Bildiğiniz gibi İBB, 2024 Mayıs ayından itibaren 9-26 yaş aralığındaki insanlara “ücretsiz” bir şekilde uygulanacak HPV aşılama programını başlattı. Öncelikle şunu bilelim ki, “ücretsiz” diye tanıtılsa da aşılama programları ücretsiz değildir. İlaç şirketlerinden satın alınan her bir flakonun bir ücreti vardır. Sağlık Bakanlığı tarafından buna özel bir bütçe ayrılır. Yani vergilerinizden ayrılır, gizli el gibi kesenizden eksiltir. Çok daha kötüsü, kısa veya uzun vadede sağlığınızdan eksiltir.
Aşılar ücretsiz/bedava değildir; vergi, sağlık ve hatta can kaybıyla ödeme yapılır. Ve insanları her anlamda soymak için önce bir “salgın” martavalına ihtiyaçları vardır.
Önce HPV yayılıyor diye propaganda yaptılar. Genital bölgesinde bir – iki siğil gören SMEAR testi (sürüntü alınan çubukta “etilen oksit” gibi son derece kanserojen bir madde yer alır) olmaya koştu ve alınan sürüntü ile siğillerin altında yatan esas neden/toksisite maruziyeti göz ardı edilerek HPV pozitifler artırıldı. Bir salgın propagandası, böylece gerçek bir test salgınına dönüştü, en azından böyle lanse ettiler. Bu pozitiflerin “tedavi” bazında bir anlamının olmadığını da belirtelim zira cilt lezyonlarını yakma, lazere tutma vb. işlemler dışında esas nedeni tedavi etmediklerini “HPV’nin kesin ve özel bir tedavisi yoktur” diyerek belirtmiş olurlar. Zira uzun zamandır SMEAR testine davetteki amaç da tedavi değil, “HPV hızla yayılıyor” propagandasının elini güçlendirmek ve nihayetinde “HPV’den ve onun sebep olacağı rahim ağzı kanserinden korunma” palavrasıyla aşı programını başlatmaktı.
“Fenomen” diye servis edilen boş beleş tipler, “HPV aşımı olmaya gidiyorum” diye özellikle genç kızları aşılanmaya davet etti. “Viral reklam” taktikleriyle, “sevgilim HPV aşısı hediye etti” başlıklarıyla atılan, apaçık aşı pazarlayan gönderiler Twitter ortamında milyonlarca görüntülenme aldı.
Siyasiler, doktorlar, ünlüler, sosyal medya trolleri MERCK’in sirkinde rol alan çeşitli şaklabanlar, sihirbazlar, cambazlar vb. takımıydı sanki. Özellikle kız çocuklarına ve genç kızlara yönelikti bu gösteriler. Ve hâlâ devam ediyor.
MERCK’in Gardasil zehirleri, kısa ya da uzun vade ortaya çıkması çok muhtemel olan nörodejeneratif rahatsızlıklar, otoimmün hastalıklar, kanser, kısırlık gibi çok ağır aşı sakatlanma riskleri anlatılmadan insanlara basılıyor.
Ben şimdi İBB’ye aşağıda sıralayacağım senetler için “siz bunları bilmiyor muydunuz? Hiç mi bu aşıların tehlikelerini sorgulamadınız, araştırmadınız?” diye sormayacağım. Zira bu soru, benzetme yaparsam bence, mermi dolu bir tabancayla adam öldürmeye teşebbüs eden birine, “sen bu silahın o insanı sakat bırakacağı ya da öldüreceği tehlikesini bilmiyor muydun?” gibi bir soruyla denk düşer ve dolayısıyla tamamen abesle iştigal olur. Bu sebeple muhatabım aşı olmayı düşünen ama henüz aşı almamış insanlar olacak.
Bakın bey – hanım arkadaşlarım, 9 yaş üstü evladı olan anne – babalar, bakın MERCK kendi dokümanlarında bu aşıların alımı sonrası sayısız insanda görülen raporlanan hasarları (ölüm de dahil) duyurmak zorunda kaldı: – Kan ve lenfatik sistem bozuklukları: Otoimmün hemolitik anemi, idiyopatik trombositopenik purpura, lenfadenopati. – Solunum, göğüs bozuklukları ve mediastinal bozukluklar: Pulmoner emboli. – Gastrointestinal bozukluklar: Bulantı, pankreatit, kusma. – Genel bozukluklar ve uygulama bölgesine ilişkin hastalıklar: Asteni, titreme, ÖLÜM, yorgunluk, halsizlik. – Bağışıklık sistemi bozuklukları: Otoimmün hastalıklar, aşırı duyarlılık reaksiyonları anafilaktik/anafilaktoid reaksiyonlar, bronkospazm ve ürtiker. – Kas-iskelet sistemi ve bağ dokusu bozuklukları: Artralji, miyalji. – Sinir sistemi bozuklukları: Akut dissemine ensefalomiyelit, baş dönmesi, Guillain-Barré sendromu, baş ağrısı, motor nöron hastalığı, felç, nöbetler, senkop (tonik-klonik hareketler ve diğer nöbet benzeri aktivitelerle ilişkili senkop dahil) bazen yaralanmayla birlikte düşmeyle sonuçlanan enine miyelit. – İstilalar: Selülit. – Vasküler bozukluklar: Derin ven trombozu. Kaynak: https://www.merck.com/product/usa/pi_circulars/g/gardasil/gardasil_pi.pdf
MERCK bunları duyurmak zorunda kaldı çünkü 2006 – 2007 ile piyasaya sürdüğü Gardasil ile yürütülen HPV aşı programlarından sonra yaşanan yaralanmalar, sakatlanmalar ve ölümler aşılama sonrası yaşandığı için “tipik”ti ve dolayısıyla “aşılamaya bağlı” olarak görülmesi işten değildi. Elbette yine de bu ürünün satışlarının devam edebilmesi ve ticari bir kayıp almamak için MERCK, Gardasil’in genel olarak sözde HPV’nin sebep olduğu birçok sağlık riskini önlediği ısrarında bulunarak, son derece aldatıcı, manipülatif söylemlere sarıldı.
Klinik güvenlilik çalışmalarından elde edilen veriler, Gardasil aşısının sebep olduğu sağlık hasarı ve ölüm oranlarının, “koruduğunu” iddia ettikleri hastalıkların ölüm oranlarından yüksek çıktığını kanıtlıyor.
JAMA’da yayınlanan bir makalede Slade ve ark. (2009), 1 Haziran 2006’dan itibaren 31 Aralık 2008’e dek ABD Aşı Olumsuz Olay Raporlama Sistemine (VAERS) bildirilen “12.424” raporu üzerinde incelemede bulunuyor. Gardasil alımını takiben advers reaksiyon, bunların arasında 772’si (%6,2) çok ciddiydi ve 32’si ölümle sonuçlandı. Dağıtılan 100.000 aşı dozu başına 53,9 raporluk genel raporlama oranı göz önüne alındığında, tahmini oran Gardasil’den bildirilen ciddi advers olayların oranı dağıtılan 100.000 dozda %3,34’tür. Kaynak: https://jamanetwork.com/journals/jama/fullarticle/184421
Avustralya’da 2007 yılında (Gardasil piyasaya çıktıktan hemen sonra) 100.000 kişide %7,3 oranında yıllık olumsuz ilaç reaksiyonu oranı bildirildi. Bu oran 2003 yılından bu yana en yüksek oran olup, 2006 yılına göre artışı temsil etmektedir. Avustralya Sağlık ve Yaşlanma Bakanlığı’nın İlaç Yan Etkileri Sistemi veri tabanının analizine göre, bu artışın “tamamen” Nisan 2007’de genç kadınlara yönelik üç dozluk HPV aşılama programının ülke çapında uygulanmasının ardından gelen raporlara bağlı olduğu; o yıl bildirilen 1.538 ilaç yan etkisinin 705’inin Gardasil aşısından kaynaklandığı belirtiliyor. Kaynak: https://www1.health.gov.au/internet/main/publishing.nsf/Content/cda-cdi3204a.htm
HPV aşıların tüm bunlara nasıl neden olduğunu bilmek ister misiniz?
1- Alüminyum Toksisitesi
CERVARIX – 0.5ml doz başına 500mcg GARDASIL Quadrivalent – 0.5ml doz başına 225mcg GARDASIL 9 – 0.5ml doz başına 500mcg GARDASIL 2 – 0.5ml doz başına 500mcg alüminyum içerir.
Ayrıca Polisorbat 80 ve Sodyum Borat içeriklerinin miktarını da görebilirsiniz: https://www.ema.europa.eu/en/documents/assessment-report/gardasil-9-epar-public-assessment-report_en.pdf
İnsanlara söylemedikleri bir gerçek vardır ki oral yolla alınan alüminyum ile kas içinden doğrudan sistemik dolaşıma giren alüminyumun toksisite tehlikesinin tamamen farklı olacağıdır. Aşıların alüminyum içeriğini masumane göstermek için genellikle “yediğimiz içtiğimiz gıdalarda da eser miktarda yer alabilirler” gibi bir savunmaya girişirler. Oysa sindirim yoluyla emilen alüminyum çözünmüş iyonik formdadır ve bu da böbrekler aracılığıyla hızla vücuttan uzaklaştırılabilir. Aşılardaki alüminyum adjuvan iyonik maddelerde çözünmeyen nanopartiküller formundadır ve vücuttan atılması neredeyse imkansızdır.
