COVID aşıları mRNA-LNP mi? Grafen oksit-LNP mi?

COVID aşıları mRNA-LNP mi? Grafen oksit-LNP mi?

Aşıların içinde grafen oksit ve nanometaller olduğunu bağımsız araştırmacılar sayesinde başından beri biliyoruz, etkilerini de az çok kestiriyorduk. İçerikte adjuvan olarak PEG (polietilen glikol) ve aşı platformu olarak lipid nanopartiküller (LNP ) kullanıldığı ise firmalar tarafından zaten deklare edilmişti.

Burada anlatmak istediğimse, mRNA-LNP’nin insan organizmasında hücrelere girip spike protein ürettirdiği iddiasının da BALON olduğu .

Virüs konusu BALON olduğu gibi, spike protein de bir BALON .

Başından beri böyle olduğunu düşünmekle birlikte, bu kadar çok kanıtı bir araya getirecek zaman olmamıştı. Aylar önce bir tarafa kaydettiğim aşağıdaki şu çalışma, bu düşüncemi kuvvetli bir şekilde destekliyor ve anlamak isteyenler için çok fazla şey ifade ediyor.

GRAFEN OKSİT-LNP, alyuvarlarda ve damarların iç yüzeyini döşeyen endotel hücrelerde DİKENSİ çıkıntılar yapıyor !!!

Grafen oksit (O-GNR) ve PEG-DSPE (polietilen glikol ve polar bir nanolipit olan 1,2-distearoil-sn-glisero-3fosfoetanolamin-N) bir solüsyonda inkübe edilerek kolayca elde edilen bu nonkovalent birliktelik hem amacı karşılıyor hem de spike proteine atfedilen ve klinikte görülen tüm sonuçları açıklıyor.

PEG: Polietilen glikol (polimer bir sentetik hidrojel)

DSPE: Bir çeşit lipit nanopartikül (LNP)

PEGile LNP: PEG eklenmiş LNP

Bu çalışmada EMF ile yönlendirilebilen marifetli molekül grafen nanoşeritlerle –PEGile LNP’lerin dolaşım sistemi ve kan komponentleri ile etkileşimi araştırılmış:

Hepi topu 1-3 ve 12 saatlik laboratuar gözlemleri…

Grafen oksit (O-GNR), dolaşımda çabucak çözüldüğü ve kan proteinleri ile etkileşime girebildiği için dolaşımda dayanıklılığını artırmak amacıyla LNP (PEG-DSPE) ile kaplanmış. Lipid nanopartikul olan DSPE’nin dolaşımda dayanıklılığnın yani dolaşım ömrünün artması için de PEG (polietilen glikol) kullanılmış. Hepsi ayrı ayrı incelemeye değer. Örneğin PEG oldukça allerjen ve kanda pıhtılaşmaya yol açabiliyor. Aynı zamanda kanserojen ve genotoksik olarak biliniyor.

Bu marifetli bileşik (grafen oksit -Pegile LNP), yani (O-GNR-PEG -DSPE) alyuvarlara ve damar endoteline giriyor, iddiaya göre doz bağımlı toksisite yapıyor, ancak inceleme saatlerle sınırlı tutulup laboratuvar şartlarında yapılmış.

Grafen oksit –LNP, alyuvarlarda şekil bozukluğuna dolayısıyla elastikiyet kaybına hatta alyuvar hücre zarında DİKENSİ çıkıntılara, damar duvarlarını kaplayan endotel hücrelerinde yine DİKENSİ çıkıntılara neden olabiliyor. Tanıdık geldi mi?

Ayrıca trombositler, bazı kan proteinleri, sitokinler gibi diğer bazı kan bileşenleri ile de etkileşimler gözlenmeye çalışılmış. Örneğin; antiinflamatuar bir sitokin olan IL-10 düzeylerinde yüzde 5-10 azalma izlenmiş (1saatlik izlem). Kabaca O-GNR-PEG-DSPE’nin 80uq/ml altı dozda güvenli olduğu gibi bir sonuca varılmıssa da bu gözlemin bir günden kısa süre için yapılmış olduğu, laboratuvar ortamında kısa bir sürede ISI ve EMF etkileri gibi faktörlerin göz önünde bulundurulmadığına dikkat çekmek isterim.

Şimdi bu süreçte sıkça duyduğumuz bazı kavramlara da özetle değinerek konuyu daha iyi anlamaya çalışalım.

Nanopartikül ya da nanoparçaçık, bir maddenin boyutları 100 nm ve altında kalan toz parçalarına verilen addır.

Nanotıp nasıl tanımlanıyor bakın:

Nanoboyutlarda işlenmiş alet ve cihazları kullanarak insan biyolojisi ve sağlığının moleküler düzeyde incelenmesi, tedavisi, yeniden yapılanması ve kontrolü.

Nanomateryaller büyük parçacıklara göre daha yüksek yüzey/hacim oranına sahiptirler. Bu avantajla kan beyin bariyerini geçebilir, diş minesinden saç teline kadar hücrelerin içine girebilirler. Bu nedenle nanopartiküllerin biyomedikal alanda ilaç taşınması-salınımı ve görüntülemede kullanımı gibi uygulamaları son yıllarda iyice yaygınlaşmıştır. Ancak her yere girebilecek kadar küçük olmaları biyolojik sistemde işlerin tam da böyle olacağı anlamına gelmiyor tabii. Malzeme boyutu küçüldükçe yüzeyde bulunan atom miktarı artmakta ve buna bağlı olarak da malzemenın çevre ile etkileşimi değişmektedir. Bizi ilgilendiren ise bu çevre ‘insan vücudu’ olduğunda neler olduğudur. İlginç bir şekilde nanopartiküller, makro eşdeğerlerine göre daha güçlü özellikler gösterebildikleri gibi tamamen farklı özellikler de gösterebiliyorlar. Nano boyuttaki malzemeler daha yüksek reaktiflik ve mekanik direnç, daha iyi elektriksel ve termal özellikler gösteriyorlar Nanotıpla birlikte insanların nanopartiküllere maruz kalması kaçınılmaz görünüyor. Bununla birlikte nanoparçaçık türlerinin ve uygulamalarının sayısı artmaya devam ederken, maruz kaldıktan sonra etkilerini karekterize etmeye ve potansiyel toksisitelerini anlamaya yönelik çalışmalar kıyasla az görünüyor.

