlilik yüzdesinde, canlı sperm yüzdesinde ve üreme organlarının indeks ağırlığında anlamlı bir azalma ve sperm anormalliklerinde anlamlı bir artış göstermiştir.”
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/28880400/

Erkek albino sıçanları üzerinde Ivermectinin toksikolojik ve patolojik çalışmayla, Ivermectin verilen beyaz albino sıçanlarının sperm sayısı ve anormal spermi incelendi:
“Sperm anormalliğinde önemli bir artışla birlikte toplam sperm sayısında önemli bir azalma olduğu gösterilmiştir.”
https://www.semanticscholar.org/paper/Toxicological-and-pathological-studies-of-on-male-Rabab-Elzoghby/6204addbc08f0caa04679185ab285ac67e468671


“Sonuçlar, Ivermectin’in haftada bir kez 8 hafta boyunca uygulanmasının hafif doğurganlık bozukluklarına neden olduğunu ortaya koymuştur.“
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/21783912/


“Sonuçlar Ivermectin verilen dişi tavşanların doğurganlığında kayda değer oranda azalma olduğunu göstermiştir.”
https://www.worldwidejournals.com/indian-journal-of-applied-research-(IJAR)/recent_issues_pdf/2015/September/September_2015_1492522744__22.pdf

“Ivermectin’in, hafif dejeneratif değişikliklerden spermatogenik hücrelerin tam nekrozuna ve spermlerin tamamen yokluğuna kadar değişen terapötik veya çift terapötik dozlar alan erkek tavşanlar üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olduğu sonucuna vardık. Bu arada, dişi genital sistemi ciddi şekilde etkilenmişti ve uterusta ciddi dejenerasyon ve kanama ile yumurtalıklarda atritik foliküller ve dejenerasyona uğramış yumurtalar gösteriyordu.”

“Şekil 13: Günlük 0.4 mg/kg vücut ağırlığı S.C dozunda Ivermectin almış ve bodur büyüme hamileliğin 28. gününde kesildiği gösteriliyor. Şekil 14: Günlük 0.4 mg/kg vücut ağırlığı S.C dozunda Ivermectin alan ve gebeliğin 28. gününde kesilen gebenin yumurtalığı, yumurtalık stromasına dağılmış çok sayıda dejenere ve atritik folikülleri gösteriliyor. (H&Ex100) ”
https://www.semanticscholar.org/paper/Pathological-studies-on-effects-of-ivermectin-on-GabAllh-El-Mashad/ae8ed3606f95ee747ad87632f371c2c31a85fca5

“Test edilen hastaların sperm sayısında ve sperm motilitesinde önemli bir azalma gözlemledik. Morfolojide anormal sperm hücrelerinin sayısında önemli bir artış vardı. Bu, iki kafa, çift kuyruk, beyaz (albino) spermler ve olağanüstü büyük başlı formlarını aldı. Hastaların sperm hücrelerinin önceden belirlenmiş parametrelerinde yukarıdaki değişikliklerin sadece Ivermektin ile tedavilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.”
https://www.scholarsresearchlibrary.com/articles/effects-of-ivermectin-therapy-on-the-sperm-functions-of-nigerian-onchocerciasis-patients.pdf


Dr. Mike Yeadon’ın Ivermectin hakkındaki konuşmasını dinleyin:
“Ivermectin görebileceğiniz en kötü kısırlaştırıcı ilaçtır.”
“İlginç bir şekilde Covid aşılarına karşı çıkan bazı doktorlar bu ilacı övüyor… Burada büyük bir organizasyon var gibi görünüyor.”
https://rumble.com/v5bfmgd-dr-mike-yeadon-ivermectin-anti-fertility-bombshell-one-of-the-most-violent-.html?utm_source=substack&utm_medium=email


Ivermectin’in insan kullanımı için piyasaya sürülme hikayesi, Afrika’da görülen, yine parazitlerin suçlandığı, kara sineklerin de parazitleri taşıdığı iftirasına uğradığı, “nehir körlüğü” sorununa umut olabileceği söylemleriyle Merck tarafından Ivermectin’in “Mectizan” adı altında üretilmesiyle başlıyor. DSÖ, GAVI, Bill & Melinda Gates Vakfı vs. Merck’in Mectizan’ına büyük destek veriyor.
https://mectizan.org/mec/

“1991’den beri UNICEF ortağı olan ilaç şirketi Merck & Co., nehir körlüğü ile mücadele etmek için Mectizan’ı (başlangıçta Ivermektin olarak bilinir) bağışlıyor. Merck, ilacı ihtiyacı olan herkese ücretsiz dağıtmak için UNICEF ve diğer kuruluşlarla birlikte çalışır.”
https://www.forbes.com/sites/unicefusa/2022/01/30/progress-on-the-fight-against-neglected-tropical-diseases/


“Merck; nehir körlüğünün tedavisi için, ihtiyaç duyan herkese, gerektiği kadar uzun süre, ücretsiz olarak Mectizan/Ivermectin tedarik edeceğini söyledi… Bu, küresel sağlık tarihinde, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının demokrasi için önemli olması nedeniyle önemlidir… Ve hatta Dünya Bankası bile Mectizan dağıtımı için bir fon geliştirmeye dahil oldu.”
https://www.gatesnotes.com/Story-of-A-Hero-Bill-Foege?WT.mc_id=10_06_2015_Foege_BG-FB_&WT.tsrc=BGFB&linkId=17742477

Bill Gates, notlarında Mectizan için bunları söylüyor. Aslında Gates Ivermectin’in insan kullanımına açılmasınını Berlin Duvarı’nın yıkılması kadar önemli görüyor. Neden acaba? Gates’in bu söylemini, daha doğrusu bu büyük kutlamasını, Ivermectin’in kısırlık meydana getirdiği bilgisi ile düşünmeli artık.

Dünya Bankası’nın Ivermectin reklamından, bazı kareler görebilenler için Ivermectin ile gerçekte neyi amaçladıklarını, üzerine hiçbir yoruma yer bırakmadan kendi başına açıklıyor

“Kişi başına yılda sadece bir veya iki hap.”


“İSTİSNA YOK”

“İŞİ BİTİR”

https://mectizan.org/news_resources/world-bank-river-blindness-video/
Geride Ivermectin ile sözde “nehir körlüğü” mücadelesine destek olan kuruluşların sıralandığını
görüyorsunuz.


DSÖ 2030 hedefleri için, Mectizan’ın/Ivermectin’in 10 ülkede doğrulanmasını yani 10 ülkenin bu ilaç için denek sahası olmasının ve hatta nüfusun %100’ünün bu ilaçları kullanmasını talep ediyor.
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC6820451/

DSÖ’nün 2030 hedefleri içerisine Ivermectin’i alması neden önemli/tehlikeli? Buradan, “nehir körlüğü” gibi parazit kaynaklı olduğunu iddia ettikleri hastalıklar için harika yeteneklerinin olduğunu söyledikleri KISIRLAŞTIRICI ZEHİR IVERMECTİN’in (başta Merck olmak üzere diğer ilaç şirketlerinin çeşitlik toksik maddelerle formülasyonuyla ve farklı isimlerle) tüm dünyada insanlara dayatılacağını anlıyorsunuz. Yani istisnasız herkes bu ilacı kullanmalı, “GERİDE KİMSE KALMAMALI.”
Son dönemler zaten tüm Ivermectin reklamları apaçık bir şekilde bu amaca hizmet ediyor.
Bu, şüphe götürmez.


Bill & Melinda Gates Vakfı “Ivermectin ile parazit mücadelesi” stratejisine “görünürde” 24 milyon dolar ayırıyor.
https://philanthropynewsdigest.org/news/gates-foundation-commits-24-million-for-tropical-disease-research
Ivermectin’e neden bu kadar önem veriyorlar, artık anlaşılıyor mu?
PARAZİT OLARAK NEYİ/KİMİ GÖRÜYORLAR?

Neden sivrisinek hikayelerine ihtiyaçları var?
Neden “kedi, köpek, kene, pire, kum sineği, kara sinek vs. hastalık bulaştırır” diye sürekli ve sürekli yalan söylüyorlar?
Neden muhtemel ki geri planda Merck gibi ilaç şirketleriyle çıkar anlaşmalarına girmiş ve onlar tarafından fonlanmış doktorların Ivermectin övgülerini toplamaları gerekiyor?
Çünkü “nehir körlüğü” ile başladıkları bu sürecin sonunda bakteri, parazit kaynaklı gördükleri her probleme karşı, hatta parazit kaynaklı olduğu yalanını söyledikleri her hastalık için KISIRLAŞTIRICI ZEHİR IVERMECTİN’i kurtarıcı gibi sunabilecekler. “Ivermectin sıtmadan kansere dek her hastalığa çare olabilecek harika bir ilaçtır” diyerek insanları avlamak isteyecekler ve çoktandır bunu yapıyorlar da…


Onlar durmayacak, hayali bir virüs uyduracak, bakterileri, parazitleri suçlayacak ama aşıları ve ilaçları servis edebilecekleri ortamı hazırlamak isteyecek ve bir salgın tiyatrosu çevirecekler.

Onlar durmayacak, “mikrop teorisi” gibi sahte bilimsel varsayımlara yaslanıp bebekleri doğar doğmaz, kordon bağı kesilir kesilmez alüminyum, cıva, formaldehit, polisorbat 80 gibi zehirlerle aşılayacak, onlarda SMA, otizm gibi nörodejeneratif hasarlara yol açacak ve bunları “genetik hastalık” diye pazarlayacaklar.

Onlar durmayacak, sayısız bebeği ve çocuğu sakat bırakacak, hayatından edecek ama işin sonunda mikropları yine ve yeniden suçlayarak “bizler çocuklarımızı mikroplardan koruyoruz” diyecek ve aşıları hep savunacaklar.

Onlar durmayacak, basit bir kene ısırığı sonrası ya da çok daha basit saçma sapan nedenlerden dolayı nice insanın mikrobiyotasını bozacak, kısa ya da uzun vadede böbrek ve karaciğer hasarları çıkaracak, gastrointestinal problemlerden, nörolojik problemlere dek birçoğunun müsebbibi olan antibiyotikleri övecek, önerecek ve reçete edecekler.

Onlar durmayacak, ana akımda daha baskın seslerle “x hastalığının sebebi bir virüstür” diyerek öncelikle çare olarak aşı sunacak, aşıdan kaçanları da o çevrenin arasına yerleştirdikleri etki ajanlarının aracılığıyla “parazitler de bu hastalıkta etken/parazitler bu hastalığın nedeni” diye diye aldatarak KISIRLAŞTIRICI ZEHİR IVERMECTİN ile avlayacaklar.