Aşı savunucuları aşının güvenli olduğunu iddia etmek için neden bu tip ağır metallerin oral alımıyla pek de büyük bir sıkıntı yaşanmayacağını söylüyor ve sadece oral yolla alımı araştırmalarına başvuruyor? Çünkü alüminyumun doğrudan kan dolaşımına enjekte etmenin güvenli olduğunu gösteren hiçbir çalışmaları yok! Kaynak: https://vaccinepapers.org/debunking-aluminum-adjuvant-part-1/
Alüminyum aşılarla birlikte enjekte edildiği takdirde kan – beyin bariyerini aşar ve sayısız nörolojik hasara sebebiyet verir. Bu çalışmayı başucu edinmelisiniz. Bakın ne deniyor: “Farklı beyinlere translokasyonlarının ardından nanomateryaller (alüminyum vb.) beyinde birikmeye başlar. Bu aşırı ve uzun süreli birikim nedeniyle nöronal dokularla etkileşim ile nanomateryaller orta ila ciddi nörotoksisitenin gelişmesine yol açabilecek nörodejeneratif bozukluklar meydana getirir. (örn. Alzheimer hastalıkları, Parkinson hastalığı, motor nöron hastalığı, spinal müsküler atrofi yani SMA vb.) Kaynak: https://drive.google.com/file/d/1u20R8fOGLMtXuARpZofONpYDBWO6Mulr/view
“Dikkat çekici bir şekilde, son araştırmalar alüminyumun benzer seviyelerde olduğunu göstermektedir. Aşılarda rutin olarak bulunan alüminyumlar motor nöronların ölümüne neden olabilir ve beyinde bozulmalara neden olabilir. Yapılan deneylerde farelerde motor fonksiyon ve uzaysal hafıza kapasitesinde ciddi azalmalar tespit edildi.” Kaynak: https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/19740540/
Yukarıdaki deneysel verilerle tutarlı olarak, bir dizi nörodejeneratif komplikasyon ve hastalık, Alzheimer, Parkinson hastalığı, Amyotrofik Lateral Skleroz (ALS), Multipl skleroz (MS), Körfez Savaşı Sendromu (GWS), SMA, otizm ve epilepsi alüminyuma maruz kalmayla ilişkilendirilmiştir.
“Patolojik özellikler klinik tablo ile aşılama arasındaki zamansal ilişkiyi desteklemektedir… …Hastamız 2 ay sonra semptomları başlayan 3 doz Gardasil aldı. Agresif immünsüpresyon tedavisine rağmen zayıflığı aralıksız ilerledi ve zayıflığının başlamasından 21 ay sonra solunum yetmezliğinden öldü.”
2- Sodyum Borat Toksisitesi
Gardasil aşıları, sodyum borat (70 ug/mL) içerir. Ulusal Sağlık Enstitüleri Tıp Kütüphanesi 2005 tarihli listesine göre artık yüksek toksisitesi nedeniyle tıbbi ürünlerde yaygın olarak kullanılmamaktadır.
Sodyum borat zehirlenmesinin belirtileri şunlardır: Çöküş, nöbetler, koma, ölüm, kas spazmları, donukluk, uyuşukluk, dolaşım depresyonu, merkezi sinir sistemi depresyonu, böbrek hasarı, bulantı, kusma, ishal, ateş, düşük kan basıncı… Kaynak: https://medlineplus.gov/ency/article/002485.htm
Ayrıca, 2010’da Avrupa Diagnostik Üretim Birliği (EDMA) toplantısında, Yüksek Önem Arz Eden Madde (SVHC) aday listesine birkaç yeni ekleme yapıldı. Kimyasallar Yönetmeliği 2007’nin (REACH) Kaydı, Değerlendirilmesi, Yetkilendirilmesi ve Kısıtlanması tartışıldı REACH’in bir parçası olarak tamamlanan kayıt ve incelemeye sodyum tetraborat aşırı toksik madde olarak eklendi. Kaynak: https://www.echa.europa.eu/documents/%2010162/d5b8d2be-a60d-4415-a0d1-2eced202c926
Ama sodyum borat, MERCK’in Gardasil aşısında, 70 mcg gibi bir ölçüde, doğrudan kan dolaşımına enjekte edilmek üzere yer alıyor. Neden?
Gardasil aşılarının pazarlaması sonrası gözetim verileri, Gardasil aşılaması sonrası aşağıdaki olumsuz olayların yaygın bir modelinin olduğunu göstermektedir: Gardasil aldıktan sonra reaksiyonlar: ani bayılma, bayılma, nöbetler, pulmoner emboli, nefes almada zorluk, felç, kas spazmları, hafıza kaybı, kafa karışıklığı, konuşma bozuklukları, davranış değişiklikleri, yorgunluk, göğüs ağrısı, aritmiler, kusma ve ishal, baş dönmesi, baş ağrıları, mide bulantısı, üst solunum yolu hastalıklarının görülme sıklığının artması, görme sorunları, ışığa aşırı duyarlılık sinirlilik, depresyon ve adet döngüsündeki değişiklikler.
3- Polisorbat 80 Toksisitesi
Gardasil aşıları, ani hasarlara neden olduğundan şüphelenilen iyonik olmayan bir deterjan olan polisorbat 80 (100 ug/mL) içerir. Bilinç kaybı, aritmiler, göğüs ağrısı, bulantı, baş ağrıları, kusma ve ishal, baş dönmesi, kafa karışıklığı, solunum düzensizlikleri gibi pek çok sağlık sorunundan sorumludurlar.
Bu çalışma polisorbat 80’in klinik olarak anlamlı konsantrasyonlarda (10-30 ug/mL) -Düşünün ki Gardasil’deki miktardan 10-3X daha az olmasına rağmen- in vitro koşullar altında hidrojen peroksitin sitotoksisitesini artırdığını göstermektedir. Sonuçlar polisorbat 80’in hücrelerin oksidatif strese duyarlılığını artırabileceğini göstermektedir. Kaynak: https://sci-hub.se/10.1016/j.tox.2004.07.020
Polisorbat 80, yapılan birçok çalışmada belirtildiği gibi doğurganlığı da etkileyebilir.
“Neonatal dişi sıçanlar doğumdan sonraki 4 ila 7. günlerde polisorbat 80’e (ticari adı Tween 80) maruz bırakıldı. Polisorbat 80 bu sıçanlarda olgunlaşmayı hızlandırdı, östrus döngüsünü uzattı ve kalıcı vajinal östrus görüldü. Rahim ve yumurtalıkların bağıl ağırlığı azaldı. Uterusun epitelyal astarının skuamöz hücre metaplazisi ve rahimdeki sitolojik değişiklikler kronik östrojenik uyarının göstergesiydi. Yumurtalıklar yoktu, corpora lutea ve dejeneratif foliküllere sahipti.” Kaynak: https://sci-hub.se/10.1016/0278-6915(93)90092-d
(2007’den sonra -Gardasil aşılarının piyasaya çıkış tarihi- ABD’de kadınlarda doğurganlığın kayda değer ölçüde azaldığını gösteren grafik)
Polisorbat 80 gibi iyonik olmayan yüzey aktif maddelerin biyolojik sistemlerde kullanılması ilaç dağıtımına yardımcı olur (ilaçlar daha biyolojik olarak kullanılabilir) çünkü hücre zarlarına nüfuz etme etkisine sahiptir. Ancak, Polisorbat 80, bir ilacı biyolojik olarak daha kullanışlı hale getirmenin yanı sıra, potansiyel olarak toksik hale de getirebilir ve getiriyor da. Sodyum borat ve alüminyum gibi bileşenler de biyolojik olarak daha kolay kullanılabilir, dolayısıyla etkili bir şekilde tek doz uygulanmasıyla bile bunlarla ilişkili olan toksisite eşik seviyelerini düşürebilir. Daha basit ifadesiyle polisorbat 80, kendisi de bir toksisiteye sebep olmakla birlikte diğer toksik malzemelerin hücreye nüfuz etmesini kolaylaştırır ve toksisite yükünü artırır.
Üç potansiyel toksik bileşiğin (alüminyum, sodyum borat ve polisorbat 80) hayvanlara veya insanlara enjeksiyon yoluyla birlikte uygulanmasının sistemik etkilerini, güvenilirliğini değerlendirmeye yönelik çalışmalar şimdiye dek hiçbir zaman yapılmadı!
Bağımsız kuruluşlar tarafından gerçekleştirilmiş tek bir çalışma yoktur ki MERCK’in bu aşılarının güvenli olduğunu belirtebilsin!