Raporlar nanopartiküllerin kan proteinleri, pıhtılaşma faktörleri, kan hücreleri, vücut savunma sistemi ve allerji yanıt sistemi bileşenleri ile etkileşime girmesinin ne kadar mümkün olduğunu göstermektedir. Tüm canlı sistemi tüm olasılıklarıyla incelemenin zorlukları düşünüldüğünde, nanoparçacıkların hematolojik toksisitesi genel toksikolojik değerlendirmesinin çok kritik bir bileşenidir. Araştırmalar nanoparçacıkla indüklenen hematolojik toksisitenin tezahürünün değişebileceğini ve artmış veya azalmış hücre sayıları (kırmızı ve beyaz kan hücreleri), vücut savunma sisteminin aktivasyonunu veya inhibisyonunu, hemolizi, endotel disfonksiyonu ve allerjik tepkileri içerebileceğini düşündürmektedir. Nanoparçacıkların eritrositlerle etkileşiminin hücre zarında penetrasyona neden olduğu ve hemolize (alyuvarların büyük miktarda yıkımı ) yol açan hücre iskeleti bozulması yanı sıra eritrositleri deforme ettiği gösterilmiştir. Örn; altın nanopartikuller alyuvar ve kan hücresi sayısında artış veya azalmaya yol açıyor. Demir oksit, titanyum dioksit, silika gibi nanopartikuller enflamasyona ve endotel disfonksiyonuna yol açıyor, çinko oksit bağışıklık tepkisini aktive ediyor.

Lipit nanopartiküllere (LNP’ler) gelince, enjekte edildikleri doku bölgesinde en çok olmak üzere yüksek inflamatuar (iltihabı ) yanıt oluşturuyor ve antikor üretimine neden oluyorlar. Yani mRNA olmadan ve sözde spike protein üretilmeden de yüksek inflamatuar etki ve antikor oluşumuna neden oluyorlar.

LNP’ler örneğin intranazal (burun içi) olarak uygulandığında akciğerlerde ciddi tahribat yapıyor. Buraya değinmişken ısrarla intranazal (burun içi) aşı isteyen-öneren sözde muhalif profesörü hatırlamadan geçmeyelim.

KAYNAK

Burada bu yüksek inflamatuar yanıt sanki iyi bir şeymiş gibi verilmek istense de, gerçeğin böyle olmadığını anlamak için ortalama bir zeka yeterlidir sanırım. İşte LNP ve PEG’ler, bildirilen aşı etken maddesi olmaksızın da bol miktarda antikor yanıtı oluşturuyor.

Nanomalzemeler biyolojik bir ortamla temas ettiğinde, ortamda bulunan biyomoleküllerle, özellikle proteinlerle etkileşime girme eğilimindedir ve bu etkileşim ‘’protein KORONA’’ (PC) oluşumuna yol açar ve aynı zamanda bu proteinlerde yapısal değişikliklere neden olabilir. Bu değişiklikler sadece NP fizikokimyasal özelliklerine değil, aynı zamanda protein moleküllerinin içsel stabilitesine de bağlıdır. NP’lerin yüzeyinde protein korona oluşumu ve altta yatan mekanizmalar çeşitli çalışmalarda araştırılmış olsa da, NP’ler ve kan proteinleri arasındaki doğrudan biyokimyasal ve biyofiziksel etkileşimleri hiçbir inceleme kapsamlı olarak tartışmamıştır ve in vivo (canlının içinde) araştırmalar çok azdır. PC’yı karakterize etmeye çalışan çalışmalar çoğunlukla in vitro (laboratuar ortamında-yapay) olarak yapılmıştır.

Örnek bir araştırmada Altın nanopartiküller (AuNP’ler) etrafında 300’den fazla farklı faktör tanımlanmıştır. AuNP’lerin çevresinde yaklaşık 288 serum proteini saptanmış ve ilginç bir şekilde PC bileşenlerinin %93’ünün 80 protein tarafından üretildiği görülmüş. PC bileşimlerinin %87’si anti-trombin III, kompleman C3, faktör V, fibronektin, IgG ve kompleman faktörü H’dir. NP’lerin boyutu, yüzey kimyası, şekli ve entropisi, plazma protein adsorpsiyonunda ve dolayısıyla biyolojik dağılım kapasitesinde en önemli parametrelerdir. Biyolojik numuneler içinde, benzer yüzey kimyası ve kompozisyona ancak farklı boyutlara sahip NP’lerin inkübasyonu, çapı 30 ila 200 nm arasında değişen PC oluşumuna katkıda bulunabilir. Dikkate değer bir şekilde, yüzey bileşimindeki değişiklik, NP’ler etrafındaki PC içeriğini derinden değiştirebilir. Bu, birçok bilinmeyen parametrenin etkisinden dolayı PC fenomeninde ortak bir kuralın bulunmasının pek mümkün olmadığı anlamına gelir. Diğer bir deyişle, NP’lerin yüzeyinin küçük moleküller, peptitler, aptamerler, proteinler, antikorlar vb. herhangi bir ligand türü ile süslenmesinde yoğunluk, moleküler ağırlık, zincir uzunluğu vb. diğer parametreler açısından ayrıntılı olarak ele alınmalıdır.