Onlar durmayacak, ta ki insanlar mikrop teorisini gerçekten sorgulayıncaya kadar!
İnsanlar; “MİKROPLAR HASTALIK YAPMAZ, ONLAR BİZİM DOSTLARIMIZDIR” diyebildiğinde, bulaş diye bir şeyin olmadığını bildiğinde, hastalıkların dışarıdan gelmediğini anladığında gücü eline alacak ve özgürleşecek!
Mikroplara yönlendirilen her suçlamanın insanları sakatlamanın, hasta etmenin, yavaş ve sinsice azaltmanın en vahşi araçları olan ilaçların ve aşıların kullanımına yol açtığı anlaşıldığında, insanlar gerçek düşmanlarının kimler olduğunu da ayan beyan görebilecek!

Ve o vakit onlar sonsuza dek durdurulacaklar!



BU ÖNEMLİ YAZIYI SOMUT 3 TESPİTLE BİTİRMEK İSTİYORUM:

TESPİT 1: Artık anlıyoruz ki, bugün ilaç ve aşı kartellerine karşı verdiğimiz bu mücadeleyi meğer yıllar önce gerçek bilim adamları, gerçek doktorlar da vermiş ve bugün gerçeği ararken vardığımız doğru sonuçların aynısına ve hatta katbekat fazla çalışmalarla, deneylerle varmışlar, sayısız makalelerle de bu gerçekleri anlamışlar. Üstelik, onlar da bizler gibi benzer sansürlere, dışlanmalara, yok sayılmalara maruz kalmışlar. Ve onlar da bu dayatılan “mikrop teorisi” şarlatanlığının bir avuç şeytanlaşmış sermaye denetimindeki sahte bilimcilerin sahtekârlık dolu, bilim dışı sözde çalışmalarının gene o sermaye tarafından öne çıkarılıp gerçek bilimsel sonuçların yok sayılmasıyla sahte bir tıbbın toplumları kandırarak sunulduğu gerçeğini tespit etmişler.

“Mikrop teorisi” aldatmacası üzerinde bu araştırma yazısını hazırlarken yeterince kaynağa ulaşabilecek miyim, diye düşünürken zannettiğimin çok ötesinde kaynağa ulaştım ve bu arada o dönem gerçek bilim adamlarının bu safsataya karşı mücadele ederken duydukları üzüntüyü, isyanı, insanlığa çektirilen işkenceler karşısında çırpınışlarını somut olarak hissettim.

Şükürler olsun ki her şeye rağmen bizlere çok esaslı çalışmaları bırakmışlar, şeytanlaşmış sermayenin onca sansürüne, onca perdelemesine ve gerçeğin üstünü örtüp derinlere gizleme çabalarına rağmen bu çalışmalar bir şekilde günümüze hazine değerinde miras gibi bırakılmış.

Hepsine insanlık adına şükranlarımızı iletiyoruz, gerçek tıp ve gerçek bilim adına.

Ve artık gerek bugün bizlerin gerekse geçmişteki bilim adamların araştırmaları ve çalışmaları ile şu somut gerçeği haykırma imkânı tüm kanıtlarla ortaya çıkmıştır: “MİKROP TEORİSİ ŞARLATANLARIN, SAHTEKÂRLARIN, MAFYALAŞMIŞ SERMAYENİN İNSANLIĞI İÇİNE ATTIĞI ÇOK BÜYÜK BİR TUZAKTI AMA ARTIK SONA GELDİ. MİKROP TEORİSİ YIKILDI VE ONUN YERİ EN KÖTÜLERİN YER ALDIĞI TARİHİN ÇÖPLÜĞÜDÜR. Bizlere ise bu gerçeği haykırmak düşmektedir sadece, aksi takdirde mücadele söz konusu bile olamaz. Artık elimizde somut kanıtlarla netleşen güçlü bir doğrumuz var ve sarsılmaz bir gerçek olarak “mikrop teorisi”nin sonunun geldiğini gösterdi. Bu doğru bilgiye sahip olan herkes bu mücadelede yenilmez ve yanılmaz bir yetenekle tüm yalanları püskürtebilir bundan sonra!

TESPİT 2: 2020 sahte Covid salgını saldırısı ile hepimiz şu gerçeği pratikte defalarca yaşadık: Covid diye başladıkları korkutmalara, “mutasyon” diye devam ettiler, ardından “varyant” diye yeni söylemlerine geçtiler, ardından “HIV” dediler, ardından “Batı Nil virüsü” dediler o da bitmedi “Maymun Çiçeği” dediler, “kızamık” dediler, “Bill Gates’in Sivrisinek Tesisleri” dediler, o da bitmedi “Ukrayna Laboratuvarı” dediler, “Kuşlarla virüs” dediler, “Köpeklerden kuduz” dediler, “keneden bulaşıyor” dediler… Sonu gelmeyen, hep aynı yöntemle her seferinde yeni bir “bulaş” aktörü ile ara vermeden bazen de haftada, ayda bir sosyal medya tekrarlarıyla korku propagandası, “bakteri, virüs, parazit” söylemleriyle insanların beyinlerini esir aldılar. Hepsinin ortak noktası toplumun beynine bir dış etkenin insanlara güya bulaşarak hasta edeceği temasını işlemek oldu. Bu söylemleri ise önce sahte bir test, ardından ya aşı ya da bir ilacın önerilmesi şeklinde modern tıbbın yeni tuzağı olarak devam etti.

Her test, aşı ya da ilaç dayatması öncesi mutlaka “mikrop teorisi” yalanına uygun “bulaşma” reklamı ve korkutması stratejisi takip edildi, ardından da çözüm gibi sundukları kendi tuzakları geldi. Her seferinde yaslandıkları en temel yalan, toplum içinde “BULAŞMA TEORİSİ / MİKROP TEORİSİ”nin canlı tutulması için hiç ara vermeden televizyonlarda, internette, sosyal medyada olmayan virüslerin tekrarlanması, suçlu olmayan bakterilere, parazitlere kabahat yüklenerek, olumsuz imaj çizilerek tekrar tekrar dillendirilmesiydi.

Gerek DSÖ, gerek WEF’çiler, gerek işbirlikçi politikacı ve akademisyenler biliyorlardı ki eğer toplum “Virüs izole edilmedi, virüs diye bir şey yok, ‘mikrop teorisi’ baştan aşağı yanlış” derse, “BÜYÜK SIFIRLAMA” süreci de dahil olmak üzere tüm planları çökecek ve yıllardır tekrarladıkları “bulaşma teorisi”ni, “mikrop teorisi”ni kullanamaz hale geleceklerdi. Bu nedenle sosyal medyaya, “Covid aşılarına karşıyız ama eski aşılara hele ki çocukluk aşılarına karşı değiliz” diyen, “Maskeye karşıyız ama virüs var” diyen, “Aşı olmadım ama Ivermectin ile çözüm olur” diyen, “Virüs izole edilmedi ama lab’da üretildi” diyen pek çok kontrollü muhalif yapıyı yerleştirdiler ve organize ettiler. Bunları takip eden iyi niyetli pek çok insan da enerjilerini buralara harcayarak yanlış bir mantığa hapsoldu. Bir noktadan sonra da adeta sistem adına olmayan “virüs”leri anlatan, parazit gerçeğinden habersiz sivrisinekler üzerinden korku yayan, yani kısacası sistemin korku yayma, propaganda aracına dönüşen bir noktaya düştüler. Toplum çok daha önce gerçeği çözecekken bu kontrollü muhalefet yapıları tarafından sürekli oyalandı, olduğu yerde patinaj attırıldı. İşte bu yazıda “mikrop teorisi”nin nasıl bir aldatmaca olduğunu somut şekilde ortaya koymakla, aslında mücadelede de bir somutlaşmaya gidiyoruz ve aramıza sızmış kontrollü muhalefeti de anlayıp sırtımızdaki bu yükten kurtulma imkanı yakalıyoruz.

Bazı insanlar bugüne kadar iyi niyetle inanmış olabilir ancak bu kanıtlardan sonra hala eski söylemlere devam ediliyorsa bu açıkça ve bilerek ihanet içinde olmayı seçmektir, insanların hayatıyla oynayan DSÖ gibi, WEF gibi yapılara ortak olmaktır, küreselci hedeflere verilen sinsi bir destektir.
Bu DSÖ kumpaslarında da zarar gören her insanın hayatına kastetmektir. Ve bunlar mücadeleyi de bozan, her seferinde baltalayan noktadadırlar “mikrop teorisi” yalanlarını savundukça!

Gerçeği görüp buna rağmen yalanı tekrarlayan en büyük suçludur, en büyük sorumludur.

Bu devasa saldırı hepimize ne kadar insan olup olmadığımızı da gösterme imkanı sunuyor.
Ve bu mücadele insan kalabilenlerin, dürüst davranabilenlerin omuzlarında yükselecek, gerçeğe sırtını dönenlerin değil!


TESPİT 3: Bir söz vardır; “Emperyalizm saldırıya geçtiğinde, kendi mezarının kazmasını ve küreğini de beraberinde getirir.” Sizin da rahatça göreceğiniz üzere bu söz, eğer doğru hareket edilirse saldıran düşmana yenilgi yaşatılacağını ve bu fırsatın iyi değerlendirilmesi gerektiğini anlatır. Bir saldırı varsa eğer, yapılması gereken en önemli tespit düşmanın kim olduğunu, tehdidinin karakterini, elindeki araçları, yaslandığı kuvvetleri ve saldırma stratejisini doğru belirlemektir. 2020 öncesi modern tıp çocuklara aşı dayatarak, kemoterapileri de hastaya seçme hakkı vererek, onam formaları imzalatarak, grip aşılarını önerip ama zorunlu tutmayarak kısmen “seçim sizin” modunda götürüyordu stratejisini. Toplumda ufak tefek modern tıp eleştirisi olsa da “efendim işte bu ilaç sektörü de dünyanın en çok para kazanan sektörü” eleştirisinin önüne geçmiyordu. 2020 sahte salgınından bir süre önce toplumda alternatif sağlık arayışları artmaya başlamıştı, su, kaya tuzu, sebzeler, doğal gıdalarla çözüm arayışları amatör düzeyde ifade ediliyordu ama sonuçta toplum modern tıptan bıkmaya başlamıştı, yavaş yavaş sistemi sorguluyordu. İşte, 2020 sahte salgını “BÜYÜK SIFIRLAMA” hedefiyle ilan edilip politik kimlik de kazanıp topluma aşı, maske, kapanma planıyla dayatılınca ve artık emperyalist modern tıbbın bundan sonra ZORLA dayatma aşamasına geçeceği hissedilince, toplumun uyanan kesimlerinde de kararlı bir direniş başladı.