MERCK ürünlerinin testini yine kendisi yapıyor ve FDA önüne konulan test sonuçlarını onaylıyor.
Bugün dünya çapında 9-26 yaş arası özellikle kızlar Gardasil aşılama yoluyla bir deneye tabi tutuluyor. Sayısız insan aşılanma akabinde aşı yaralanmalarıyle boğuşuyor ve can veriyor.
“Gardasil, tüm zamanların en büyük tıbbi skandalı haline gelecektir, çünkü bir noktada, kanıtlar, bu aşının rahim ağzı kanserine kesinlikle hiçbir etkisi olmadığını ve hayatları mahveden, hatta öldüren çok sayıdaki olumsuz etkisinin, üreticilerine kar sağlamaktan başka bir amaca hizmet etmediğini kanıtlayacak şekilde bir araya gelecektir.” – Dr Bernard Dalbergue
Bernard Dalbergue bunu Gardasil aşıları piyasaya çıktıktan kısa bir zaman sonra söylemişti.
Tüm kanıtlar, kendisini artık doğruluyor.
Tüm bu kanıtlar, sadece HPV aşılarının değil, bebeklik ve çocukluk aşıları da dahil tüm aşıların tehlikelerini de ortaya koymaktadır.
Şimdi size soruyorum, tüm bu kanıtlara rağmen hâlâ o zehirleri kan dolaşımınıza almak istiyor musunuz? Anne ve babalar, bebeğinizin ve çocuğunuzun sağlığını ve hayatını, ilaç şirketlerinin menfaatine değişmek istiyor musunuz?
Onlar kazanırken, siz her anlamda kaybetmek istiyor musunuz?
Aşıların içinde grafen oksit ve nanometaller olduğunu bağımsız araştırmacılar sayesinde başından beri biliyoruz, etkilerini de az çok kestiriyorduk. İçerikte adjuvan olarak PEG (polietilen glikol) ve aşı platformu olarak lipid nanopartiküller (LNP ) kullanıldığı ise firmalar tarafından zaten deklare edilmişti.
Burada anlatmak istediğimse, mRNA-LNP’nin insan organizmasında hücrelere girip spike protein ürettirdiği iddiasının da BALON olduğu .
Virüs konusu BALON olduğu gibi, spike protein de bir BALON .
Başından beri böyle olduğunu düşünmekle birlikte, bu kadar çok kanıtı bir araya getirecek zaman olmamıştı. Aylar önce bir tarafa kaydettiğim aşağıdaki şu çalışma, bu düşüncemi kuvvetli bir şekilde destekliyor ve anlamak isteyenler için çok fazla şey ifade ediyor.
Grafen oksit (O-GNR) ve PEG-DSPE (polietilen glikol ve polar bir nanolipit olan 1,2-distearoil-sn-glisero-3fosfoetanolamin-N) bir solüsyonda inkübe edilerek kolayca elde edilen bu nonkovalent birliktelik hem amacı karşılıyor hem de spike proteine atfedilen ve klinikte görülen tüm sonuçları açıklıyor.
PEG: Polietilen glikol (polimer bir sentetik hidrojel)
DSPE: Bir çeşit lipit nanopartikül (LNP)
PEGile LNP: PEG eklenmiş LNP
Bu çalışmada EMF ile yönlendirilebilen marifetli molekül grafen nanoşeritlerle –PEGile LNP’lerin dolaşım sistemi ve kan komponentleri ile etkileşimi araştırılmış:
Hepi topu 1-3 ve 12 saatlik laboratuar gözlemleri…
Grafen oksit (O-GNR), dolaşımda çabucak çözüldüğü ve kan proteinleri ile etkileşime girebildiği için dolaşımda dayanıklılığını artırmak amacıyla LNP (PEG-DSPE) ile kaplanmış. Lipid nanopartikul olan DSPE’nin dolaşımda dayanıklılığnın yani dolaşım ömrünün artması için de PEG (polietilen glikol) kullanılmış. Hepsi ayrı ayrı incelemeye değer. Örneğin PEG oldukça allerjen ve kanda pıhtılaşmaya yol açabiliyor. Aynı zamanda kanserojen ve genotoksik olarak biliniyor.
Bu marifetli bileşik (grafen oksit -Pegile LNP), yani (O-GNR-PEG -DSPE) alyuvarlara ve damar endoteline giriyor, iddiaya göre doz bağımlı toksisite yapıyor, ancak inceleme saatlerle sınırlı tutulup laboratuvar şartlarında yapılmış.
Grafen oksit –LNP, alyuvarlarda şekil bozukluğuna dolayısıyla elastikiyet kaybına hatta alyuvar hücre zarında DİKENSİ çıkıntılara, damar duvarlarını kaplayan endotelhücrelerinde yine DİKENSİ çıkıntılara neden olabiliyor. Tanıdık geldi mi?
Ayrıca trombositler, bazı kan proteinleri, sitokinler gibi diğer bazı kan bileşenleri ile de etkileşimler gözlenmeye çalışılmış. Örneğin; antiinflamatuar bir sitokin olan IL-10 düzeylerinde yüzde 5-10 azalma izlenmiş (1saatlik izlem). Kabaca O-GNR-PEG-DSPE’nin 80uq/ml altı dozda güvenli olduğu gibi bir sonuca varılmıssa da bu gözlemin bir günden kısa süre için yapılmış olduğu, laboratuvar ortamında kısa bir sürede ISI ve EMF etkileri gibi faktörlerin göz önünde bulundurulmadığına dikkat çekmek isterim.
Şimdi bu süreçte sıkça duyduğumuz bazı kavramlara da özetle değinerek konuyu daha iyi anlamaya çalışalım.
Nanopartikül ya da nanoparçaçık, bir maddenin boyutları 100 nm ve altında kalan toz parçalarına verilen addır.
Nanotıp nasıl tanımlanıyor bakın:
Nanoboyutlarda işlenmiş alet ve cihazları kullanarak insan biyolojisi ve sağlığının moleküler düzeyde incelenmesi, tedavisi, yeniden yapılanması ve kontrolü.
Nanomateryaller büyük parçacıklara göre daha yüksek yüzey/hacim oranına sahiptirler. Bu avantajla kan beyin bariyerini geçebilir, diş minesinden saç teline kadar hücrelerin içine girebilirler. Bu nedenle nanopartiküllerin biyomedikal alanda ilaç taşınması-salınımı ve görüntülemede kullanımı gibi uygulamaları son yıllarda iyice yaygınlaşmıştır. Ancak her yere girebilecek kadar küçük olmaları biyolojik sistemde işlerin tam da böyle olacağı anlamına gelmiyor tabii. Malzeme boyutu küçüldükçe yüzeyde bulunan atom miktarı artmakta ve buna bağlı olarak da malzemenın çevre ile etkileşimi değişmektedir. Bizi ilgilendiren ise bu çevre ‘insan vücudu’ olduğunda neler olduğudur. İlginç bir şekilde nanopartiküller, makro eşdeğerlerine göre daha güçlü özellikler gösterebildikleri gibi tamamen farklıözellikler de gösterebiliyorlar. Nano boyuttaki malzemeler daha yüksek reaktiflik ve mekanik direnç, daha iyi elektriksel ve termal özellikler gösteriyorlar Nanotıpla birlikte insanların nanopartiküllere maruz kalması kaçınılmaz görünüyor. Bununla birlikte nanoparçaçık türlerinin ve uygulamalarının sayısı artmaya devam ederken, maruz kaldıktan sonra etkilerini karekterize etmeye ve potansiyel toksisitelerini anlamaya yönelik çalışmalar kıyasla az görünüyor.
Raporlar nanopartiküllerin kan proteinleri, pıhtılaşma faktörleri, kan hücreleri, vücut savunma sistemi ve allerji yanıt sistemi bileşenleri ile etkileşime girmesinin ne kadar mümkün olduğunu göstermektedir. Tüm canlı sistemi tüm olasılıklarıyla incelemenin zorlukları düşünüldüğünde, nanoparçacıkların hematolojik toksisitesi genel toksikolojik değerlendirmesinin çok kritik bir bileşenidir. Araştırmalar nanoparçacıkla indüklenen hematolojik toksisitenin tezahürünün değişebileceğini ve artmış veya azalmış hücre sayıları (kırmızı ve beyaz kan hücreleri), vücut savunma sisteminin aktivasyonunu veya inhibisyonunu, hemolizi, endotel disfonksiyonu ve allerjik tepkileri içerebileceğini düşündürmektedir. Nanoparçacıkların eritrositlerle etkileşiminin hücre zarında penetrasyona neden olduğu ve hemolize (alyuvarların büyük miktarda yıkımı ) yol açan hücre iskeleti bozulması yanı sıra eritrositleri deforme ettiği gösterilmiştir. Örn; altın nanopartikuller alyuvar ve kan hücresi sayısında artış veya azalmaya yol açıyor. Demir oksit, titanyum dioksit, silika gibi nanopartikuller enflamasyona ve endotel disfonksiyonuna yol açıyor, çinko oksit bağışıklık tepkisini aktive ediyor.