PC oluşumu uygulama yolunun (intravenöz, oral ve inhalasyon) rolü de PC’nin bileşimi ve profilinde kritik öneme sahiptir. PC içeriğindeki herhangi bir değişiklik doğrudan kan akış hızı, laminer/laminer olmayan kan akışı, cinsiyet ve sıcaklık gibi çevresel özelliklerle ilişkilidir. PC’nin, özellikle yumuşak korona tabakasının stabilitesinin, kılcal damarlardan arterlere kan akış hızı gibi çevresel özelliklere bağlı olarak değiştirilebileceği bulunmuştur. NP’ler dolaşımda 1000 kadar farklı proteinle karşı karşıya gelir. Çeşitli proteinlerin yüzen NP’lere bağlanması, sonuç olarak in vivo koşullarda biyolojik aktiviteyi etkileyen farklı NP alt popülasyonlarının oluşumuna yol açabilir. İlginç bir şekilde, her bir patolojik durumun belirli proteomik profili, spesifik NP’ler etrafındaki PC içeriğini etkileyen başka bir tartışılmaz faktördür. Şaşırtıcı bir şekilde, bu profil aynı durumda (sağlıklı veya hasta kişilerde) bireysel olarak farklılık gösterir.

Yani, biyolojik sisteme giren bir nanopartikülün farmakolojik davranışını değiştirip etkileyecek çok sayıda değişken bulunuyor.

Nanopartikül deyince eksozomlar da virüsler (virüsü eksozomlardan ayırdedici gerçek bilimsel kanıt yok, çünkü saf bir izolat olmadığı gibi kontrollü bir deney de yok) de benzer nano boyutlarda ve bunlar da dolaşıma girince aynı şekilde etraflarında protein korona oluşuyor. Eksozomların zarı, kaynaklandıkları hücre duvarından oluşuyor, zarflı virüslerin zarfı da konak hücre zarından oluşuyor.

Eksozomlar kaynaklandıkları hücreye, koşullara ve içlerinde taşıdıkları nükleik asit vs. içeriğe göre çok çeşitlidir, virüsler de !?

Elektron mikroskopisi resimleri de protein korona ile şematize edilişleri de ne çok benzer, değil mi?

Benzerlikler bu kadarla sınırlı değil tabii ki. Klasik virüs izolasyonu modaliteleri ile eksosom izolosyonu modalitelerinin karşılaştırması yapılırsa her ikisinin de saf bir izolat sağlamadığı, parçalanmış hücrelerin benzer yoğunlukta diğer hücre içerikleri ile karışmış olduğu ve virüs izolasyonu için kontrol deneyleri yapılmış olsa—ki hiç yapılmamış—elde edilecek olanın aynı olacağı izlenimini edinmek mümkün. Ki eskiden virolog olan ve şimdi ise virüslerin gerçekte eksozomlardan başka bir şey olmadığını tespit ederek bu ‘’virolog’’ sıfatını artık kullanmayan Dr. Stefan Lanka, kontrol deneyi yapıldığında, yani izolasyon prosedürü hasta örneği kullanmadan uygulandığında görülenlerin aynı olduğunu, çünkü bu yapıların virüs değil eksozom olduğunu anlatıyor. Ve artık virüs izolasyonu olarak adlandırdıkları klasik prosedürlerin yerine antikor işaretleme gibi dolaylı yöntemler kullanılıyor. Virüs genom veri tabanlarında yüz bine yakın farklı virüsün genom dizileri bulunduğu iddia ediliyor. Virüsler için genetik modifikasyonla işlev kazandırma çalışmaları yapıldığı iddia edildiği gibi eksozomlar için de aynı şekilde genetik modifikasyon çalışmaları yapılıyor.

Eksozomlar, çeşitli hücre tiplerinden salınan hücre dışı (ekstrasellüler) veziküllerin (EV’ler) bir alt sınıfıdır ve hücreler arasındaki parakrin (bir hücreden salınan hormonun komşu hücre reseptörlerine bağlanarak etki göstermesi) etkileşime katılırlar. 30-100 nm arasında değişen boyutlarıyla eksozomlar zardan türetilmiş nanoveziküllerdir. Tüm hücre tipleri tarafından endozomlardan üretilirler. Hipoksi, inflamasyon stimülasyonu ve hücre içi kalsiyum konsantrasyonunun artmasının hücreleri daha fazla eksozom üretmeye zorladığı güçlü bir şekilde gösterilmiş bulunmakta. Eksozomlar, biyoakışkanlarda kolayca dağılarak, yüklerini ileterek, paylaşarak ve alıcı hücrelerin biyolojik özelliklerini değiştirerek hücre-hücre iletişiminin aracıları olarak hizmet edebilir ve proteinler, lipitler ve nükleik asitler gibi sinyal biyomoleküllerini donör hücrelerden alıcı hücrelere aktarabilir. Bu ifadeler doğrultusunda, eksozomların fizyolojik ve patolojik koşullar sırasında biyokimyasal reaksiyonları ve hücresel aktiviteyi modüle etmek için KİLİT aracılar olduğu düşünülmektedir. Eksozomların yüzey proteinleri ve içerdikleri nükleik asit profiller çift sarmallı DNA, mRNA ve mikro-RNA’lar gibi çeşitlidir. Bunlar, kaynak hücrelerin tipleriyle ve ayrıca iltihaplanma, kanser, nörodejeneratif durum gibi hücre durumlarıyla ilişkilidir.