Bir yanda tıp adı altında küreselci zengin ve kontrolündeki akademisyenlerin dayatmaları, yalanları, diğer tarafta da halkın çelişkileri gören ve kendi doğrularını anlatan mücadelesi başladı. Ve en önemlisi, bu süreci derin araştırmalarla geçiren ve doğru mücadele eden öncülerin de bilimsel kanıtları halkın elini güçlendirdi, sistemi korkuttu; sosyal medyada sansürler geldi, “aşı karşıtlarını susturun, virüs yok diyenleri susturun” cümleleri sık duyulur oldu. Küreselcilerin elinde yalanlar birikirken halkın elinde doğrular birikmeye başladı. Aslında onların yalanları deşifre olduğuna ve kimse de yıllardır bunlardan sağlık bulamadığına göre o halde onların dediğini yapmayan bizler hangi tıp anlayışına yöneldik ve sağlığımıza kavuştuk bir de bunu tespit edelim yani onların “salgın/bulaş” modeline karşı bizim önerdiğimiz nedir? İşte bu süreçte bu da netleşti ve İNSANLAR SAĞLIĞIN BESLENMEYLE İLGİLİ OLDUĞUNU, SU İLE, KAYA TUZU İLE İLGİLİ OLDUĞUNU YANİ VÜCUDUMUZUN “İMMÜN SİSTEM” İLE DEĞİL “TAMPON SİSTEMLER”DEKİ ASİT – BAZ MEKANİZMASININ pH AYARLAMASIYLA ÇALIŞTIĞINI ÖĞRENDİ. Zaten bir kez bunu öğrenen bir insan modern tıbbın tüm yalanlarını daha rahat görebilir duruma kendiliğinden geçiyor çünkü suyun, kaya tuzunun verdiği sağlığı dünya üzerinde hiçbir BigPharma sözde araştırması, makalesi veremiyor, hiçbir enfeksiyoncu, onkolog veremiyor. Bu da bizlere bir doğru ile bin yalana karşı koyma yeteneği kazandırıyor.

2020 ile başlayıp tamamen politikleşen modern tıbbın da Covid yalanıyla gelen dayatmaları aslında bize bu sistemin teorilerini toptan sorgulama imkânı verdi ve biz de süreci kendi lehimize çeviriyoruz. Kendi doğrularımızı gerçek bilim düzleminde ilan etme imkânı buluyoruz.

Doğruları savunarak doğrunun düşmanlarıyla mücadele veriyoruz.

HASTALIKLAR DIŞARIDAN GELMEZ.
BULAŞ YOKTUR.
VİRÜSLER YOKTUR.
BAKTERİLER GİBİ TÜM MİKROPLAR VE PARAZİTLER HASTALIK YAPMAZ VE CANLILIĞA DOSTTUR.

VÜCUDUN ÇALIŞMA MEKANİZMASI “İMMÜN SİSTEM” DEĞİL “TAMPON SİSTEMLERDİR.”
HASTALIKLAR VÜCUDUN ASİT – BAZ DENGESİNİN BOZULMASIYLA ORTAYA ÇIKAR.
KAYA TUZU SAĞLIKTIR.
DOĞRU BESLENMEK ÇÖZÜMDÜR.


Çözüm insanın elindedir, insanlık düşmanlarının değil.

Vücudunuzun mükemmel dizaynına güvenin.
Vücudunuzdaki her bir organizmanın barışçıl ve korumacı bir görevi olduğunu bilin.
Ona doğru yakıtı sağlayın, yeter.

Bunları bilirseniz önce özgürlük gelecek, ilaç şirketlerinin üzerinizdeki hakimiyeti sona erecek!
Ve ardından mutlaka sağlık…

Zamanı gelmiş bir doğrunun önünde hiçbir güç duramaz!
KORKMAYIN!
GÜVENİN!

Gül TEMEL
8.10.2024

ÇOCUK FELCİNİN GERÇEK SEBEBİ DDT’DİR, AŞILAR ASLA ÇARE DEĞİLDİR!

ÇOCUK FELCİNİN GERÇEK SEBEBİ DDT’DİR, AŞILAR ASLA ÇARE DEĞİLDİR!


“Çocuk felcinin arkasında kimlerin olduğu anlaşılırsa, Covid süreci daha iyi okunur”

Araştırmacı-yazar Gül Temel

Modern tıp çocuk felcini, “poliovirüs isimli virüsün merkezi sinir sistemine saldırması sonucu oluşan bir hastalıktır” diye tanımlar. Oysa bu, viral bir hastalık değildir. DDT, çocuk felcinin başlıca sebebidir.

1900’lerin başında ABD’de çocuklarda görülen bu hastalık için Rockefeller Tıp Araştırmaları Enstitüsü’nün yönettiği ana akım tıp “viral” kaynaklı iddiasında bulunur. Bu enstitüden S. Flexner ve P. Lewis maymun deneyleri ile bu iddiayı ispatlamak ister.

KAYNAK

Fakat Simon Flexner ve Paul Lewis, virüs izolasyonu diye gösterilen çalışmada, bu izolasyonun hiçbir şekilde gerçekleşmediğini baştan haber verirler.

“Ne film preparatlarında ne de kültürlerde hastalığa neden olan ajanı keşfetmekte başarılı olamadık.”

KAYNAK

1948’de New York Eyaleti Sağlık Departmanından Gilbert Dalldorf ve Grace M. Sickles, felçli çocukların dışkılarını hayvanlara enjekte edip hayvanlarda felç oluşturup oluşturmadığını anlama yöntemine “virüs izolasyonu” diyecek kadar ileri gider.

KAYNAK

1954’te Dulbecco ve Margaret Vogt da poliovirüsü izole ettiklerini iddia eder fakat aslında saf viral izolatları kullanmadıklarını belirterek, ortada hâlâ bir virüs izolasyonu olmadığını göstermiş olur. Özetle poliovirüs hiçbir zaman var olmamıştır.

KAYNAK

Çocuk felcine bir virüsün değil, 1900’lerden başlayarak bahçelere, çiftliklere ve tarım ürünlerine püskürtülen siyanür, DDT gibi çeşitli pestisit kimyasalların sebep olduğunu Rockefeller Enstitüsü’nden bağımsız araştırmalar yürüten birçok doktor güçlü senetlerle deklare eder.

1949’da Dr. Daniel Dresden akut DDT zehirlenmesinin “merkezi sinir sisteminde dejenerasyon” ürettiğini, bunun ciddi infantil felç vakalarda gözlemlenen ile aynı olduğunu saptar. “DDT merkezi sinir sistemini koruyan kan – beyin bariyerini delmektedir.”

KAYNAK

Dr. Ralph Scobey 1952’de felçli çocukların kan örneklerini inceler ve çocukların kanlarında yüksek miktarlarda guanidin, arsenik, kloroform gibi zehirli kimyasalların olduğunu görür. “Bu, hastalığın otokton zehirlenme tepkisi olduğunun bir kanıtıdır.”

KAYNAK

Dr. Morton Biskind 1953’te yazdığı “Public Health Aspects of the New Insecticides” başlıklı makalesinde çocuk felci ve DDT arasındaki bağlantıyı net bir şekilde ortaya koyar: “DDT kullanımıyla birlikte çocuk felci insidansı keskin bir şekilde arttı.”

Dr Morton Biskind makalesinde DDT maruziyeti yaşayan çocuklarda akut alevlenmeler sonucunda felç gözlemlediğini, DDT tahribatlarının virüse atfedildiğini, DDT ve çocuk felci gibi birçok felaket arasındaki çok basit nedensel ilişkinin ısrarla görülmek istenmediğini anlatır. KAYNAK

Biskind: “Vakaların %1’inden daha azı kan ve idrar testleriyle test ediliyor. %99’u sadece semptomların varlığı ile teşhis ediliyor. Ekstremitelerde akut ağrı, ateş, mide rahatsızlığı vb. endüsriyel zehirlenme göstergesi. ‘X virüse’ yüklemek saçmalık.” KAYNAK

Biskind ve Scobey aynı dönem, Kongre’ye DDT’nin çocuk felcinin nedeni olduğunu açıklamak üzere davet edilir. Fakat sundukları onca kanıta rağmen, öncesinde çocuk felcinin Halk Sağlığı Kanununa bulaşıcı hastalık olarak kaydedilmesi engelini aşamazlar.

KAYNAK

Scobey, Kongre’de yaptığı konuşmada Rockefeller Enstitüsü’ne bağlı olan viroloji ve halk sağlığı uzmanlarının Halk Sağlığı Kanununda söz sahibi olduğunu eleştirir:

“Hükümet ve kimya şirketleri ortaklaşa DDT’nin çocuk felcine sebep olduğu gerçeğini virüs teorisiyle örtüyor.”

Yine de Morton Biskind, Ralph Scobey, Irving Bieber gibi doktorlar DDT kullanımı üzerine büyük farkındalık uyandırır. Çocuk felcinin viral bir hastalık olmadığı hükümet tarafından kabul görmese de DDT konusunda kamu bilinci gelişir ve mevzuatta büyük değişikliklere gidilir.

Grafikler, DDT kullanımı ile çocuk felci korelasyonunu net bir şekilde ortaya koyar. 1940’lardan itibaren DDT püskürtülmesinin artan – azalan grafiğine paralel çocuk felci insidansı da artar – azalır. Çocuk felci 1954’ten itibaren DDT püskürtmesinin düşen eğimini takip eder.

DDT’nin zehir olduğunun nihayet anlaşılması ve kullanımının azaltılması sonucunda çocuk felci vakaları da düşmeye başlar. Tam da bu zamanda Rockefeller Tıbbi Araştırma Enstitüsü üyesi Jonas Salk, Ulusal İnfantil Felç Vakfı adına “ölü virüs” çocuk felci aşısı geliştirir. Böylece tarihteki en büyük aşı saha deneyi başlar ve bir yıl süren bu klinik deneyde yaklaşık iki milyon çocuk aşılanır. Tüm deney (kontrol deneyi olmadan) Rockefeller Enstitüsü Bulaşıcı Hastalıklar Bölüm Başkanı Thomas Rivers tarafından denetlenir. KAYNAK

Bu deney sonunda federal hükümet aşıyı onaylar. Akabinde de Cutter Laboratuvarına aşı üretimi için lisans verilir. Cutter aşılarını alan 200bin çocuktan 40bini sadece birkaç gün içinde çocuk felci vakası bildirir, yüzlercesi felç olur, onlarcası ölür.