Lipit nanopartiküllere (LNP’ler) gelince, enjekte edildikleri doku bölgesinde en çok olmak üzere yüksek inflamatuar (iltihabı ) yanıt oluşturuyor ve antikor üretimine neden oluyorlar. Yani mRNA olmadan ve sözde spike protein üretilmeden de yüksek inflamatuar etki ve antikor oluşumuna neden oluyorlar.
LNP’ler örneğin intranazal (burun içi) olarak uygulandığında akciğerlerde ciddi tahribat yapıyor. Buraya değinmişken ısrarla intranazal (burun içi) aşı isteyen-öneren sözde muhalif profesörü hatırlamadan geçmeyelim.
Burada bu yüksek inflamatuar yanıt sanki iyi bir şeymiş gibi verilmek istense de, gerçeğin böyle olmadığını anlamak için ortalama bir zeka yeterlidir sanırım. İşte LNP ve PEG’ler, bildirilen aşı etken maddesi olmaksızın da bol miktarda antikor yanıtı oluşturuyor.
Nanomalzemeler biyolojik bir ortamla temas ettiğinde, ortamda bulunan biyomoleküllerle, özellikle proteinlerle etkileşime girme eğilimindedir ve bu etkileşim ‘’protein KORONA’’ (PC) oluşumuna yol açar ve aynı zamanda bu proteinlerde yapısal değişikliklere neden olabilir. Bu değişiklikler sadece NP fizikokimyasal özelliklerine değil, aynı zamanda protein moleküllerinin içsel stabilitesine de bağlıdır. NP’lerin yüzeyinde protein korona oluşumu ve altta yatan mekanizmalar çeşitli çalışmalarda araştırılmış olsa da, NP’ler ve kan proteinleri arasındaki doğrudan biyokimyasal ve biyofiziksel etkileşimleri hiçbir inceleme kapsamlı olarak tartışmamıştır ve in vivo (canlının içinde) araştırmalar çok azdır. PC’yı karakterize etmeye çalışan çalışmalar çoğunlukla in vitro (laboratuar ortamında-yapay) olarak yapılmıştır.
Örnek bir araştırmada Altın nanopartiküller (AuNP’ler) etrafında 300’den fazla farklı faktör tanımlanmıştır. AuNP’lerin çevresinde yaklaşık 288 serum proteini saptanmış ve ilginç bir şekilde PC bileşenlerinin %93’ünün 80 protein tarafından üretildiği görülmüş. PC bileşimlerinin %87’si anti-trombin III, kompleman C3, faktör V, fibronektin, IgG ve kompleman faktörü H’dir. NP’lerin boyutu, yüzey kimyası, şekli ve entropisi, plazma protein adsorpsiyonunda ve dolayısıyla biyolojik dağılım kapasitesinde en önemli parametrelerdir. Biyolojik numuneler içinde, benzer yüzey kimyası ve kompozisyona ancak farklı boyutlara sahip NP’lerin inkübasyonu, çapı 30 ila 200 nm arasında değişen PC oluşumuna katkıda bulunabilir. Dikkate değer bir şekilde, yüzey bileşimindeki değişiklik, NP’ler etrafındaki PC içeriğini derinden değiştirebilir. Bu, birçok bilinmeyen parametrenin etkisinden dolayı PC fenomeninde ortak bir kuralın bulunmasının pek mümkün olmadığı anlamına gelir. Diğer bir deyişle, NP’lerin yüzeyinin küçük moleküller, peptitler, aptamerler, proteinler, antikorlar vb. herhangi bir ligand türü ile süslenmesinde yoğunluk, moleküler ağırlık, zincir uzunluğu vb. diğer parametreler açısından ayrıntılı olarak ele alınmalıdır.
PC oluşumu uygulama yolunun (intravenöz, oral ve inhalasyon) rolü de PC’nin bileşimi ve profilinde kritik öneme sahiptir. PC içeriğindeki herhangi bir değişiklik doğrudan kan akış hızı, laminer/laminer olmayan kan akışı, cinsiyet ve sıcaklık gibi çevresel özelliklerle ilişkilidir. PC’nin, özellikle yumuşak korona tabakasının stabilitesinin, kılcal damarlardan arterlere kan akış hızı gibi çevresel özelliklere bağlı olarak değiştirilebileceği bulunmuştur. NP’ler dolaşımda 1000 kadar farklı proteinle karşı karşıya gelir. Çeşitli proteinlerin yüzen NP’lere bağlanması, sonuç olarak in vivo koşullarda biyolojik aktiviteyi etkileyen farklı NP alt popülasyonlarının oluşumuna yol açabilir. İlginç bir şekilde, her bir patolojik durumun belirli proteomik profili, spesifik NP’ler etrafındaki PC içeriğini etkileyen başka bir tartışılmaz faktördür. Şaşırtıcı bir şekilde, bu profil aynı durumda (sağlıklı veya hasta kişilerde) bireysel olarak farklılık gösterir.
Yani, biyolojik sisteme giren bir nanopartikülün farmakolojik davranışını değiştirip etkileyecek çok sayıda değişken bulunuyor.
Nanopartikül deyince eksozomlar da virüsler (virüsü eksozomlardan ayırdedici gerçek bilimsel kanıt yok, çünkü saf bir izolat olmadığı gibi kontrollü bir deney de yok)de benzer nano boyutlarda ve bunlar da dolaşıma girince aynı şekilde etraflarında protein korona oluşuyor. Eksozomların zarı, kaynaklandıkları hücre duvarından oluşuyor, zarflı virüslerin zarfı da konak hücre zarından oluşuyor.
Eksozomlar kaynaklandıkları hücreye, koşullara ve içlerinde taşıdıkları nükleik asit vs. içeriğe göre çok çeşitlidir, virüsler de !?
Elektron mikroskopisi resimleri de protein korona ile şematize edilişleri de ne çok benzer, değil mi?
Benzerlikler bu kadarla sınırlı değil tabii ki. Klasik virüs izolasyonu modaliteleri ile eksosom izolosyonu modalitelerinin karşılaştırması yapılırsa her ikisinin de saf bir izolat sağlamadığı, parçalanmış hücrelerin benzer yoğunlukta diğer hücre içerikleri ile karışmış olduğu ve virüs izolasyonu için kontrol deneyleri yapılmış olsa—ki hiç yapılmamış—elde edilecek olanın aynı olacağı izlenimini edinmek mümkün. Ki eskiden virolog olan ve şimdi ise virüslerin gerçekte eksozomlardan başka bir şey olmadığını tespit ederek bu ‘’virolog’’ sıfatını artık kullanmayan Dr. Stefan Lanka, kontrol deneyi yapıldığında, yani izolasyon prosedürü hasta örneği kullanmadan uygulandığında görülenlerin aynı olduğunu, çünkü bu yapıların virüs değil eksozom olduğunu anlatıyor. Ve artık virüs izolasyonu olarak adlandırdıkları klasik prosedürlerin yerine antikor işaretleme gibi dolaylı yöntemler kullanılıyor. Virüs genom veri tabanlarında yüz bine yakın farklı virüsün genom dizileri bulunduğu iddia ediliyor. Virüsler için genetik modifikasyonla işlev kazandırma çalışmaları yapıldığı iddia edildiği gibi eksozomlar için de aynı şekilde genetik modifikasyon çalışmaları yapılıyor.
Eksozomlar, çeşitli hücre tiplerinden salınan hücre dışı (ekstrasellüler) veziküllerin (EV’ler) bir alt sınıfıdır ve hücreler arasındaki parakrin (bir hücreden salınan hormonun komşu hücre reseptörlerine bağlanarak etki göstermesi) etkileşime katılırlar. 30-100 nm arasında değişen boyutlarıyla eksozomlar zardan türetilmiş nanoveziküllerdir. Tüm hücre tipleri tarafından endozomlardan üretilirler. Hipoksi, inflamasyon stimülasyonu ve hücre içi kalsiyum konsantrasyonunun artmasının hücreleri daha fazla eksozom üretmeye zorladığı güçlü bir şekilde gösterilmiş bulunmakta. Eksozomlar, biyoakışkanlarda kolayca dağılarak, yüklerini ileterek, paylaşarak ve alıcı hücrelerin biyolojik özelliklerini değiştirerek hücre-hücre iletişiminin aracıları olarak hizmet edebilir ve proteinler, lipitler ve nükleik asitler gibi sinyal biyomoleküllerini donör hücrelerden alıcı hücrelere aktarabilir. Bu ifadeler doğrultusunda, eksozomların fizyolojik ve patolojik koşullar sırasında biyokimyasal reaksiyonları ve hücresel aktiviteyi modüle etmek için KİLİT aracılar olduğu düşünülmektedir. Eksozomların yüzey proteinleri ve içerdikleri nükleik asit profiller çift sarmallı DNA, mRNA ve mikro-RNA’lar gibi çeşitlidir. Bunlar, kaynak hücrelerin tipleriyle ve ayrıca iltihaplanma, kanser, nörodejeneratif durum gibi hücre durumlarıyla ilişkilidir.