Son on yılda, hücre dışı veziküllerin (EV’ler), özellikle eksozomların incelenmesi, benzersiz biyolojik özelliklerinden dolayı özellikle kanser ve doku rejenerasyonu alanlarında hücre hedefli ilaç taşıma sistemi olarak kullanım için ilgi çekmiştir. Endojen eksozomların çekici biyolojik özellikleri ve işlevleri hem bilimsel hem klinik alanda daha fazla araştırmaya ilham veriyor.

Eksozomlar çevredeki vücut sıvılarına salınır. Ana hücrelerin (proteinler, DNA, RNA, lipitler gibi) moleküler imzalarını içerirler. Başka hücrelere alımı için tanınmayı sağlayan yüzey proteinleri ya da makrofajlardan korunmayı sağlayan protein yapıları vardır. Eksozomlar, en ilginç invaziv olmayan tanısal biyobelirteç ve terapotiklerdir. Düşük immünojenisite, doğal stabilite ve biyolojik engelleri aşma yeteneği dahil olmak üzere içsel özellikleri göz önüne alındığında eksozomların fonksiyonel kargo teslimatı için terapotik araçlar olarak kullanılması planlanmış ve bunun için eksozomlar çeşitli hücre hedefli tedavilere uygun hale getirmek için ilaçlarla kapsüllenmiştir.

Eksozomları, benzer bir lipit çift katmanlı yapıya sahip yapay veziküller olan lipozomlarla ve diğer nanotaşıyıcılarla karşılaştırdığımızda, biyolojik moleküllerin gelişmiş yükleme kapasitesi, alıcı hücrelere girme, uyumluluk, kararlılık, doğal biyoaktivite açısından üstündür. Bundan, eksozomların sadece ilaçları taşımakla kalmayıp aynı zamanda yarı ömürlerini artırdığı, toksisiteyi azalttığı ve hatta çeşitli engelleri aştığı sonucuna varabiliriz. Ancak düşük izolasyon verimi ve yetersiz hedefleme yetenekleri terapötik uygulanabilirliğini sınırlar. Çok miktarda izole edilmesi güç ve maliyetli olduğundan ilaç taşıma sistemleri olarak henüz kullanışlı olmadıkları anlaşılıyor. Bu sıkıntı eksozom-mimetik (eksozom taklitçi ) nanoveziküler taşıma sistemleri kullanılarak çözülmek isteniyor. Lipozomlar, üzerinde en çok çalışılan nanosistem türleridir ve yaygın olarak kullanılmaktadır. Lipozomol vitaminler gibi…

Son zamanlarda çalışmalarda bu ekstraseüllüler veziküllerin hedefleme yeteneğini geliştirmek için manyetik navigasyonlu süperparamanyetik demir oksit nanoparçacıkları (SPION’lar) kullanılmış. (FDA onayı almış olan ilk nanometal.)

Anlaşılan özellikle grafen oksit ve süperparamanyetik demir oksit gibi manyetik nanometaller, eksozomlar gibi nanoboyutta oluşlarıyla ve bu nanoyapıları manyetik etkiyle hücresel tedavi hedefi için dikkatleri çekiyor. Alttaki linkte SPION’larla birlikte bu nanoveziküllerin hücre içinde magnetik alandan nasıl etkilendiğini anlatıyor ve şematize ediyor.

Dolaşımda 1000’e yakın protein ve lipit çeşidi bulunuyor. Ve bir nanopartikül ortalama 300 çeşit proteinle kaplanarak olduğundan çok daha büyük ve farklı bir kimliğe bürünüyor. Bu protein KORONA oluşumu, nanopartikülün hedefine ulaşamadan dolaşımdan hızla temizlenmesine ya da taşınmak istenen ligandın başka bir noktada serbest kalmasına ya da karaciğerde tutulmasına, metabolize olmasına neden olabilir. İşte bu protein KORONAyı oluşturan proteinleri azaltmak ve dolayısıyla bu olasılıkları azaltıp NP (nanopartkül)-ligand (ilaç ya da gen gibi) bileşiminin dolaşımda dayanıklılığını arttırmak için nanopartiküllerden başka bir ilaç taşıma sistemi olan hidrojeller de kullanılıyor.

Aşağıdaki şekilde bir hidrojel olan PEG (polietilen glikol) ile nanopartiküllerin bileşimi, yani NP’in PEGilasyonu, NP’ler ile proteinler arasındaki etkileşimi en aza indirerek daha küçük bir protein koronası oluşumuna yol açar. Çalışmalar PEG ile muamelenin NP’lerin dolaşımda makrofajlar tarafından eliminasyonunu azalttığını gösteriyor.

Protein Koronası şematize edilişi ne kadar da tanıdık, değil mi?

İşte bu protein korona tüm nanoparçaçıklar ve doğal nanoveziküller olan eksozomlar veya virüsler etrafında da oluşuyor.

KAYNAK

Lipid nanopartiküller gibi bir başka ilaç taşıyıcı sistemi de HİDROJELler. İyi emilimleri, iyi biyouyumlulukları ve en azından doğal olanların yüksek güvenlikleri nedeniyle hidrojeller, ilaç iletimi ve doku rejenerasyonu da dahil olmak üzere biyotıp alanında yaygın olarak kullanılmaktadır.