KAYNAK

Dönemin sağlık dergisi Herald of Health’in 1960 Aralık sayısında Chicago doktoru Ernest B. Zeisler’in raporu yayınlanır. Zeisler:

“Salk’ın aşıları binlerce çocuk felci vakasına ve yüzlerce çocuğun ölümüne yol açtı. Aşı zararları bir bir karartıldı!”

KAYNAK

Zeisler devam eder: “Aşıların testlerini yine aşı üreticileri yaptı. Yalnızca üreticisi tarafından test edildiler. Aşıların güvenliği, saha deneyinin sonuçlarından gerektiği gibi yargılanamadı. Bilimsel prosedürün temel ilkelerini ihlal ettiler! Aşılar asla güvenli değildi.”

Salk’ın aşıları Cutter olayı ile durdurulur. Akabinde Albert Sabin’in aşıları piyasaya sunulur. Salk’ın ve Sabin’in aşılarında değişmeyen bir madde: SV-40. SV-40 maymun virüsü denilse de aslında çocuk felci aşılarında kullanılan toksik bir maddedir.

KAYNAK
Strickler et al. çalışmasında polio aşıalrındaki kontaminasyonla zamansal ilintisi gösterilmiş kanser tipleri


SV-40’ın yıkıcı etkilerinden yalnız birkaçı:

SV-40 kemik kanserine tümörlere sebep olur (KAYNAK)
Osteosarkomlar ve SV-40 ilişkisi (KAYNAK)
SV-40 CD4 düşüklüğüne sebep olur (KAYNAK)
Mezotelyoma ve SV-40 (KAYNAK)

Bugün hala seyrek de olsa uygulanan çocuk felci aşılarına bir kritik: “Aşı içerikleri aşılamayı takiben aylar hatta yıllar sonra salgınlara neden olabilir.” Aşı zararlarını ısrarla perdelerken aşının sebep olacağı hastalıkları önceden haber vermek…

KAYNAK


Çocuk felci nasıl sonlandı?

1955’den itibaren kullanımı azaltılan DDT’nin tamamen ortadan kaldırılması için araştırmacılar hükümete rapor yazıp baskı yapar. DDT kullanımı 1972’de sonlanır. Ve çocuk felcinin sonlandığı tarihler de işte bu zamanlardır.

KAYNAK

Son olarak “neden bu kadar yoğun bir şekilde DDT püskürtmesi yapıldı?” diye soranlara cevap: Çünkü başta Rockefeller ve birçok kimya şirketi böceklerin çocuk felci virüsünü yaydığını söyledi. Zehirlerle hasta edilen insanlara yöneltilen aşı zehirleri… Tanıdık geldi mi?


Neden aşı karşıtıyım?

Çünkü zehir tacirlerinin zehirlerinden seçmece yapmıyorum. Aşıların hepsi zehirdir, geçmişte ve günümüzde herhangi hastalığa çare olduğunun ve salgınları bitirdiğinin hiçbir bilimsel kanıtı yoktur. Aşı karşıtıyım çünkü bilimden tarafım!

‘Gerçek Bilim’ vs. ‘Kâbus Film’ – 1. Bölüm

‘Gerçek Bilim’ vs. ‘Kâbus Film’ – 1. Bölüm

İki tıp sisteminin karşılaştırmasını sunuyoruz; biri Pastör’ün mikrop teorisine [monomorfizm/tek biçimci ekol] dayanıyor, diğeri Béchamp’ın hücre teorisine [pleomorfizim/çokbiçimci ekol].

Mikrop teorisine göre dışarıda hazır bekleyen mikroplar var ve bunlar insan bedenine girerek nedensiz yere hasta ediyor.

Hücre teorisine göre ise bedenimizdeki ölümsüz organizmaların kirlenen iç ortamın gerektirdiği şekilde temizleme – yıkımlama – dönüştürme görevlerini ifa için girdiği değişik biçim ve çalışmalarının sonucu olarak açığa çıkan metabolik atıkların oluşturduğu yük yüzünden rahatsızlık yaşıyoruz.

“Organizma değil hasta eden, o organizmaların metabolik faaliyet sonucu ortaya çıkardığı atık ürünler. İnsan bedeninde metabolizma tamamen dengedeyse hiçbir hastalığın oluşması mümkün değildir”

– 1944, The Smithsonian Enstitüsü yıllık raporu, Rife Mikroskobu).

Hastalık Paradigması

“Bir düşünce akımı (modern tıp ve monomorfik perspektif) diyor ki, hasta düşmemizin sebebi ekseriya statik, hastalık yapıcı bir tür mikroptur (mikrop teorisi). İyileşmek için mikrobu ÖLDÜRMEK gerekir. Seni hasta eden şey neyse onu ÖLDÜRMELİSİN. İlaçtır, antibiyotiktir, kemoterapidir, radyasyondur, ameliyattır; ÖLDÜR AT.  

Diğer bir düşünce akımı (hakim tıp dışında kalan diğer çoğu iyileştirme sanatı bu kategoriye giriyor) da diyor ki, hastalıkların çoğu bedendeki dengenin bir şekilde bozulması yüzünden oluşuyor. Ya beslenmede, ya elektrik sistemimizde, yapısal, toksikolojik veya biyolojik denklemimizde, bir yerde denge şaşmış oluyor. Iyileşmek için ise vücudumuzu yapmaya çalıştığı şeyin tersine zorlamak yerine onunla işbirliği yapıp, işine yardımcı olmak suretiyle dengeyi yeniden sağlamamız gerekiyor.”

Görülebileceği gibi, Béchamp’ın hücre teorisi Batı tıbbının bugünkü uygulanış şekliyle taban tabana zıt.

Batı tıbbı olarak adlandırılan hakim sistem mikrop teorisinin ve elbette ABD’de 1910’da hazırlanan Flexner Raporu’nun ürünü. Finansmanını ülkede petrol kaynakları ve demiryolu kurulum ve işletim ağlarının sahibi işadamlarının sağladığı bu raporla, ülkede tıp eğitiminin kalitesinin mikrop teorisi eksenli olarak artırılması gerektiği sonucu üzerinden, o zamanki hâkim tıp sistemleri olan naturapati ve homeopati eğitim kurumları ve hastaneleri hızla kapatılarak, yer yer iş 4 katlı doğal bilimler kütüphanelerinin yakılmasına kadar vardırılarak, mikropla mütemadi savaş mantığı üzerinden petrokimya ürünü ilaçların dispanseri konumuna gelen allopatik tıp modeli “modern”, “gelişmiş” ve “bilimsel” etiketleri ile yaygınlaştırılıp, neredeyse zorla yerleştiriliyor.

İntihal ve bilimsel aldatma suçları işlediğine dair kanıtların yayımlandığı kitapları Princeton Üniversitesi yayınları arasında bulabileceğiniz Lui Pastör’ün iddiası, belli birtakım mikropların belli birtakım hastalıkları oluşturduğu yönünde. O halde mikrobu öldürdük mü hastalığı da kontrol altına aldık demektir diye düşünüyoruz. Ve fakat bu düz mantığın bizi bugün getirdiği nokta pek de beklenildiği gibi değil. Bu tıp ekolünün kalesi olan ABD’de sağlık sistemi yarattığı hastalık yükü nedeniyle kendi üzerine çökmek üzere, insan ömrü ortalaması düşüşte, tıbbın elinde hayatını kaybedenlerin sayısı eskiden savaşlarda yitirenleri çoktan geçmiş durumda.

Pastör’ün teorisi monomorfizm temeline dayanıyor. Değişmez, sabit mikroplar var ve bunların herbiri kendine özgü, ayrı bir hastalık yaratıyor inancı bu. Oysa Béchamp ve Profesör Claude Bernard gibi kendi çağdaşlarının savı pleomorfizme dayanıyor; buna göre hücreler, bilhassa tek hücreli mikroorganizmalar belli koşullar altında biçim değiştirerek farklı hücre tiplerine dönüşüyor. Bu bilimadamlarının dediğine göre, mikrop nereden çıkmış olursa olsun, ancak ve ancak bedenin “iç ekolojisi” birtakım nedenlerle yıpranmış ve denge bozulmuş haldeyse tehlike oluşturabilir.

Kendini bilime adamış, kendi halindeki bu ahlâklı bilimadamlarının değil, gün, saraydan kendine maaş bağlatmayı başaran Pastör’ün oluyor ve tüm dünya mikrop teorisini doğru kabul ediyor.

Yanlış işte burada başlıyor ve 19. yüzyıl sona ererken bir yanda Béchamp, Enderlein ve İsveç’ten Ernst Almquist (1852-1946)’in pleomorfizmi, diğer yanda da Pastör ve Robert Koch’un (1843-1910) monomorfizmi şeklinde iki ayrı düşünce kampı beliriyor.


Pastörcü Mikrop Teorisi ile Béchamp’ın Hücre Teorisinin Karşılaştırması

MİKROP TEORİSİ (Pastör)HÜCRE TEORİSİ (Beschamp)
1. Vücut dışından aldığımız mikroorganizmalar yüzünden hasta oluruz.1. Hastalığı yapan vücut içindeki mikroorganizmalardır. 
2. Mikroorganizmalardan mümkün mertebe kaçınmak gerekir.2. Hücre içindeki bu mikroorganizmalar normalde bedenin metabolik faaliyetlerini yürütmesine yardımcı olur, bu işe yarar.
3. Mikroorganizmaların işi sabittir, değişmez; hep aynı işi görür.3. Organizma öldüğünde yahut yaralandığında, bu mikroorganizmalar şekil değiştirerek bu defa da bedenin katabolik (yıkımlayıcı, parçalayıp ortadan kaldırıcı) proseslerine yardımcı olmaya girişirler ki bahsi geçen yıkımlama prosesi kimyasal da olabilir mekanik de. 
4. Mikroorganizmaların rengi, şekli de bellidir; sabit kalır, değişmez.4. Mikroorganizmalar, içinde bulunduğu “ortam”ı [vasat; besiyeri] yansıtacak şekilde renk ve şekil değiştirirler. 
5. Her hastalığın altında bir mikroorganizma yatar.5. Hastalıkların her biri belli durum ve koşullarda ortaya çıkar.
6. Hastalık oluşumunun baş aktörü, birinci dereceden fail mikroorganizmalardır. Konakçı organizma güçten düştükçe, mikrororganizmalar da “patojenik” (hastalık yapıcı) hale geçer. 6. O yüzden de, hastalığın birinci derecede müsebbibi konakçı organizmanın hâl ve durumudur [kondüsyon].
7. Hastalık herkesi “vurabilir”. İş, mikropla karşılaşmana bakar.7. Hastalık, sağlıksız koşullar varsa ortaya çıkar.
8. Hasta olmamak için kişi gardını kuvvetlendirmeli,etrafına  “defansif duvarlar” örmelidir.8. Hasta olmamak için sağlık yaratmak, kendine bakmak gerekir. 