Son on yılda, hücre dışı veziküllerin (EV’ler), özellikle eksozomların incelenmesi, benzersiz biyolojik özelliklerinden dolayı özellikle kanser ve doku rejenerasyonu alanlarında hücre hedefli ilaç taşıma sistemi olarak kullanım için ilgi çekmiştir. Endojen eksozomların çekici biyolojik özellikleri ve işlevleri hem bilimsel hem klinik alanda daha fazla araştırmaya ilham veriyor.
Eksozomlar çevredeki vücut sıvılarına salınır. Ana hücrelerin (proteinler, DNA, RNA, lipitler gibi) moleküler imzalarını içerirler. Başka hücrelere alımı için tanınmayı sağlayan yüzey proteinleri ya da makrofajlardan korunmayı sağlayan protein yapıları vardır. Eksozomlar, en ilginç invaziv olmayan tanısal biyobelirteç ve terapotiklerdir. Düşük immünojenisite, doğal stabilite ve biyolojik engelleri aşma yeteneği dahil olmak üzere içsel özellikleri göz önüne alındığında eksozomların fonksiyonel kargo teslimatı için terapotik araçlar olarak kullanılması planlanmış ve bunun için eksozomlar çeşitli hücre hedefli tedavilere uygun hale getirmek için ilaçlarla kapsüllenmiştir.
Eksozomları, benzer bir lipit çift katmanlı yapıya sahip yapay veziküller olan lipozomlarla ve diğer nanotaşıyıcılarla karşılaştırdığımızda, biyolojik moleküllerin gelişmiş yükleme kapasitesi, alıcı hücrelere girme, uyumluluk, kararlılık, doğal biyoaktivite açısından üstündür. Bundan, eksozomların sadece ilaçları taşımakla kalmayıp aynı zamanda yarı ömürlerini artırdığı, toksisiteyi azalttığı ve hatta çeşitli engelleri aştığı sonucuna varabiliriz. Ancak düşük izolasyon verimi ve yetersiz hedefleme yetenekleri terapötik uygulanabilirliğini sınırlar. Çok miktarda izole edilmesi güç ve maliyetli olduğundan ilaç taşıma sistemleri olarak henüz kullanışlı olmadıkları anlaşılıyor. Bu sıkıntı eksozom-mimetik (eksozom taklitçi ) nanoveziküler taşıma sistemleri kullanılarak çözülmek isteniyor. Lipozomlar, üzerinde en çok çalışılan nanosistem türleridir ve yaygın olarak kullanılmaktadır. Lipozomol vitaminler gibi…
Son zamanlarda çalışmalarda bu ekstraseüllüler veziküllerin hedefleme yeteneğini geliştirmek için manyetik navigasyonlu süperparamanyetik demir oksit nanoparçacıkları (SPION’lar) kullanılmış. (FDA onayı almış olan ilk nanometal.)
Anlaşılan özellikle grafen oksit ve süperparamanyetik demir oksit gibi manyetik nanometaller, eksozomlar gibi nanoboyutta oluşlarıyla ve bu nanoyapıları manyetik etkiyle hücresel tedavi hedefi için dikkatleri çekiyor. Alttaki linkte SPION’larla birlikte bu nanoveziküllerin hücre içinde magnetik alandan nasıl etkilendiğini anlatıyor ve şematize ediyor.
Dolaşımda 1000’e yakın protein ve lipit çeşidi bulunuyor. Ve bir nanopartikül ortalama 300 çeşit proteinle kaplanarak olduğundan çok daha büyük ve farklı bir kimliğe bürünüyor. Bu protein KORONA oluşumu, nanopartikülün hedefine ulaşamadan dolaşımdan hızla temizlenmesine ya da taşınmak istenen ligandın başka bir noktada serbest kalmasına ya da karaciğerde tutulmasına, metabolize olmasına neden olabilir. İşte bu protein KORONAyı oluşturan proteinleri azaltmak ve dolayısıyla bu olasılıkları azaltıp NP (nanopartkül)-ligand (ilaç ya da gen gibi) bileşiminin dolaşımda dayanıklılığını arttırmak için nanopartiküllerden başka bir ilaç taşıma sistemi olan hidrojeller de kullanılıyor.
Aşağıdaki şekilde bir hidrojel olan PEG(polietilen glikol) ile nanopartiküllerin bileşimi, yani NP’in PEGilasyonu, NP’ler ile proteinler arasındaki etkileşimi en aza indirerek daha küçük bir protein koronası oluşumuna yol açar. Çalışmalar PEG ile muamelenin NP’lerin dolaşımda makrofajlar tarafından eliminasyonunu azalttığını gösteriyor.
Protein Koronası şematize edilişi ne kadar da tanıdık, değil mi?
İşte bu protein korona tüm nanoparçaçıklar ve doğal nanoveziküller olan eksozomlar veya virüsler etrafında da oluşuyor.
Lipid nanopartiküller gibi bir başka ilaç taşıyıcı sistemi de HİDROJELler. İyi emilimleri, iyi biyouyumlulukları ve en azından doğal olanların yüksek güvenlikleri nedeniyle hidrojeller, ilaç iletimi ve doku rejenerasyonu da dahil olmak üzere biyotıp alanında yaygın olarak kullanılmaktadır.
Hidrojel bazlı sürekli salınımlı ilaç taşıyıcıları gelişmekte olan bir ilaç dağıtım sistemidir. Hidrojel hazırlamak için kullanılan malzemeler doğal ve sentetik olarak ikiye ayrılabilir. Selülöz, kollajen gibi doğal olanlar yanında polivinil alkol, poliakrilamid, polietilen glikol gibi sentetik hidrojeller daha çok tercih ediliyor. Sentetik bir polimer olan PEG (polietilen glikol) ise yakın zamanlarda en yaygın olarak kullanılanlarıdır. PEG türevlerinin lipozomlara dahil edilmesi lipozomların serum proteini ve makrofajlarla etkileşimlerini azaltıyor gibi görünüyor. Bazı yayınlar birleştiği proteine göre karakterinin değiştiğini, aslında yüksek biyouyumlu olduğunu iddia etse de PEG oldukça allerjen ve grafen gibi kanın pıhtılaşmasına neden olabilen, hipersensitivite ve allerjik reaksiyonlara, antikor yanıtına yol açabilen bir hidrojel.
Grafen ailesi nanomateryallere gelince;
Eşşiz fizikokimyasal özelliklerinden dolayı grafen ailesi nanomateryaller (GFN’ler) grafenin yüksek mekanik dayanıklılık ve elektrik iletkenlik dahil bir dizi potansiyel fiziksel ve elektronik özelliklerinden dolayı dikkat çekmekte, özellikle biyomedikal uygulamalar olmak üzere birçok alanda yaygın olarak kullanılmakta ve araştırmaların burada yoğunlaştığı görülmektedir. Örneğin, kök hücrelerin farklılaşmasına etki etmek üzere yapılan çok sayıda çalışma dikkatleri çekiyor.
Grafen oksit = grafen nanoşeritler
CNT (Karbon nanotüp ) = İçi boş tüpler oluşturmak üzere sarılmış grafen tabakalarından yapılan silindirik şekilli nanoyapılar
Lipozom: En az bir çift katlı lipit tabakasına sahip küre şeklinde nanoboyutta ve yapay bir veziküldür. (ilaç taşımak için kullanılan bir çeşit küresel nanolipit)
Grafen nanoparçacıklar biyosensörlerin bileşenleri olarak veya hücreyi UZAKTAN KONTROL etmek için kapsamlı bir şekilde araştırılmış. Araştırmalar CNT/protein hibritlerin biyolojik yapı iskeleleri oluşturarak terapötik ve görüntüleme materyalleri olarak hizmet edebileceğini gösteriyor. Asıl dikkat çekici olansa, CNT’lerin tıpkı nöronların myelin klıfı gibi işlev görmesi ve sinirlerin CNT’lerle arayüz oluşturması. Yapılan çalışmalara bakınca nanopartiküller içinde üzerinde en çok durulan en populer olanların grafen bazlı olanlar olduğu çok açık. Bu çok duvarlı karbon nanotüplerin (CNT’lerin) oksidatif açılmasıyla sentezlenen grafen nanoşeritler (O-GNR) de son zamanlarda biyogörüntüleme ve ilaç verme uygulamaları için umut vaat ediyor gibi görünmekte ya da öyle gösterilmekte. Çünkü bunlar, oldukça toksik materyaller. Aşağıdaki bağlantı da grafen ailesi nanopartüküllerin toksisitesi ile ilgili fikir verecektir.
Bu süreçte bir çok bağımsız araştırmacı, Sinovac dahil tüm sözde covid aşılarının içeriğinde grafen nanoseritleri ve CNT’leri ve bazı nanometalleri görüntülediler ve Dr Karen Kingston (Pfizer eski biyoanalisti) gibi uzmanlar belgelerle, kanıtlarıyla aşılarda grafen oksit olduğunu bildirdiler. Karen Kingston bu uygulamayı yapanların asıl amaçlarının grafen için uygun dozu bulmak olduğunu söylüyordu. Ne için en uygun doz ???