Hidrojel bazlı sürekli salınımlı ilaç taşıyıcıları gelişmekte olan bir ilaç dağıtım sistemidir. Hidrojel hazırlamak için kullanılan malzemeler doğal ve sentetik olarak ikiye ayrılabilir. Selülöz, kollajen gibi doğal olanlar yanında polivinil alkol, poliakrilamid, polietilen glikol gibi sentetik hidrojeller daha çok tercih ediliyor. Sentetik bir polimer olan PEG (polietilen glikol) ise yakın zamanlarda en yaygın olarak kullanılanlarıdır. PEG türevlerinin lipozomlara dahil edilmesi lipozomların serum proteini ve makrofajlarla etkileşimlerini azaltıyor gibi görünüyor. Bazı yayınlar birleştiği proteine göre karakterinin değiştiğini, aslında yüksek biyouyumlu olduğunu iddia etse de PEG oldukça allerjen ve grafen gibi kanın pıhtılaşmasına neden olabilen, hipersensitivite ve allerjik reaksiyonlara, antikor yanıtına yol açabilen bir hidrojel.

Grafen ailesi nanomateryallere gelince;

Eşşiz fizikokimyasal özelliklerinden dolayı grafen ailesi nanomateryaller (GFN’ler) grafenin yüksek mekanik dayanıklılık ve elektrik iletkenlik dahil bir dizi potansiyel fiziksel ve elektronik özelliklerinden dolayı dikkat çekmekte, özellikle biyomedikal uygulamalar olmak üzere birçok alanda yaygın olarak kullanılmakta ve araştırmaların burada yoğunlaştığı görülmektedir. Örneğin, kök hücrelerin farklılaşmasına etki etmek üzere yapılan çok sayıda çalışma dikkatleri çekiyor.

Grafen oksit = grafen nanoşeritler

CNT (Karbon nanotüp ) = İçi boş tüpler oluşturmak üzere sarılmış grafen tabakalarından yapılan silindirik şekilli nanoyapılar

Lipozom: En az bir çift katlı lipit tabakasına sahip küre şeklinde nanoboyutta ve yapay bir veziküldür. (ilaç taşımak için kullanılan bir çeşit küresel nanolipit)

Grafen nanoparçacıklar biyosensörlerin bileşenleri olarak veya hücreyi UZAKTAN KONTROL etmek için kapsamlı bir şekilde araştırılmış. Araştırmalar CNT/protein hibritlerin biyolojik yapı iskeleleri oluşturarak terapötik ve görüntüleme materyalleri olarak hizmet edebileceğini gösteriyor. Asıl dikkat çekici olansa, CNT’lerin tıpkı nöronların myelin klıfı gibi işlev görmesi ve sinirlerin CNT’lerle arayüz oluşturması. Yapılan çalışmalara bakınca nanopartiküller içinde üzerinde en çok durulan en populer olanların grafen bazlı olanlar olduğu çok açık. Bu çok duvarlı karbon nanotüplerin (CNT’lerin) oksidatif açılmasıyla sentezlenen grafen nanoşeritler (O-GNR) de son zamanlarda biyogörüntüleme ve ilaç verme uygulamaları için umut vaat ediyor gibi görünmekte ya da öyle gösterilmekte. Çünkü bunlar, oldukça toksik materyaller. Aşağıdaki bağlantı da grafen ailesi nanopartüküllerin toksisitesi ile ilgili fikir verecektir.

Bu süreçte bir çok bağımsız araştırmacı, Sinovac dahil tüm sözde covid aşılarının içeriğinde grafen nanoseritleri ve CNT’leri ve bazı nanometalleri görüntülediler ve Dr Karen Kingston (Pfizer eski biyoanalisti) gibi uzmanlar belgelerle, kanıtlarıyla aşılarda grafen oksit olduğunu bildirdiler. Karen Kingston bu uygulamayı yapanların asıl amaçlarının grafen için uygun dozu bulmak olduğunu söylüyordu. Ne için en uygun doz ???

Hatırlarsanız Japonya Sağlık Bakanlığı’nın Moderna aşısında nanometal tespiti üzerine aşıları toplattığı haberleri olmuştu. Mıknatıslanma özelliği görülünce kontaminasyon olduğu sanılmıştı, oysa bu nanomettaller tam da planın gereği olarak orada bulunuyor gibi görünüyor. Birçok araştırma incelendiğinde, diğer nanometallerin de daha çok grafen oksitle etkileşim ve etkinliğini artırmak için kullanıldığı izlenimini edinmek mümkün. Ayrıca farklı nanometaller grafen oksitle (karbon bazlı yapıştırıcı) bir arada tutularak dolaşımda agregatlar oluşturuyor. (Hepsi de toksik.)

mRNA-LNP aşı iceriğinde karbon nanotüpleri ilk tespit eden, çocukluk aşılarına karşı mücadelesiyle bilinen Dr Palevsky ve arkadaşları olmuştu. Grafen hakkında araştırma raporlarının iddiası CNT’lerin (karbon nanotüplerin), ilaç ve aşıları yani burada mRNA’yı hücre içine iletmek için kullanıldığı yönünde.

Özetle; LNP, mRNA’nın (ya da grafen oksitin) dolaşımda yıkılmasını önleyip dolaşım ömrünü uzatmak ve hedef hücrelere ulaştırmak, polietilen glikol (PEG) ise LNP’nin proteinlerle etkileşimini azaltıp kolayca yıkılmasını önlemek ve dolaşım süresini uzatmak için kullanılıyor.

Protein sentezi hakkında klasik öğreti; mRNA, bir DNA kalıptan transkripsiyon yoluyla (yani DNA’yı kalıp olarak kullanarak) hücre çekirdeğinde sentezlenir ve protein sentez yeri olan ribozomlara (hücre stoplazmasına çıkarak) protein kodlayıcı bilgiyi taşır.

Şimdi gözümüzün önüne getirelim;

Nanoboyutta mRNA, grafen nanokafeslerle sarılıyor, bu da LNP ile kaplanıyor; o da PEG ile. Sonra bu müthiş birliktelik dolaşımdan hücrelere CNT’lerin oluşturduğu kanallardan ya da endositoz gibi doğal yollardan girip hücre stoplazmasında mRNA açığa çıkıyor, bu da hücrelerde spike protein sentezlettiriyor!?