Son yüzyıla baktığımızda da hakim bilim ve tıbbın monomorfizm teorisinin yanlışlığını ortaya koyan bilimadamı doktorları görüyoruz; Enderlein, Rife, Reich, Livingston-Wheeler, Naessens ve daha genç kuşaktan ABD’den Dr. Robert O. Young (San Diego) ve Dr. David Jubb (New York) bu isimler arasında sayılabilir.

Royal Raymond Rife ve kendi icadı olan Üniversal Rife Mikroskobu. ABD Tabipler Birliği (AMA) patentini edinmeye çalışıp başarılı olamayınca laboratuvar FDA tarafından basılıp cihaza el konuluyor.

Monomorfizm ve pleomorfizm teorileri arasındaki farklar, kullanılan mikroskopi teknikleri ve numunelerin hazırlanış şeklinden ileri geliyor. İşin can alıcı noktası da bu, diyebiliriz. Pastör zamanında ve tabii 20. yüzyıla girilme aşamasında kullanılan mikroskoplar 1000 katlık büyütme gücüne sahip ve incelenmek üzere alınan kan örnekleri de kimyasalla boyama işlemine tabi tutuluyor. Bu boyaların ise kanda canlı ne organizma varsa öldürdüğü unutulmamalı.

Gaston Naessens ve Somatid Mikroskobu

Öte yandan, Rife, Livingstone, Naessens gibi bilimadamlarının kullandığı mikroskoplar 20.000 ila 30.000 katlık büyütme gücüne sahip ve bu teknikte numuneler boyanmıyor. Düşük güçteki mikroskoplar “virüs” (eksozom) boyutundaki partiküllerden daha küçük bir şey varsa seçemiyor ve elbette renk ayırt edemiyor. Oysa Rife, Livingstone ve Naessens’ın kendi tasarladıkları özel yapım mikroskoplarda kanda yaşayan ne organizma varsa en küçüğüne kadar görebiliyor, hareketlerini dahi gözlemleyebiliyorsunuz. [Bu üç bilimadamının da resmi makamlarca [Amerikan Tabipler Birliği (AMA), Gıda ve İlaç İdaresi FDA ve Kanada’daki muadili kuruluş] çalışmalarının engellendiğini ve hapse atılmaya çalışıldıklarını biliyoruz.]

Naessens’in geliştirdiği kanser/aids/otoimmün hastalık ilacı insan iyileştirmeye başlayınca hapse gönderilmek üzere düğmeye basılıyor. Hastaları ve sevenleri mahkeme önünde lehinde protesto düzenliyor.

Pleomorfizm: Béchamp kendi zamanında, tüm hayvan ve bitki hücrelerinde bulunan ve canlı öldükten sonra dahi yaşamanı sürdüren, hatta kendisinden birtakım mikroorganizmalar da türeyebilen mini minnacık parçacıkların varlığını kanıtlıyor. Mycrozymas (Mikrozimler) isimli kitabında Béchamp’ın pleomorfizm konseptinin temellerini attığını görüyoruz.

Doğa gözlemlerimizden biliyoruzdur, ne zaman bir canlı yaşamının sonuna gelse çürümeye başlar, bir şeyler bedeni yavaş yavaş yer, yok eder. Aynının hücrenizde gerçekleştiğini düşünün şimdi. Hücre içi ortam sağlığını kaybedip değişmeye başladığında mikrozimler (Naessens’in ‘somatid’i, Enderlein’ın ‘protit’i) sinyali alarak mikrobik yapılara dönüşmeye başlar ve kendi doku hücrelerinizden çıkarak bedende nerede bir toksin (zehirleyici madde) veya çürümeye yüz tutmuş yer varsa burayı yıkımlayıp çeri çöpü temizlemeye girişir [INfection vs OUTfection!]. Mikrop dediğimiz yapıların işi, görevi budur.

Béchamp der ki, mikrobik yapılar hastalık durumunun ortaya çıkardığı SONUÇTUR, sorunun/hastalığın kaynağı değil!

Enderlein’ın ‘protit’ dediği bu inanılmaz derecede küçük organizmalar (somatid/mikrozim) havada, suda içtiğiniz şarapta vs hep var ve görevleri de yine kendisine göre şeker yemek. Bitki veya hayvan, yaşayan her canlıda olduğu gibi bu protitler dediğimiz gibi, her yerdeler. Şarap örneğinden gidecek olursak, form değiştirip maya hücrelerine gönüşüyorlar ve görevlerini, yani üzümün şekerini yiyip fermante etme işini ifa ediyorlar.

Somatit / Protit / Mikrozim Nedir?

Büyüklükleri bakımından kabaca fikir vermek üzere çizilmiş görsel,; tam orantıyı yansıtmıyor.

Naessens’in mikroskobuyla alınmış görüntü. Okla işaret edilen minik parlak noktalar, somatid/protitler. İçi boş büyük daireler şeklinde görülenler de alyuvarlar.

Bu minik parlak tanecikler tüm fiziksel yaşamın başlangıcı ve sonu aynı zamanda. Bechamp’a göre tüm hücreler, organlar ve yaşam formları bu “minik taneler” sayesinde vücut buluyor. Protitler, içinde bulunduğu organizma ölse dahi yaşamaya devam ediyor ve kendisinden birtakım mikroorganizmalar ürüyor.

Naessens işte Béchamp’ın bu dediğini mikroskobu ile canlı olarak izliyor ve kaydediyor. Bu görüntülere ve Naessens’in açıklamalarına dair yazıyı burada bulabilirsiniz.

Naessens’in bahsettiği somatit/protid/mikrozim yaşam döngüsü şuna benziyor:


Somatid yapılarının verim döngüsünü görüyorsunuz; aynı organizma ortam koşullarının gerektirdiği şekilde biçim değiştirerek (pleomorfizm) spor, bakteri ve mantar yapılarına dönüşüyor. Bu yapıların kaynağı olan somatidler vücut dışından gelmiyor, bizzat hücrelerimizin içinde, kanımızda, lenfimizde mevcutlar. Vücut iç ekolojisinde denge bozulduğunda, göreve koşuyorlar.




Devam edecek…

Somatoscope

Somatoscope

  (Bu videolar bakteri oluşum görüntülerinin tüm aşamalarını değil sadece 13 aşamasını göstermiştir.)

Sormamız gereken önemli bir soru var:
Modern tıp neden bu büyük çalışma sahasını ve bedendeki bu temel hücrelerin tüm serisini görmezden geliyor?

ÇALIŞMANIN ÖZETİ:

Naessens, 30bin çapta büyütmeye imkan sağlayan yüksek çözünürlüklü (150 angstrom), Somatoskop olarak adlandırdığı kendi tasarımı olan bir ışık mikroskobu geliştirmiştir.

Bu sayede bakteri ve diğer mikroorganizmaların; daha yüksek seviye organizmalara ait dejenere olmuş/bozulmuş hücre altı düzeydeki parçalarından kaynaklandığını gösteren Bechamp, Rife ve Enderlein’ı takip edebilmiştir. Bizim daha önceden “mikrozim” ya da “protit” olarak adlandırdıklarımıza Naessens “somatid” diyor. Bu yapı; canlının ölümünden bile sağ çıkabilen, yaşamın ölümsüz bir parçacığıdır.

Kişi sağlıklı değilse; Somatid, her aşaması bağımsız bir canlılık ve üreme kabiliyetinde olan, dejenerasyon (bozulma) ve rejenerasyondan (yenilenme) oluşan çok basamaklı bir döngüden geçer. Somatidlerin bozulmuş basamakları, asitte ve asid tabanlı (ya da asit baz?) durumlarda bakterileri ve diğer mikroorganizmaları meydana getirir.

“…Somatidler yok edilemezler. Isı ya da herhangi bir kimyasal ürün tarafından öldürülemezler. İkinci olarak, Somatid her türlü hücre bölünmesinde mevcut olmak zorundadır. Somatid; büyüme hormonuna, o da hücrenin doğru bir şekilde bölünmesine olanak verir. Büyüme hormonunu salgılayan Somatid değildir. Somatid’in değişimi sırasında büyüme hormonu açığa çıkar, fakat bu Somatid’in bir salgısı değildir. Somatid, kırmızı kan hücresi içindeki bir sıvı yapı içerisinde meydana gelir. Somatid’in her değişimi, yeni büyüme hormonlarının salgılanmasına sebep olur. Aynı zamanda Somatidlerin elektrik yüklü parçacıklar olduğunu vurgulamıştır. Zarı negatif yüklüyken çekirdeği pozitif yüklüdür. Bu durum, preparatların yakınına bir mıknatısın pozitif kutbunu yaklaştırarak ispatlanabilir. Tüm Somatidler mıknatısın pozitif kutbuna çekilir.”

Somatidlere zarar veren zehirli ilaç ve aşıları bize satmak amacıyla R.ckefeller temelli modern tıbbın isteyerek bilmezden geldiği bu anlayışla görebiliriz ki yanlış bir enfeksiyon fikriyle hareket ediyorlar.

Hastalıklar içten köken alır. Bakteriyel kontaminasyonla bulaşma ancak yatkın (toksik/zehir yüklü) kişilerde vuku bulur. Ve diğer bulaşmalar da, çinlilerin çok iyi bildiği gibi, hava koşullarından, duygusal şok ve harmonik rezonans gibi diğer titreşimsel konulardan kaynaklanır.