Hatırlarsanız Japonya Sağlık Bakanlığı’nın Moderna aşısında nanometal tespiti üzerine aşıları toplattığı haberleri olmuştu. Mıknatıslanma özelliği görülünce kontaminasyon olduğu sanılmıştı, oysa bu nanomettaller tam da planın gereği olarak orada bulunuyor gibi görünüyor. Birçok araştırma incelendiğinde, diğer nanometallerin de daha çok grafen oksitle etkileşim ve etkinliğini artırmak için kullanıldığı izlenimini edinmek mümkün. Ayrıca farklı nanometaller grafen oksitle (karbon bazlı yapıştırıcı) bir arada tutularak dolaşımda agregatlar oluşturuyor. (Hepsi de toksik.)
mRNA-LNP aşı iceriğinde karbon nanotüpleri ilk tespit eden, çocukluk aşılarına karşı mücadelesiyle bilinen Dr Palevsky ve arkadaşları olmuştu. Grafen hakkında araştırma raporlarının iddiası CNT’lerin (karbon nanotüplerin), ilaç ve aşıları yani burada mRNA’yı hücre içine iletmek için kullanıldığı yönünde.
Özetle; LNP, mRNA’nın (ya da grafen oksitin) dolaşımda yıkılmasını önleyip dolaşım ömrünü uzatmak ve hedef hücrelere ulaştırmak, polietilen glikol (PEG) ise LNP’nin proteinlerle etkileşimini azaltıp kolayca yıkılmasını önlemek ve dolaşım süresini uzatmak için kullanılıyor.
Protein sentezi hakkında klasik öğreti; mRNA, bir DNA kalıptan transkripsiyon yoluyla (yani DNA’yı kalıp olarak kullanarak) hücre çekirdeğinde sentezlenir ve protein sentez yeri olan ribozomlara (hücre stoplazmasına çıkarak) protein kodlayıcı bilgiyi taşır.
Şimdi gözümüzün önüne getirelim;
Nanoboyutta mRNA, grafen nanokafeslerle sarılıyor, bu da LNP ile kaplanıyor; o da PEG ile. Sonra bu müthiş birliktelik dolaşımdan hücrelere CNT’lerin oluşturduğu kanallardan ya da endositoz gibi doğal yollardan girip hücre stoplazmasında mRNA açığa çıkıyor, bu da hücrelerde spike protein sentezlettiriyor!?
Bu nanoparçaçık bileşimlerinin biyolojik sistemde davranışının ne kadar çok değişkenden etkileneğini, in vivo çalışmaların yetersizliğini ve hücre altı olayların büyük oranda karanlıkta kaldığını düşünürsek, en azından son basamak pek mümkün görünmüyor. Bu yazıyı hazırlarken, tam da zamanında sanki bir lütuf olarak bulduğum şu sayfa ise anlatmak istediklerimi derli toplu kanıtlar nitelikte:
Burada araştırmacılar aşılar içinde asıl unsurun Grafen oksit ve PEGile LNP olduğunu, bunun dışında pek çok nanometal, hatta parazit olduğunu ancak minimum düzeyde mRNA tespit edildiğini (O da olur ya aşılar bir gün incelenirse ‘mRNA hiç yoktu ‘denemesin, virüs ve spike protein yalanına uyanılamasın ve toksisiteyi asıl yapanın O-GNR ve diğer unsurlar olduğu anlaşılmasın, diyedir herhalde) belirtiyorlar.
Grafen oksitle yüzde yüz dolu lipozomlar, çeşitli nanometal ve grafen oksit kümeleri izlemişler. Ayrıca dolaşımda simplast olarak tanımladıkları birçok hücrenin veya amibin (tek hücreli parazit) kaynaşarak bir araya getirdikleri dolaşım için büyük denebilecek boyutta kütleler de tespit edilmiş.
Özetle;
Kanın viskozitesini (kanın akışkanlığını ) etkileyen başlıca faktörler kan hücrelerinin sayısı, kan proteinleri ve kan hücrelerinin elastikiyeti yani şekil değiştirebilirliği olduğuna göre, dolaşımda kan hücrelerinde çıkıntı yapabilen, hücre zarlarının elastikiyetini azaltıp alyuvarların şeklini bozan ayrıca kan proteinlerini üzerinde toplayıp aralarındaki ilişkileri ve yapılarını etkileyen nanopartiküllerin genel anlamda hiperviskoziteye dolayısıyla dolaşım sorunlarına, dokularda oksijenlenmenin bozulmasına neden olacağı açıktır.
In vivo çalışmaların yetersizliği göz önüne alındığında sadece dolaşım sistemi değil tüm sistemin çok çeşitli koşullarda, farklı şekillerde ve farklı zamanlarda etkileneceğini anlamak güç değildir. Hasta ya da sağlıklı kişilerin hatta hastalığın tipine, yerine göre de farklı etkilenebileceği, farklı ph düzeyleri, oksijenlenme durumuna göre ya da aşı dozları ve içeriklerine (bir kısmının da plasebo olduğunu unutmayalım), dolaşımda karşılaşılan proteinlerin durumuna göre farklı düzeylerde ve farklı zamanlarda etkilenme mümkün olacaktır. Bu rastlantısallık ve çeşitlilik, bildirilen yüzlerce kötü sonucun çeşitliliğini de açıklar niteliktedir.
Viroloji ve immünoloji doktoralı, Hint asıllı akademisyen Poorniam Wagh, teknoloji, medya, çokuluslu şirketler ve dünya istihbarat birimlerinin yardımıyla dünya popülasyonunun başına örülmüş gelmiş geçmiş en kapsamlı ve koordinasyonu yüksek komploda kral çıplak diyebilen ve bu yüzden cezalandırılan şerefli akademisyenler arasındaki yerini alıyor.
Sunum yaptığı videonun kısa versiyonunu altyazılı olarak izleyebilirsiniz. Videonun uzun versiyonu yazı sonunda verilmiş olup, sunumun içeriği Wagh’ın yorumları ve bizlerin eklediği genişletilmiş açıklamalar ile birlikte birkaç bölüm halinde sitemizden sunulacaktır.
Ne dersiniz? Daha fazla kanıta ihtiyacımız var mı? Virüs… Var mı yok mu?
Wagh’ın sunum slaytları ve videoda yapmış olduğu yorumlar ile birlikte Türkçeleştirilerek aktarılmıştır.
Wuhan ve ardından dünyanın geri kalanında kurgulanan oyunda neler yaşandı:
2019 Aralık ayında, Wuhan’da deniz ürünleri satan bir pazaryerinden alışveriş yapan 198 kişinin, yarasa-karıncayiyen virüsü olduğu iddia edilen bir virüs nedeniyle hasta düştüğü ve zatürre benzeri belirtiler sergilediği söylendi. Bu 198 kişiden ise inceleme için yalnız 1 kişinin akciğerinden sıvı aspire edildi. NİYE? Hasta grubu içerisinden yalnız 1 kişiden test numunesi alınması gayrı bilimsel olduğu kadar şüphelidir de.
Bu yaptıkları son derece anlamsız, büsbütün tuhaf. Niye 198 kişiyi de test etmiyorsunuz, sadece 1 kişiden numune alıyorsunuz? Bilimsellikle taban taban zıt bir davranış bu. Ortada viral bir salgın olduğunu iddia ediyorsanız, büyükçe bir grup insanda bu virüsü bulup göstermeniz lazım.
Gen Diziliminde Yapılan El Çabukluğu – Tek Dokunuşla 40’tan 40,000’e Bütünleme Bilimi
Wuhan’daki hastanede bu kişinin ciğerinden çekilen sıvıda topu topu 40 baz çiftlik, inanılmaz kısa RNA iplikçik bölümü bulduklarını söylediler ve buradan bilgisayar programı marifeti ile (“in silico) NOVEL (yeni oluşumlu, daha önce hiç karşılaşmamış olduğumuz) virüs için tam 40 binbaz çiftlik bir gen dizilimi yarattılar, bunu da Blast P gibi dünya genelindeki veritabanlarına yüklediler.
Teknolojik Sihirbazlık Numarası ile Frankenstein Genom Yaratma
Hastadan alınan sıvıdan 40 baz çiftlik “virüs” RNA’sı bölümünü alınıp bilgisayara yüklenir, “alignment” (hizalama) denilen bir işleme tabi tutulur -buna De Novo sequencing process (Yeni genom dizileme işlemi) denmekte.
Bilgisayar programından, elimizdeki 40 baz çiftlik bölümü sistemine kayıtlı diğer tüm bakteri, “virüs” gen bilgisi ile kabaca birleştirip, buradan bize “yeni” bir yapboz resmi oluşturmasını, yani ortaya “yeni bir virüs resmi” çıkarmasını isteriz.