Bu nanoparçaçık bileşimlerinin biyolojik sistemde davranışının ne kadar çok değişkenden etkileneğini, in vivo çalışmaların yetersizliğini ve hücre altı olayların büyük oranda karanlıkta kaldığını düşünürsek, en azından son basamak pek mümkün görünmüyor. Bu yazıyı hazırlarken, tam da zamanında sanki bir lütuf olarak bulduğum şu sayfa ise anlatmak istediklerimi derli toplu kanıtlar nitelikte:

Burada araştırmacılar aşılar içinde asıl unsurun Grafen oksit ve PEGile LNP olduğunu, bunun dışında pek çok nanometal, hatta parazit olduğunu ancak minimum düzeyde mRNA tespit edildiğini (O da olur ya aşılar bir gün incelenirse ‘mRNA hiç yoktu ‘denemesin, virüs ve spike protein yalanına uyanılamasın ve toksisiteyi asıl yapanın O-GNR ve diğer unsurlar olduğu anlaşılmasın, diyedir herhalde) belirtiyorlar.

Grafen oksitle yüzde yüz dolu lipozomlar, çeşitli nanometal ve grafen oksit kümeleri izlemişler. Ayrıca dolaşımda simplast olarak tanımladıkları birçok hücrenin veya amibin (tek hücreli parazit) kaynaşarak bir araya getirdikleri dolaşım için büyük denebilecek boyutta kütleler de tespit edilmiş.


Özetle;

Kanın viskozitesini (kanın akışkanlığını ) etkileyen başlıca faktörler kan hücrelerinin sayısı, kan proteinleri ve kan hücrelerinin elastikiyeti yani şekil değiştirebilirliği olduğuna göre, dolaşımda kan hücrelerinde çıkıntı yapabilen, hücre zarlarının elastikiyetini azaltıp alyuvarların şeklini bozan ayrıca kan proteinlerini üzerinde toplayıp aralarındaki ilişkileri ve yapılarını etkileyen nanopartiküllerin genel anlamda hiperviskoziteye dolayısıyla dolaşım sorunlarına, dokularda oksijenlenmenin bozulmasına neden olacağı açıktır.

In vivo çalışmaların yetersizliği göz önüne alındığında sadece dolaşım sistemi değil tüm sistemin çok çeşitli koşullarda, farklı şekillerde ve farklı zamanlarda etkileneceğini anlamak güç değildir. Hasta ya da sağlıklı kişilerin hatta hastalığın tipine, yerine göre de farklı etkilenebileceği, farklı ph düzeyleri, oksijenlenme durumuna göre ya da aşı dozları ve içeriklerine (bir kısmının da plasebo olduğunu unutmayalım), dolaşımda karşılaşılan proteinlerin durumuna göre farklı düzeylerde ve farklı zamanlarda etkilenme mümkün olacaktır. Bu rastlantısallık ve çeşitlilik, bildirilen yüzlerce kötü sonucun çeşitliliğini de açıklar niteliktedir.

ÇOCUK FELCİNİN GERÇEK SEBEBİ DDT’DİR, AŞILAR ASLA ÇARE DEĞİLDİR!

ÇOCUK FELCİNİN GERÇEK SEBEBİ DDT’DİR, AŞILAR ASLA ÇARE DEĞİLDİR!


“Çocuk felcinin arkasında kimlerin olduğu anlaşılırsa, Covid süreci daha iyi okunur”

Araştırmacı-yazar Gül Temel

Modern tıp çocuk felcini, “poliovirüs isimli virüsün merkezi sinir sistemine saldırması sonucu oluşan bir hastalıktır” diye tanımlar. Oysa bu, viral bir hastalık değildir. DDT, çocuk felcinin başlıca sebebidir.

1900’lerin başında ABD’de çocuklarda görülen bu hastalık için Rockefeller Tıp Araştırmaları Enstitüsü’nün yönettiği ana akım tıp “viral” kaynaklı iddiasında bulunur. Bu enstitüden S. Flexner ve P. Lewis maymun deneyleri ile bu iddiayı ispatlamak ister.

KAYNAK

Fakat Simon Flexner ve Paul Lewis, virüs izolasyonu diye gösterilen çalışmada, bu izolasyonun hiçbir şekilde gerçekleşmediğini baştan haber verirler.

“Ne film preparatlarında ne de kültürlerde hastalığa neden olan ajanı keşfetmekte başarılı olamadık.”

KAYNAK

1948’de New York Eyaleti Sağlık Departmanından Gilbert Dalldorf ve Grace M. Sickles, felçli çocukların dışkılarını hayvanlara enjekte edip hayvanlarda felç oluşturup oluşturmadığını anlama yöntemine “virüs izolasyonu” diyecek kadar ileri gider.

KAYNAK

1954’te Dulbecco ve Margaret Vogt da poliovirüsü izole ettiklerini iddia eder fakat aslında saf viral izolatları kullanmadıklarını belirterek, ortada hâlâ bir virüs izolasyonu olmadığını göstermiş olur. Özetle poliovirüs hiçbir zaman var olmamıştır.

KAYNAK

Çocuk felcine bir virüsün değil, 1900’lerden başlayarak bahçelere, çiftliklere ve tarım ürünlerine püskürtülen siyanür, DDT gibi çeşitli pestisit kimyasalların sebep olduğunu Rockefeller Enstitüsü’nden bağımsız araştırmalar yürüten birçok doktor güçlü senetlerle deklare eder.