Tüm kör virologların çalıştığı şey; boncuklu görünümüyle, iki sporlu evredir. Virusler ortada bile yokken bulaşma yalanları uydururlar. Şekil değiştiren ve hareketlilik oluşturan Somatidlerdir. Modern tıp gerçekler ya da bilim üzerine kurulmamıştır ancak bunu değiştirmenin vakti geldi!  

—————————————————-

The New Biology

Yukarıdaki linkten bazı paragraflar;

Somatoskop, günümüzün faz kontrast mikroskobunun öncüsüydü. Canlı kanı ve sıvıları kimyasal boyama kullanmadan gözlemlemeye olanak sağlıyordu. Mikroskopiye olan bu yaklaşım; vücut sıvılarının sadece kimyasal profili üzerine değil, kanın ve hücrelerin fonksiyonelliği üzerine çalışmaya da imkan sağlıyordu.

Kronik hastalıkların çoğu konjenital ya da çevresel değildir. Yani anneden fetüse geçen bir doğum kusuru ya da çevreden vücudunuza giren bir patojen(mikrop) nedenli değildir.

Somatoskop canlı kan ve doku üzerine kimyasallarla boyamadan çalışılmasına olanak sağlayan ilk mikroskoptur. Yani çalışılan yapı, hala canlı olan dokudur. Sıradan mikroskoplar ve elektron mikroskopları ile bunu yapmak mümkün değildi.

Somatid, yeryüzündeki tüm organik hayatta faaliyet göstermektedir.

Genellikle canlı kan hücreleri örneklerini incelemek için kullanılan faz kontrast mikroskobu, Naessens’in somatoskopu oluşturma çabasından sonra meydana çıkmıştır. Bu mikroskoplar; bir tıp doktorunun, serum kan tahlillerinin bile ortaya çıkaramayacağı meseleleri anlamasını sağlamıştır.

Somatoskop, uygulayıcı ya da inceleyici tarafından incelenen örneği kimyasal boyamaya maruz bırakmadan çalışır. Bunun yerine kanı gözlemlemeyi mümkün kılacak şekilde renklendiren iki formda ışık kullanılır.       

Somatid, yeryüzündeki tüm canlılarda mevcuttur. Kuru toprakta, suyla aktive olmayı beklerler. Küçükken çürümenin basınç, sıcaklık ve hava ile alakalı olduğu öğretilmişti bize. Ne kadar da yanlış öğretilmiş. Tüm çürüme işleminin ardında somatidler vardır.

Somatid, 16 evreli bir döngüde, 16 değişken forma sahiptir. İlk üç form yalnızca biyolojik ortam sağlıklıysa vuku bulur. Fakat, biyolojik ortam, ideal verimlilikten daha kötü durumda işlev sergiliyorsa döngü diğer 13 evreye ilerler.  

1.video metni

 1. TANIM

– Gaston Naessens, somatid nedir?

– Somatid, yaşayan temel parçacıktır. Hayat için olmazsa olmazdır. Onu, hem hayvanlar hem de bitkiler aleminde görüyoruz. O olmadan hücresel bölünme gerçekleşemez.

Polimorfiktir(Birden fazla biçime dönüşebilen). Bir hücre kültüründe gelişmesini sağlayabildik ve bu şekilde iki döngüde polimorfik oluşunu gözlemledik. Önce küçük döngü gerçekleşiyor. Burada hücresel bölünmeye olanak sağlayan üreme hormonu oluşuyor. Bu döngü, kandaki inhibitörler(durdurucular) tarafından ve dejeneratifhastalıkların da dahil olduğu belli hastalıklar sırasında sonlandırılır. 3 aşamada gerçekleşen bu küçük döngü, devam ederek 16 aşamalı bir döngüye dönüşüyor. Tüm bunları size birazdan göstereceğiz.

Fakat sorunuzu cevaplayacak olursam; somatid, hayatın olmazsa olmaz bir unsurudur.

 

– Gözlemleriniz ne kadar geriye gidiyor?

– 1949’da hematolojide çalışırken kanda görülebilecek her şeyi görmediğim hissine kapılıyordum. Bir şeyin hareket ettiğini görüyor fakat ne olduğunu bilmiyordum. Ulaşabildiğim optik(görsel/ışıksal) yöntemler ihtiyacımı karşılamıyordu. Görebileceklerimi daha derinden araştırmak için daha iyisini yapmaya çalıştım.

İlk olarak optik meselesi üzerine yoğunlaştım. Almanya’ya gidip bana son derece yardımcı olan Alman zanaatkarlar ile çalıştım. Sonrasında bir ikileme düştük. Ya merceğin diyafram açıklığı ya da ışığın dalga boyu üzerine çalışabilirdik. Dünyanın tüm büyük optik firmaları sayısal açıklık konusunda çalışıyordu. Yani çok fazla seçeneğim yoktu. Işığın dalga boyu meselesine yoğunlaştım.

Bu şekilde gerçekten zahmete değer sonuçlar veren bir sistemi mükemmelleştirdim. Ve bu sistem sayesinde o meşhur parçacığı görmemizi sağlayan mikroskobu geliştirebildim. Yavaş yavaş onu gözlemleyebiliyordum ve kandan da ayrıştırdım. Onu izole edip bir kültürde geliştirebildim, bu şekilde polimorfik oluşunu saptadım.

 

– “Somatid ortobiyoloji” ile demek istediğiniz nedir?

– Ortobiyoloji kelimesinin bizzat etimolojisinin(köken bilgisi) işaret ettiği üzere; ortobiyoloji, somatid teorisine uyarlanmış ve uygun hale getirilmiş bir biyolojidir. Somatid teorisini anlamazsanız ortobiyolojiyi anlamanız imkansızdır. Fakat somatid teorisini anlamak için gözlemlerinizi yapacak uygun araçlarınız olmalı. Ve özellikle de somatoskopun temel prensibini anlamalısınız.

 

2. SOMATOSKOP

Herkes elektron mikroskobuna aşinadır. Herkes elektron mikroskobunun imkanlarını bilir. Elektron mikroskobu, 50 angstrom çözünürlükle 400bin kezden daha fazla büyütür. Elektron mikroskobuyla ölü doku, fikse/tesbit edilmiş doku üzerinde çalışabilirsiniz.

 

Somatoskop ileyse canlı hücreleri görebilir; gelişimlerini, polimorfik dönüşümlerini takip edebilirim. Somatoskobu, sıradan bir optik mikroskopla elektron mikroskobu arasında bir bağ olarak görüyorum. Bana göre, somatoskop bir boşluğu dolduruyor. O olmadan somatid teorisini anlamak çok zor olurdu.

Benden önce pek çok kişi de bu yönde çalıştı fakat bir şeyleri farklı yollardan farklı şekillerde gördüler. Ağırlıklı olarak kimyaya yoğunlaştılar. Bazıları optik üzerine de çalıştı, fakat inanılmaz karakterler de vardı. Birine “öğle vakti delisi” adını takmışlardı. Emile Doyen’di sanırım, 1911’lerdeydi. Plazmada canlı parçacıklar görebildiğini fakat onları sadece mayıs, haziran ve temmuzda öğle vakti 12’de gördüğünü söylüyordu. “Hareketi” gördü dolayısıyla kendisine deliymiş gibi muamele edildi. Fakat tam o vakitte güneş ışınlarının zirveye ulaştığını ve yoğun ultraviyole(morötesi) ışın içerdiğini hatırlarsak, bu durum tamamen farklı bir yöne gidiyor. Ultraviyole ışınları ve ışınlarının dalga boyları çok daha kısa olduğundan başka vakitlerde görülemeyen şeyleri görebiliyordu.

 Mantığımız çok benziyor bana göre, fakat sadece güneş ışığı kullanmak ve mayısta ya da haziranda öğle vaktini beklemek yerine, aynı koşulları ultraviyole ışınlar ve çeşitli mekanizmalar ile elektronik olarak oluşturabilirim. Işığın dalga boyunu azaltarak çözünürlüğü arttırabilir bu sayede de aksi durumlarda görünmeyen parçacıkları görebilirim.

Bu cihazın temel mantığı ışığın frekansındaki artıştır. 3.300 angstrom dalga boyuyla bir akkor ve 1.850 angstrom dalga boyuyla bir ultraviyole olmak üzere iki ışık kaynağı, üçüncü bir dalga boyu oluşturacak şekilde ışın verirler. Bu dalga, bir tek-renkli filtreden geçerek bir ışına dönüşür. Bu ışın, manyetik bir alana maruz kalarak Zeeman etkisi ile paralel çizgilere ayrılır. Bu paralel çizgilerden biri, frekansını yükselten Kerr hücresine girer. Çıplak gözle görülemeyen bu ışık kaynağı, çalışılacak olan örneği analiz eder.

 

Geleneksel kan inceleme yöntemi, yüz yıldan fazla bir süredir, kanın içerdiği elemanların boyar maddeye afinitesini(kimyasal ilgi) saptamak için kanı bir lam üzerine sürmek, fikse etmek ve boyamaktan ibarettir.

 

Solda, bu geleneksel yönteme göre hazırlanmış bir kan preparatı görüyoruz. Kırmızı kan hücrelerini, beyaz kan hücrelerini ve kan pulcuklarını belirleyebiliyoruz. Bu ölü bir kan. Sağda ise somatoskop ile kana bakıyoruz. Bu, vücuttan alındıktan sonra 10 dk içinde incelenen canlı bir kan. Kırmızı kan hücrelerini, beyaz kan hücrelerini, kan pulcuklarını ve fikse edilmiş preparatta göremediğimiz somatidleri görebiliriz.

Bir lenfosit mevcut. Kenarı ve çok sayıdaki somatidlerigörebilirsiniz. Kırmızı kan hücreleri tamamen normal. Burada bir monosit var. Monositin sitoplazmasında mevcut olan aktiviteyi ve çok sayıdaki somatidleri açık bir şekilde görebiliriz. Aşağı sol tarafta bir kan pulcuğu görüyoruz. Çok aktif bir monosit var burada. Bu büyütmede, sitoplazması ve sitoplazması içindeki hareketlilik çok açık bir şekilde görülebilir. Aynı zamanda çok sayıda somatid görüyoruz. Bu tarafta ise fagositik davranış gösteren çok-çekirdekli bir nötrofil var. Mevcut bulundukları zamanlarda hücre içi inklüzyonları veya somatid döngüsünün gelişmiş formlarını da görebiliriz.