Bilgisayar denileni yapar ve ortaya yepyeni, ancak HAYALİ (gerçekte var olmayan) bir SARS-CoV-2 virüsü çıkar. “Çok ölümcül” olduğu söylenir(!).
Bilgisayar marifetiyle oluşturulmuş bu gen dizilimi Blast P’ye yüklenir.
Wagh, tecrübeli ve oldukça fazla sayıda gen dizilimi görmüş bir bilimci olarak dünyaya SARS-CoV-2 genomu diye tanıtılan dizilime ilk baktığında son derece tuhafına gittiğini, şaka mı bu diye düşünmekten kendini alamadığını da ifade ediyor.
2019 Aralığında birden internet, yol ortasında yığılıp kalmış, ağzından kan gelen, epileptik nöbet geçiren Çinli’lerin tuhaf ve daha sonradan sahte olduğu anlaşılan videoları ile doldu. Bunu, İran’dan gelen ve kurgusu birebir aynı videolar izledi; insanlar Tahran’da yol ortasında düşüp ölüyor, ağızlarından burunlarından kan geliyordu. Bu durumun adını Covid koymuşlardı. Batı dünyasının kalbine böylelikle salınan korku ile birlikte, başta ABD olmak üzere ülkeler askeri sıkıyönetimin medikal karşılığı olan ‘tıbbi acil durum’larını ilan etmekte gecikmediler ve bu acil durum halen kaldırılmış değil.
Aralık’ta birden ortaya çıkan bu YouTube videoları Ocak ayına gelindiğinde yine birden yok oluverdi.
Ardından DSÖ doğrudan Victor Corman ve Christian Drosten adlı Alman iki moleküler biyoloji uzmanı ile iletişime geçerek(!) SARS-CoV-2 için PCR “test”i geliştirmelerini istiyor.
Peki ama niye PCR testi?
Yaptıkları yayında Drosten ve ark., geliştirdikleri RT-PCR “testi“ için, herhangi bir kişinin vücudundan alınarak diğer hertürlü materyalden arındırılmış olarak tek başına ortaya konmuş (izolasyon ve pürifikasyonu yapılmış) ve bu şekilde kimyasal ve morfolojik yapısı tanımlanmış fiziki bir “virüs”ten değil, “in silico”, yani bilgisayar bazlı bir genomdan yola çıkarak hazırlamış olduklarını yazıyor!
Yani bu insanların SARS-CoV-2 denilen virüsü ne mikroskop altında görmüşlükleri var ne de laboratuar ortamında bununla çalışmışlıkları. Ellerinde yalnızca Wuhan’ın kendilerine ilettiği novel (yeni oluşumlu) genom bilgisi var ve bununla kalkıp RT-PCR protokolü hazırlayabiliyorlar.
Wagh’ın yorumu: Bilime daha aykırı yürütülemezdi herhalde işler!
Bilimle hiçbir şekilde bağdaşmayan bu icraatlerini yaptıkları yayında açıkça yazıyorlar da:
“Boşluk kalmamış bir hizalama elde etmek için SARS ve SARS ile bağlantılı koronavirüsleri (daha önce kendi çalışmalarımızdan elde ettiğimiz ve ayrıca literatürde geçen diğer yarasa korona virüslerini) kullandık. Teşhis amaçlı kullanılacak aday RT-PCR assay’lerimizin tasarımı, 2019-nCoV genom diziliminin tamamlanıp açıklanmasından önce hazırdı.”
Yani, oluşturmak istedikleri yeni “virüs” için daha bilgisayar bir gen haritası oluşturmamışken, Drosten ve ekibinin teşhis amaçlı(!) kullanılacak testi hazır!
DSÖ’nün kendi elleriyle seçmiş olduğu “bilimadamları”, ortada bir virüs var mı yok mu bilmeden, görmeden, hayali virüsün bilgisayar üretimi genomuna bile sahip değilken, tüm dünyada tam da bu “virüs”ü tespit edeceği iddiası ile cihaz, protokol geliştirebiliyor.
Wagh’ın, doktora sahibi olmanıza gerek yok, okuyan herkesin apaçık hataları görebileceği bir yayın dediği Drosten imzalı belge Avrupa’dan 15 kişilik bağımsız bir ekip tarafından da incelenerek metodolojideki 10 hayati kusur gösteriliyor. Buna rağmen, hiçbir bilimsel geçerliliği olmayan, anormal derecede fazla yanlış pozitif sonuç üreten bu kusurlu model, hastalık teşhisinde kullanılmaya devam ediyor.
Niye bu kadar çok yanlış pozitif var?
Wagh’a göre, insan vücudunda kan dolaşım sistemi ve lenfatik sistem aracılığıyla sürekli dolaşımda olan RNA ve DNA’lar bulunmakta ve Çin’liler akciğerden aldıkları sıvıda buldukları küçücük bir RNA iplikçiğini alıp, işte aradığımız katil “virüs RNA’sı” bu diyorlar.
İnsan genomunun parçası olan bu genetik bilgi, buna sahip başka insanlarda da saptandığında, “virüs”e pozitif ilan ediliyorsunuz. Kurgu bu.
Hastayla sadece 2 dakikalık konsültasyonu olan doktorların ise bu tarz ayrıntılar umurunda olmadığı gibi, bilimdeki son gelişmelere, araştırmalara da hakim olmadıklarından, gözlerinin önündeki kurguyu anlamıyorlar dahi.
Durumun vahametini anlatan bir başka örnek daha veriyor Wagh:
2020 Şubat ayında Hintli akademisyenlerin, Çinliler’in tüm dünyaya SARS-CoV-2 genomudur diye servis ettiği dizilimin “HIV virüsü” ile hiç de “tekin olmayan” benzerlikler taşıdığı, bunun izahı mümkün olan bir durum olmadığı ve bu işte bir “bit yeniği” olduğunu ima ettikleri yayınları sahneye çıkıyor.
Virolog Wagh’ın yorumu, korona virüs ile HIV’nin benzerlik taşımasının mümkün olmadığı, ortada gerçek bir virüs olmayıp Çinliler bilgisayar veritabanlarında kayıtlı karma genetik bilgiden kes-yapıştırla ortaya hayali bir virüse ait uydurma bir genom çıkarmış oldukları için istemeden yakayı ele verecek hataların yaşanmış olduğu yönünde.
Bu açığı yakalayan Hintli akademisyenler, Amerikan Mikrobiyoloji Derneği’nin baskıları neticesinde yayınlarını 1 ay içinde geri çekmek durumunda bırakılıyor. Retraction.org’da sadece özet bölümü bırakılan yayının içeriği internetten silinmiş durumda. Wagh, yasaklı bu güzelim yayının pdf’ine sahip olduğunu belirtiyor.
Şu adresten, “Covid 19” ile ilgili yapılmış ancak geri çek(tir)ilmiş bugüne kadarki yayınları görebilirsiniz:
Wagh’ın “virüs” izolasyon, pürifikasyon ve karakterizasyonu ile ilgili açıklamalarının olduğu bir sonraki yayında görüşmek üzere.
Videonun uzun versiyonu:
SARS-CoV-2 diye bir virüs bulunmadığı, ortada 2019 yılında ortaya çıkmış COrona VIrüsüne ait bir hastalık (yani COVID-19) olmadığı, viral bir salgın yaşanmamış olduğu yönünde sürecin başından beri görüş bildirip en ağır şekilde sansüre tabi tutulan yasaklı bilimci ve doktorların sitemizdeki yazılarına şuradan ulaşabilirsiniz:
Covid-19 krizinin başlatılmasına 5 ay kala, 2019 ağustosunda ilaç sektörünün küresel çaptaki iki dev şirketler grubu sessiz sedasız stratejik işbirliği kararı alıyor.
İki şirket arasında tam bir birleşme sayılmayacak olsa da, yöneticilerinin açıklamalarına göre pazarlama ve dağıtım alanları başta olmak üzere birlikte hareket etme kararı, girilecek müşterek yatırım projelerini de kapsıyor.
“Pfizer ile kurulan müşterek teşebbüsün hayata geçmesi ile GSK’nın dönüşüm projesinde bir sonraki faza geçmiş bulunuyoruz. Holding için bu önemli bir andır ve biri İlaç ve Aşı sektöründe diğeri de Tüketici Sağlığı alanında dev iki şirketin temeli atılmış bulunmaktadır.”
Aşı Pazarı
Şu an için global aşı pazarının %80’i, aralarında GSK ve Pfizer’ın da bulunduğu 5 çokuluslu şirketin kontrolünde ve iki şirket arasındaki bu ittifakla birlikte Covid-19 aşılamasında GSK-Pfizer küresel piyasaya hakim konuma yerleşmeye aday.
GSK-Pfizer arasındaki bu ortak aşı insiyatifi partner konumundaki türlü ilaç şirketleri, araştırma laboratuvarları, viroloji enstitüleri, askeri yapılanmalar ve biyoteknoloji kuruluşları gibi yan oluşumları da kapsamakta.