1949’da Dr. Daniel Dresden akut DDT zehirlenmesinin “merkezi sinir sisteminde dejenerasyon” ürettiğini, bunun ciddi infantil felç vakalarda gözlemlenen ile aynı olduğunu saptar. “DDT merkezi sinir sistemini koruyan kan – beyin bariyerini delmektedir.”

KAYNAK

Dr. Ralph Scobey 1952’de felçli çocukların kan örneklerini inceler ve çocukların kanlarında yüksek miktarlarda guanidin, arsenik, kloroform gibi zehirli kimyasalların olduğunu görür. “Bu, hastalığın otokton zehirlenme tepkisi olduğunun bir kanıtıdır.”

KAYNAK

Dr. Morton Biskind 1953’te yazdığı “Public Health Aspects of the New Insecticides” başlıklı makalesinde çocuk felci ve DDT arasındaki bağlantıyı net bir şekilde ortaya koyar: “DDT kullanımıyla birlikte çocuk felci insidansı keskin bir şekilde arttı.”

Dr Morton Biskind makalesinde DDT maruziyeti yaşayan çocuklarda akut alevlenmeler sonucunda felç gözlemlediğini, DDT tahribatlarının virüse atfedildiğini, DDT ve çocuk felci gibi birçok felaket arasındaki çok basit nedensel ilişkinin ısrarla görülmek istenmediğini anlatır. KAYNAK

Biskind: “Vakaların %1’inden daha azı kan ve idrar testleriyle test ediliyor. %99’u sadece semptomların varlığı ile teşhis ediliyor. Ekstremitelerde akut ağrı, ateş, mide rahatsızlığı vb. endüsriyel zehirlenme göstergesi. ‘X virüse’ yüklemek saçmalık.” KAYNAK

Biskind ve Scobey aynı dönem, Kongre’ye DDT’nin çocuk felcinin nedeni olduğunu açıklamak üzere davet edilir. Fakat sundukları onca kanıta rağmen, öncesinde çocuk felcinin Halk Sağlığı Kanununa bulaşıcı hastalık olarak kaydedilmesi engelini aşamazlar.

KAYNAK

Scobey, Kongre’de yaptığı konuşmada Rockefeller Enstitüsü’ne bağlı olan viroloji ve halk sağlığı uzmanlarının Halk Sağlığı Kanununda söz sahibi olduğunu eleştirir:

“Hükümet ve kimya şirketleri ortaklaşa DDT’nin çocuk felcine sebep olduğu gerçeğini virüs teorisiyle örtüyor.”

Yine de Morton Biskind, Ralph Scobey, Irving Bieber gibi doktorlar DDT kullanımı üzerine büyük farkındalık uyandırır. Çocuk felcinin viral bir hastalık olmadığı hükümet tarafından kabul görmese de DDT konusunda kamu bilinci gelişir ve mevzuatta büyük değişikliklere gidilir.

Grafikler, DDT kullanımı ile çocuk felci korelasyonunu net bir şekilde ortaya koyar. 1940’lardan itibaren DDT püskürtülmesinin artan – azalan grafiğine paralel çocuk felci insidansı da artar – azalır. Çocuk felci 1954’ten itibaren DDT püskürtmesinin düşen eğimini takip eder.

DDT’nin zehir olduğunun nihayet anlaşılması ve kullanımının azaltılması sonucunda çocuk felci vakaları da düşmeye başlar. Tam da bu zamanda Rockefeller Tıbbi Araştırma Enstitüsü üyesi Jonas Salk, Ulusal İnfantil Felç Vakfı adına “ölü virüs” çocuk felci aşısı geliştirir. Böylece tarihteki en büyük aşı saha deneyi başlar ve bir yıl süren bu klinik deneyde yaklaşık iki milyon çocuk aşılanır. Tüm deney (kontrol deneyi olmadan) Rockefeller Enstitüsü Bulaşıcı Hastalıklar Bölüm Başkanı Thomas Rivers tarafından denetlenir. KAYNAK

Bu deney sonunda federal hükümet aşıyı onaylar. Akabinde de Cutter Laboratuvarına aşı üretimi için lisans verilir. Cutter aşılarını alan 200bin çocuktan 40bini sadece birkaç gün içinde çocuk felci vakası bildirir, yüzlercesi felç olur, onlarcası ölür.

KAYNAK

Dönemin sağlık dergisi Herald of Health’in 1960 Aralık sayısında Chicago doktoru Ernest B. Zeisler’in raporu yayınlanır. Zeisler:

“Salk’ın aşıları binlerce çocuk felci vakasına ve yüzlerce çocuğun ölümüne yol açtı. Aşı zararları bir bir karartıldı!”

KAYNAK

Zeisler devam eder: “Aşıların testlerini yine aşı üreticileri yaptı. Yalnızca üreticisi tarafından test edildiler. Aşıların güvenliği, saha deneyinin sonuçlarından gerektiği gibi yargılanamadı. Bilimsel prosedürün temel ilkelerini ihlal ettiler! Aşılar asla güvenli değildi.”

Salk’ın aşıları Cutter olayı ile durdurulur. Akabinde Albert Sabin’in aşıları piyasaya sunulur. Salk’ın ve Sabin’in aşılarında değişmeyen bir madde: SV-40. SV-40 maymun virüsü denilse de aslında çocuk felci aşılarında kullanılan toksik bir maddedir.