_________________________

2. video metni;

Bu küçük döngü esnasında, hücre bölünmesi için zaruri olan bir büyüme hormonu oluşur. Bu durum, in vitro kültürlerde tekrar tekrar gözlemlendi. Eğer stres ya da herhangi bir biyolojik dengesizlik etkisi altında kandaki inhibitörler önemli oranda azalırsa; küçük somatid döngüsü, çok farklı ve polimorfik bir döngüye geçiş yapar. Böylece; toplamda 13 evre eklenecek şekilde, çeşitli aşamaların yer aldığı büyük döngünün oluşumunu görmeye başlarız.

 

Evre 4 – Bakteriyel Form

İlk olarak, inhibitörler azaldığında küçük döngünün normal bir ürünü olan bir bakteriyel formu görüyoruz. Bu endojen(iç kaynaklı) bakteriyel form, pek çok araştırmacı tarafından gözlemlendi. Almanya’dan Van Bramer(?) da ilk araştırmacılardan biridir.

 

Evre 5 – İkili Bakteriyel Form

Bir önceki bakteri formundan gelişen ikili bakteri formu, kan yaymasında genellikle gözlemlenir. Bu formun özelliği; kendisini, çubuklar oluşturacak şekilde, hücre bölünmesine benzer biçimde bölebilmesidir.

 

Evre 6 – Çubuk Formu

Çubuk formu, daha uzun olması ve sitoplazmasının boş gibi görünmesi dışında bakteriyel forma benzer.

 

Evre 7 – İki Sporlu Bakteriyel Form

Bu bakteriyel formun iki ucunda spor bulunduğuna dikkat edilmeli.

 

Evre 8 – Granüllü İki Sporlu Bakteriyel Form

Granüllü(tanecikli) iki sporlu bakteriyel form, hareket etmeye başlayan granülasyonlarla dolu bir sitoplazmaya sahiptir.

 

Evre 9 – Mikobakteriyel Form

Granüllü iki sporlu bakteriyel formun olgunlaşmış hali, mikrobiyologlar tarafından iyi bilinen mikobakteridir. Ayrıca, sitoplazması kendi kendine gelişmektedir.

Evre 10 – Kabarcıklı Mikobakteriyel Form

Az önce gördüğümüz mikobakteri, daha da gelişti ve kabarcıklı mikobakteri ismini almasına sebep olan kabarcık benzeri bölgeler oluşturdu.

 

Evre 11 – Patlama

Burada, kabarcıklı mikobakterinin patlamasıyla sitoplazmasındaki yapıların ortama salınmasını görüyoruz.

 

Evre 12 – Maya Benzeri Form

Kabarcıklı mikobakterinin patlamasının sonucu olan maya benzeri formlar, 4-5 mikron çapındadır. Bu aşamada dahi sentrozoma yönelik bulgular gösterirler.

 

Evre 13 – Askospor Formu

Maya benzeri formlar(yapılar), tomurcuklanarak/çoğalarak miselyal yapıların öncüleri olan askospor formları haline gelir.

 

Evre 14 – Erken Miselyal Form

Askospor/spor-kesesi formundan tallus(ana gövde) oluşumunu gözlemleyebiliriz. Bu durumda sitoplazma, erken miselyalformu meydana getirmek için yavaş yavaş şekil alır.

 

Evre 15 – Miselyal Form

Belli durumlar ve peristaltik hareketlerden sonra erken miselyal form, tallus benzeri bir sitoplazma geliştirir ve sonunda olgun miselyal form oluşur.

 

Evre 16 – Döngünün Sonu

Miselyal yapı tam olgunluğa eriştiğinde, sitoplazması son derece aktiftir. Ve patladığı zaman muazzam miktarda yeni parçacığı ortama salar. Her parçacık, tüm döngüyü baştan tekrarlayabilecek niteliktedir.

 

Fibröz Tallus (Atık)

Sitoplazmasını boşaltmış bir tallus, fibröz doku görünümündedir. Kan yaymalarında, somatid döngüsünden geriye kalan bu fibröz tallus rastlantısal olarak sıkça gözlemlenir ve boyama hatası olduğu düşünülerek önemsenmez. Şunu vurgulamak gerekir ki; miselyalözellikteki bu formlar, mantar gelişimi kriterlerinin hiçbirini karşılamıyor. Hatta çok yüksek dozlarda amfoterisinB, fungizone ya da herhangi başka bir antifungal maddeden etkilenmezler.

 

Edindiğimiz gözlemler sayesinde bir grup postulatta karar kıldık.

1. Somatid, polimorfik karakterdedir. Polimorfizm, kan inhibitörleri tarafından kontrol edilir.

2. Büyüme hormonları, somatid döngüsü sırasında üretilir.

3. Hem hayvanlar hem bitkiler aleminde, hücresel bölünme için somatid varlığı gereklidir.

4. Kan inhibitörleri yeterli olmadığında, büyüme hormonlarının hücresel metabolizmayı tehdit edecek seviyeye kadar artmasına izin verilir.

5. Tüm dejeneratif hastalıklar, bu bozuklukların bir sonucudur.

 

 

 

 

 

 

Spiral Anten Atlası Cildi ile İnsanın Frekanslarla İmtihanı

Spiral Anten Atlası Cildi ile İnsanın Frekanslarla İmtihanı

İsrailli fizikçiler 2003’ten bu yana insan cildine, yani en büyük organımıza yayılmış sayıları 2 ila 5 milyon arasında değişen ter bezi kanalları üzerine yayın yapıyor. Alanlarında en çok atıf alan çalışmalardan oluyor bunlar. İlgi neden mi büyük? Çünkü konu telekomünikasyon endüstrisi ve askeriyeyi yakından ilgilendiren 5G teknolojisi ile ilgili de ondan.

2008 – Human skin as arrays of helical antennas in the millimeter and submillimeter wave range
Yuri Feldman 1, Alexander Puzenko, Paul Ben Ishai, Andreas Caduff, Aharon J Agranat
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/18517913/

2009 – The electromagnetic response of human skin in the millimetre and submillimetre wave range
Yuri Feldman 1, Alexander Puzenko, Paul Ben Ishai, Andreas Caduff, Issak Davidovich, Fadi Sakran, Aharon J Agranat
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/19430110/

2011 – The remote sensing of mental stress from the electromagnetic reflection coefficient of human skin in the sub-THz range
Eli Safrai 1, Paul Ben Ishai, Andreas Caduff, Alexander Puzenko, Alexander Polsman, Aharon J Agranat, Yuri Feldman
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/22170380/

2014 – Circular polarization induced by the three-dimensional chiral structure of human sweat ducts
Itai Hayut 1, Paul Ben Ishai 1, Aharon J Agranat 1, Yuri Feldman 1
https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/24827286/

Ta 1948’lerde “The Book of Antennas” diye ders kitaplarında konu anlatımı yapılan en temel anten tipi işe bakın ki bizzat cildimizde çıkıyor, hem de milyonlarcasıyla!

Antenler, boşlukta yayılan elektromanyetik dalgaları toplayarak iletim kanalı içerisinde yayılmayı sağlamak (receiver) ya da boşluğa elektromanyetik dalgalar yaymak (transmitter) amacıyla tasarlanmışlardır. Antenler, verileri yaydıkları dalgalar itibariyle kilometrelerce uzaklara taşıyabilirler. Bir antenin gönderme ve alma özellikleri aynıdır. Buna antenlerin karşılıklılık (reciprocity) özelliği denir. KAYNAK
Ter bezlerimizdeki spiral kanallar

İbrani Üniversitesi’nden fizik profesörü Ben-Ishai’nin dediğine göre, “bu dalga boylarına [5G frekanslarını kastediyor] maruziyette ciltteki bu sarmal yapıdaki kanallar aktif anten tarlasına dönüşüyor”. Yani vücudumuz daha iletken hale gelmiş oluyor.

2014’teki çalışmaları ile, sarmal yapıdaki ter kanallarımızın, yani anten tarlamızın dışarıya dairesel polarize dalgalar yaydığını ve bunun iki yönlü (sağ-sol) olduğunu keşfediyorlar.

Fiziksel eforda nasıl terliyorsak mental ve duygusal stres altındayken de terliyoruz. Yani sempatik sinir sistemimiz devreye giriyor. Ciltteki ter kanallarının sinirlerle bağlantısı önemli, çünkü askeriyenin de kalabalık (örn. gösterici grubu) dağıtmak için kullandığı ve “ölümcül olmayan silah” kategorisinde yer alan milimetrelik dalga boylarındaki ışın tabancalarına maruziyette cildimizin ateşe verilmiş gibi yanması üzerine sıçrayarak ışından kaçma refleksi göstermemizin nedeni de sinirlerle olan bu bağlantı. Yani iddia edildiğinin aksine, dışarıdan maruz kaldığımız bu çok yüksek frekanstaki dalgalar cilt yüzeyinde kalmıyor, fiziksel ve biyolojik olarak bizi etkiliyor. Bunun mekanizmasını da, ciltteki bu “sarmal anten tarlası”nın keşfi ile anlayabilmiş oluyoruz.

İşin ilginç yanı, tıpkı alıcı-verici görevi gören anten gibi bizim bu sarmal ter kanallarımız vasıtasıyla enerji iletimi salt dışarıdan içeriye doğru değil, aynı zamanda içeriden dışarıya doğru da gerçekleşiyor. Vücut iç sıcaklığı yükseldiğinde (diyelim spor yaptık yahut ateşlendik), ısının içten dışa bu sarmal kanallardan geçerken filtrasyonu ve dışarı dairesel salınımlarla verilmesi sözkonusu.

Yani ciltten hem enerji soğuruyor hem de veriyoruz.

Milimetre ve milimetre altı dalga boylarının biyolojik etkileri olduğunun ortaya çıkması, hem de dünya genelinde farklı gruplarca tekrarlı deneylerle bilimsel olarak kanıtlanmış bulunması endüstri tarafından -Prof. Ben-Ishai’nin tabiriyle- hiç ama hiç hoş karşılanmıyor. İmplikasyonlar çok yönlü çünkü; en basidinden akla doğabilecek türlü cilt hastalıkları, kanser ve elbette ağrı sendromları geliyor. Bunun yanısıra, sinir sistemi ile olan etkileşimde dolayı oluşabilecek korku, anksiyete, depresyon gibi duygu durumlarının yanısıra çeşitli nörolojik rahatsızlıklar elbette akla geliyor.