Covid aşılaması, 150’den fazla devletin borcunu katlayarak artıracak milyarlarca dolarlık bir operasyon.
Korku kampanyası ile destekli bu inisiyatifin gerisindeyse Halk Sağlığı’ndan ziyade Para’nın itici gücünü görüyoruz.
Anlaşma hükümleri arasında, yeniden yapılanma süreci ardından iki şirketin “ayrıma gitmesi”ni öngören bir madde bulunmaktaysa da, GSK ve Pfizer net bir biçimde aşı pazarı özelinde karar alma mekanizmalarını birleştirmiş gözükmekte:
“İleride ayrılma niyetimizle beraber, gerçekleştirilmiş işlem GSK için AR-GE yaklaşımı bağışıklık sistemi ile ilgili bilim, genetiğin dahli ve ileri teknolojilere odaklı yeni bir global İlaç/Aşı şirketi yaratmanın yolunu açmıştır. . . . Son tahlilde amacımız, Birleşik Krallık bazlı ve uygun kapital yapısına sahip iki istisnai küresel ölçekte şirket yaratmaktır.” (GSK)
Burada karşı karşıya olunan tehlike esasen şudur: Bu birleşme ile dünyada geniş bir “iş ortakları” ağı ile birlikte fiilen bir İLAÇ TEKELİ kurulmuş olmaktadır.
Küçük çaplı 125 ilaç şirketi adayının rolü ise büyük grup şirketler için fason üretim ve pazarlama etkinliklerini üstlenmekten öteye gitmemektedir.
COVAX İnisiyatifi ve İlaç Endüstrisi
2020 nisanında, Covid aşılarının dünya genelinde dağıtımını üstlenecek COVAX inisiyatifi hayata geçirilmiştir. Bu inisiyatifin koordinasyonu ise Epidemiye Hazırlık İnovasyonları Koalisyonu (CEPI), GAVI, Aşı Alyansı ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yürütülmekte olup, bunların hepsi kısmen Gates Vakfı’nca fonlanan kuruluşlardır.
Karşılığında ise Gates Vakfı, GSK ve Pfizer da dahil olmak üzere ilaç devi şirketlerin ana hissedarı konumundadır:
Temmuz ayında Sanofi veGlaxosmithkline, adjuvanlı rekombinan proteinli altbirim aşılarının AR-GE ve büyük ölçekli üretimi için 100 milyon doz aşı sağlama şartıyla ABD’nin ‘Operation Warp Speed’ (Son Sürat Harekatı) programından 2.1 milyar dolar hibe almıştır. Bu şirketlerin ayrıca İngiltere, Kanada ve uluslararası bir aşı alyansı olan GAVI ile aşı dozu sağlamak için anlaşmaları bulunmaktadır. (Aralık 2020, BioWorld)
GSK-Pfizer bu ortaklıkları sayesinde aşı satış ve üretimi üzerindeki kontrollerini yerelde sağladıkları ticari ve bilimsel iş ortaklıklarını kullanarak Çin ve Latin Amerika da dahil olmak üzere dünyadaki tüm ana bölgelere yayma gayretinde.
Aşı alanında öne çıkan diğer aktörler ise GSK ile ortaklığa gitmiş Fransa’nın Sanofi’si, Pfizer ile bağlantıları bulunan Moderna, Merck,Astrazeneca ve Johnson and Johnson şirketleri.
Covid Aşısının 2020 Kasımında Piyasaya Sürülüşü
Aşı geliştirme işinde standart olan laboratuvarda fare ve gelincik deneyleri yapılmış mıdır?
Yoksa Pfizer ve Moderna aşılarını “doğrudan insan kobaylar”da denemeye mi geçmiştir? İnsan deneyleri temmuz sonu-ağustos başında başlamıştır. “Yeni bir aşı için üç aylık deneme süresi duyulmuş-görülmüş şey değildir. Normalde süreç birkaç yıl alır.”
Birinci Fare: “Aşıyı olacak mısın?”,
İkinci Fare: “Deli misin, daha insan deneylerini bitirmediler.”
Peki hem WHO hem de ABD’nin Bulaşıcı Hastalıkları kontrol ve Önleme İdaresi (CDC) Covid-19’un “mevsimsel grip ayarında” bir hastalık olduğunu ifade etmişken aşıya ne gerek var sizce?
İşin gereği şu: PARA.
Dünya Tarihinin En Büyük Aşı Operasyonu
Covid-19 aşısı geliştirme planı tamamen kâr odaklı bir girişim. İlaç endüstrisinin satın aldığı ve büyük kartellere hizmet eden hükümetlerce desteklenen bir plan.
ABD hükümeti daha temmuz ayından 100 milyon doz aşı siparişi verdi bile, AB ise 300 milyon doz satın alma aşamasında. Rüşvete boğulan yolsuz politikacılar, halkın heba edilen parası ve kazanan yine herzamanki gibi İlaç Sanayii.
Nihai amaç, SARS-CoV-2 “virüs”ü için gezegenin 7.8 milyar nüfusunu aşılayarak vurgun yapmak.
Covid aşısının çoğu durumda 2 doz şeklinde uygulanması gerekeceği de biliniyor. İşler planlandığı gibi giderse bu İlaç Sanayii için tarihin gelmiş geçmiş en büyük vurgunu olacak.
Üstelik, Pfizer Moderna inisiyatifinin mRNA aşılarıyla insan genleri de geriye dönüşü olmayan şekilde değiştirilmiş olacak.
ID2020 Dijital Aşı Kimliği Platformu
GAVI’nin araya bir de “dijital pasaport” uygulaması sıkıştırma planını atlamamak gerekiyor.
İsmi ID2020 Agenda olan bu plan, Peter Koenig’e göre “aşılamayı insanlara dijital kimlik tesisi için kullanan elektronik hüviyet programıdır.”
“Bu, yenidoğanlara taşınabilir ve kaybedilme ihtimali olmayan biyometrik bağlantılı dijital hüviyet sağlamak üzere mevcut nüfus kaydı bilgileri ve olunan aşılar ile ilgili bilgileri taşıyan bir programdır.” (Peter Koenig, Mart 2020)
ID2020 programının kurucu partnerleri Microsoft, Rockefeller Vakfı ve Global Alliance for Vaccines and Immunization (GAVI)’dir.
Kronolojiye dikkatinizi çekmek isteriz: ID2020 Alyansı’nın New York’ta “İyi Hüviyete Kavuşma Mücadelesine Varız” (“Rising to the Good ID Challenge”) konulu zirvesi 19 Eylül 2019 tarihinde gerçekleşiyor. Özel Johns Hopkins Üniversitesi’nce Event201 adı verilen nCov-2019 simülasyonu ise yine New York’ta bundan tam 1 ay sonra gerçekleşiyor:
“ID2020 projesinin WHO tarafından Pandemi ilan edildiği sırada hayata geçirilmesi tesadüf müdür? Yoksa ID2020 projesi ile planlanan ve insanlığın mahvı anlamına gelen çoklu projeler için bir Pandemi gerekliydi de, o mu hayata geçirilmiştir?” (Peter Koenig, Mart 2020)
ID2020, bazı analistlerce Global Polis Devleti’nin kontürlerini belirleyecek bir “Dünya Hükümeti” projesi olup, aşılama yoluyla milyarlarca insanın kişisel bilgilerini vücutlarına işleme planıdır.
İlaç ve kimya firmalarında üst düzey görevlerde çalıştıktan sonra, kurumsal hayatı tamamen bırakan ve doğal yaşamı seçen Pamira Bezmen‘i şimdilerde bir aktivist olarak tanımlamak mümkün.
Gelin bu sürece bir de,hem ilaç şirketlerinde yılları geçmiş bir bilirkişi, hem bir sanatçı, hem de aktif olarak bu süreçte direnmeyi seçmiş bir aktivist gözüyle bakın.
Bu konuyu 3 ana bölüme ayırıp anlatacağım:1-) Bakteriler, Diğer Mikroplar ve Parazitler Bizim Dostlarımızdır; Onlarla Birlikte Yaşarız, Onlarsız Var Olamayız.2-) Kanıtlar – I ve II3-) Ivermectin, Antiparaziter İlaçlar ve Antibiyotikler Canlılık Karşıtı Zehirdir. Hadi...
Bildiğiniz gibi İBB, 2024 Mayıs ayından itibaren 9-26 yaş aralığındaki insanlara “ücretsiz” bir şekilde uygulanacak HPV aşılama programını başlattı. Öncelikle şunu bilelim ki, “ücretsiz” diye tanıtılsa da aşılama programları ücretsiz değildir. İlaç şirketlerinden...
Aşıların içinde grafen oksit ve nanometaller olduğunu bağımsız araştırmacılar sayesinde başından beri biliyoruz, etkilerini de az çok kestiriyorduk. İçerikte adjuvan olarak PEG (polietilen glikol) ve aşı platformu olarak lipid nanopartiküller (LNP ) kullanıldığı ise...