Bu bir askeri teknoloji ve silah olarak kullanılıyor

ABD, Rusya ve Çin’in savunma bakanlıkları uzun yıllardır 5G’nin sahip olduğu elektromanyetik frekans aralığını kalabalık grupların dağıtılmasında silah olarak kullanıyor. Active Denial Systems denilen bu ışın silahları üzerine doğrultulduğu kişilerin cildinde yanma hissi yaratıyor. Görünmez silahla, iz bırakmadan can yakabiliyorsunuz.

İsrailli araştırma grubunun konuyla ilgili 2016’daki çıkarımları şöyle:

  • Halkın subTerahertz frekans aralığındaki milimetrelik dalga boylarına maruziyeti arttıkça en başta bebekler, gebeler, ileri yaş grubundakiler, hastalar ve elektromanyetik dalgalara aşırı hassasiyeti olanlar bundan olumsuz etkilenecektir.
  • Ciltteki ter kanallarını besleyen sempatik sinir sistem sayesinde insanlar duygu durumlarını bu kanallardan dışarı yaydıkları elektromanyetik dalgalarla yansıtmakta ve aynı şekilde dışarıdan gelen elektromanyetik dalgaları da soğurmaktadır.
  • İnsan ter kanallarının bu yeni tarif edilen fizyolojik ve psikolojik fonksiyonları ne nörofizyologlar ne de psikologlar tarafından çalışılmış değildir.
  • Bilgisayar simülasyonları ter bezlerinin subterahertz (milimetrelik) dalgaları ciltte yoğunlaştırdığını göstermektedir. İnsanlar bu dalgaları sıcaklık şeklinde hissedebilmektedir. Bu dalga boylarını kullanan haberleşme teknolojileri (cep telefonları, wi-fi, antenler) yüzünden insanlar ağrı reseptörleri (nosisptör) vasıtasıyla fiziksel olarak acı ve ağrı duyabilirler.
  • 5G WI FI kullanımı daha fazla yaygınlaştığı takdirde şu anda RF (radyofrekans) / mikrodalga frekansları yüzünden görülen sağlık sorunları ve elektriğe aşırı hassasiyet durumu muhtemelen daha da ağırlaşıp yaygınlaşacak ve belki de henüz bilinmeyen nörolojik problemler ve fiziksel olarak duyulan ağrı ile ilgili şikayetler ortaya çıkacaktır.
  • 5G teknolojisi ile sözkonusu sağlık sorunları arasındaki bağlantının bilimsel bakımdan ispatı mümkün olduğundan, halka tazminat yolu da açılmış olacaktır.

Yazımıza aynı ekipten Prof. Yuri Feldman’ın geçtiğimiz sene İsrail’de düzenlenen ‘2020 Uzmanlar Toplantısı: Kablosuz İnternet & Cep Telefonu Radyasyonu ve Kamu Politikaları’ toplantısındaki sunumunu kapattığı cümleler ile son verelim:

“Peki o zaman 5G zararlı mı değil mi? Valla sağlam alıcı görevi gören bir donanımımız var ve merkezi sinir sistemimizin bu etkiye vereceği yanıt hakkında da fikrimiz yok. Ya hep beraber dahi olup çıkacağız ya da zombi.”

Thomas Cowan-Virüsler, bulaşıcılık ve 5g üzerine..

Thomas Cowan-Virüsler, bulaşıcılık ve 5g üzerine..

Ezber bozan bir kitap olan, amazonda satışı yasaklanan Contagion Myth / Bulaş Efsanesi kitabı yazarı Dr.Thomas Cowan’ın aynı kitabının giriş kısmında bahsettiği videosudur. Konuşma 12 Mart 2020’de yapılmıştır.

Harika konuşmasının dökümü şu şekildedir:

En büyük pan.demi olan 1918 İspanyol gr!bi pan.demisinden sonra Steiner’a tüm bunların neyle ilgili olduğu sorulduğunda şöyle cevap verdi;  
V!rüsler, toksik bir hücrenin atıklarıdır sadece. Virüsler, bazı başka proteinlerle birlikte DNA ya da RNA parçalarıdır, hücreden tomurcuklanarak ayrılırlar.. Hücre zehirlendiği zaman oluşurlar. Hiçbir şeyin nedeni değildirler.

Sizi bu konuda düşünmeye teşvik edeceğim ilk yol şöyle olur;

..farz edin ki bir yunus doktorusunuz, kuzey kutup dairesindeki yunuslar üzerinde çok uzun bir süredir çalışıyorsunuz, ve yunuslar da gayet sağlıklılar. Fakat bir gün sizi arayıp   “Fred, kuzey kutup dairesindeki tüm yunuslar ya da yunusların çoğu ölüyor, gelip araştırabilir misin?”   diyorlar. Ve bir soru sorma hakkınız var.   Oylama yapalım. Kaçınız “Genetik yapısını görmek için bir yunus incelemek istiyorum.” derdi? Hiç kimse. Çünkü bu aptalca.   Kaçınız “Şu ve bu yunusda v!rüs var mı diye incelemek istiyorum çünkü tüm yunusların hastalanma nedeni bulaşıcı bir hastalık olabilir.” derdi? Bu arkadaş. Kaçınız -fransızcamı bağışlayın- “Biri bu suya bi halt mı koydu?” derdi Exxon Valdez kazası gibi. Kimse var mı böyle düşünen? Herkes.   Çünkü olan buydu.   Hücreler zehirlendikleri zaman bizim v!rüs olarak adlandırdığımız atıkları/döküntüleri boşaltarak kendilerini temizlemeye çalışırlar. Eğer NHI(Ulusal Sağlık Enstitüleri) başkanının v!rüslerin karmaşıklığı hakkında yaptığı son konuşmalarından birinde geçen, v!rüslerin eksozom olarak adlandırıldığı güncel teoriye bakarsanız, ..bunun v!rüsün ne olduğu ile ilgili mevcut düşünceye kusursuz bir biçimde uyduğunu görürsünüz.   Bununla ilgili dramatik bir örneğim var:   Ben büyürken evimizin hemen dışında sulak bir arazi vardı. Kurbağalarla doluydu ve geceleri beni uyutmazlardı bu yüzden pencereleri bantlardım, ilkbaharda epey şamata yaparlardı. Fakat zamanla kurbağalar tamamen yok oldu. Kaçınız kurbağaların genetik bir hastalığı olduğunu düşünüyor? Kaçınız kurbağaların bir v!rüse yakalandığını düşünüyor? Kaçınız birisinin suya DDT koyduğunu düşünüyor? Olan buydu.   Hastalıklar zehirlenmedir. Bu, a$ıların neden olduğu.. bunu birazdan anlatayım..  

Peki 1918’de ne oldu?

Son 150 yılda, her pan.demide yeryüzünün elektrifikasyonunda önemli bir atılım vardı. 1918’de, 1917’nin sonbaharının sonlarına doğru, dünya genelinde radyo dalgalarının tanıtımı yapıldı.   Ne zaman herhangi bir biyolojik sistemi yeni bir elektromagnetik alana maruz bırakırsanız. ..onu zehirlersiniz, bazılarını öldürürsünüz ve geri kalanı bir nevi (suspended animation) komaya/kriyojenik uykuya geçer. İlginç bir şekilde biraz daha uzun ama daha hasta olarak yaşarlar.   Sonrasında 2. Dünya Savaşı’nda radar ekipmanlarının tüm dünyaya tanıtımıyla yeni pan.demi başlar. İnsanlık, tüm yeryüzünün radar alanlarıyla örtülmesine ilk defa maruz kaldı. 1968’de Hong Kong gr!bi vardı, bu aynı zamanda Van Allen Kuşağı içerisinde ilk defa dünyanın koruyucu bir tabakasının oluşturulduğu vakitti. Van Allen Kuşağı, esasen güneşten, aydan, jüpiterden vb gelen kozmik alanları bütünleştirerek yeryüzündeki canlılara dağıtır. Ve biz Van Allen Kuşağına radyoaktif frekanslar yayan uydular yerleştirdiğimizde, 6 ay içinde yeni bir v!ral pan.demimiz oluyor. Neden v!ral? Çünkü bireyler zehirlenmiş durumdalar, toksin atıyorlar, bunlar v!rüs gibi görünüyor, insanlar bunun bir gr!p salgını olduğunu düşünüyor.   1918’de Bostan Sağlık Departmanı bunun bulaşıcılığını test etmeye karar verdi. Sonrasında ister inanın ister inanmayın, gr!pli yüzlerce hastanın burnundan sümük çekip gr!p olmayan sağlıklı insanlara enjekte ettiler. Ve bir kere bile karşı taraftaki bireyi hasta edemediler. Bunu tekrar tekrar yapmalarına rağmen bulaşmayı gösteremediler. Görünüşe göre İspanyol gr!bi olan atlarla bile yaptılar bunu. Kafalarına torba geçirip at torbaya hapşırdığı zaman torbayı öteki atın kafasına geçirdiler. Ve tek bir at bile hastalanmadı.   Bunu Art.hur First.enberg’in !nvisible Rainbow/Görünmez Gökkuşağı kitabında okuyabilirsiniz. Kendisi yeryüzünün elektrifikasyonundaki tüm aşamaların ve 6 ay içinde dünya genelinde nasıl yeni bir gr!p pan.demisi oluştuğunun kroniğini çıkarmıştır. Normal açıklamaları duyduğunuzda.. Kansas’tan(ABD) Güney Afrikaya 2 haftada nasıl gitti.. ..yani ulaşım at sırtında ve botlarla sağlanmasına rağmen nasıl oldu da tüm dünya semptomları aynı anda gösterdi.. Bunun hiçbir açıklaması yok, sadece “nasıl olduğunu bilmiyoruz” diyorlar. Fakat bazılarınızın cebinde ve bileğinde olan radyo dalgalarını ve diğer frekansları işin içine katarak düşündüğünüzde, Japonya’ya bir sinyal yollayabilirsiniz ve anında varır. Yani aranızda, dünya çapında saniyeler içinde iletişimi sağlayan bir elektromanyetik alan olduğuna inanmayan varsa sadece olaya dikkatini vermiyor demektir. Yeryüzünün elektrifikasyonunda son 6 ayda dramatik ve önemli bir atılım olduğunu belirteyim.   Ve eminim ki çoğunuz bunun ne olduğunu biliyor; be.şG. Şu anda 20bin radyasyon yayan uydu mevcut, tıpkı cebinizdeki ve bileğinizdeki radyasyon yayan ve sürekli kullandığınız cihaz gibi, ki bu sağlığımız için uygun değil.   Bunu söylediğim için üzgünüm fakat, bu sağlığımız için uygun değil.

Okumaya Devam Et