KAYNAK
Strickler et al. çalışmasında polio aşıalrındaki kontaminasyonla zamansal ilintisi gösterilmiş kanser tipleri


SV-40’ın yıkıcı etkilerinden yalnız birkaçı:

SV-40 kemik kanserine tümörlere sebep olur (KAYNAK)
Osteosarkomlar ve SV-40 ilişkisi (KAYNAK)
SV-40 CD4 düşüklüğüne sebep olur (KAYNAK)
Mezotelyoma ve SV-40 (KAYNAK)

Bugün hala seyrek de olsa uygulanan çocuk felci aşılarına bir kritik: “Aşı içerikleri aşılamayı takiben aylar hatta yıllar sonra salgınlara neden olabilir.” Aşı zararlarını ısrarla perdelerken aşının sebep olacağı hastalıkları önceden haber vermek…

KAYNAK


Çocuk felci nasıl sonlandı?

1955’den itibaren kullanımı azaltılan DDT’nin tamamen ortadan kaldırılması için araştırmacılar hükümete rapor yazıp baskı yapar. DDT kullanımı 1972’de sonlanır. Ve çocuk felcinin sonlandığı tarihler de işte bu zamanlardır.

KAYNAK

Son olarak “neden bu kadar yoğun bir şekilde DDT püskürtmesi yapıldı?” diye soranlara cevap: Çünkü başta Rockefeller ve birçok kimya şirketi böceklerin çocuk felci virüsünü yaydığını söyledi. Zehirlerle hasta edilen insanlara yöneltilen aşı zehirleri… Tanıdık geldi mi?


Neden aşı karşıtıyım?

Çünkü zehir tacirlerinin zehirlerinden seçmece yapmıyorum. Aşıların hepsi zehirdir, geçmişte ve günümüzde herhangi hastalığa çare olduğunun ve salgınları bitirdiğinin hiçbir bilimsel kanıtı yoktur. Aşı karşıtıyım çünkü bilimden tarafım!

SANTRAL DOGMA,  mRNA AŞISI ve ÖLÜMSÜZLÜK ÇIKMAZI!

SANTRAL DOGMA, mRNA AŞISI ve ÖLÜMSÜZLÜK ÇIKMAZI!

“Tanrı yoksa, her şey mübahtır” Dostoyevski (1).

Kelime mânâsı ‘temel hakikat’ olarak anlaşılması îcab eden ‘santral dogma’dan ilk defa 1957’de DNA’nın helezonî yapısını keşfeden Francis Crick bahsetmiş. Gencecik yaşında DNA’nın yapısını çözmek için maruz kaldığı radyasyon sebebi ile kanserden ölen Rosalind Franklin’in çekmiş olduğu meşhur fotoğraf 51’e ulaşmak sureti ile Crick ve James Watson’ın Nobel almış olmalarını ise ancak satır aralarında görebilirsiniz (2).

Santral dogma tabiri ile basitçe, bilgiden (DNA) bir aracı (Messenger=peygamber RNA) vasıtası ile protein elde edilmesi, proteinden geri dönülemeyeceği, ancak RNA’dan tekrar DNA elde edilebileceği ifade edilmekdedir (Şekil 1) (2).

Bugün klinikde her gün kullanabildiğimiz ve fazla maliyetli olmayan genetik teknolojilerin gelişdirilmesi 1984’de başlatılan ve ancak 2003’de bitirilen ‘İnsan Genom Projesi’ ile elde edilmişdir. O dönemde insan DNA’sında 80-140 bin gen olduğu tahmin edilirken, sadece 22 bin gen bulunmuş olması çok şaşırtıcı olmuşdu (3). Bir meyve sineğinde bile 9000 gen vardı yahu. Bulunan ilk monogenik (tek gen) hastalığı ise Türk hastalığı da denilen MEFV geni bozukluğuna bağlı Ailevî Akdeniz Ateşi idi. Bugün keşfedilmiş, sadece immün yetmezlik genleri 480’e ulaşmış durumdadır.

Burada dikkatinizi ‘Gen-ome’ bütün gen kelimesine vermelisiniz, exome bütün ekson, virome bütün virüsler, proteome bütün proteinler, transcriptome bütün santral dogma ürünleri anlamına gelmekdedir (3). Yani kâinattaki canlılık ile alakalı bütün moleküler bilgiler incelenmekde ve veritabanlarına yerleşdirilmekdedir. Bu veritabanlarının ihata etdiği bilgiyi sıradan insanların kavramasına imkan yokdur. Merak edenler kaynağı inceleyebilir, mesela insan birinci kromozomunda 5091 gen, 1416 psödogen ve bunlardan üretilen 11288 protein olduğu bilgisine hemen ulaşabilirsiniz (4).

Şimdi arkanıza yaslanın ve düşünün, eskiden saat tamircileri klasik saatleri tamamen sökerek mekanizmanın nasıl çalışdığını tesbit edip sorunu hallederlerdi, youtube’dan görebilirsiniz.

İşte genlerin ve ilgili parçaların ne işe yaradığını ecnebilerin ‘experiment of nature’ dedikleri primer immün yetmezlik hastalarının bozuk genlerini tesbit ederek büyük oranda anlaşılmaya başlanmışdır. Bu genlerin bozukluğu bilhassa akraba evliliğinin yaygın olduğu toplumlarda sık görülmekdedir. Bu evliliklerin mahsulü olan bebeklere genetik ve immünolojik çorba olan aşıların yapılması bozuk genin fonksiyonunu ve ilgili olduğu moleküler mekanizmaların anlaşılmasının temin etmekdedir, bir çeşit in vivo deney yapılmakdadır yani.

Bu durumda, nihai hedef olan ‘ölümsüzlüğün’ çaresini bulmak için kabaca santral dogmanın son elemanı olan transkriptomu çözmek ve yeniden düzenleyebilmek kalıyor.

Daha 2017’de bir mRNA firması müdürü açıkça ‘We are actually hacking the software of life, yani hayatın yazılımını hackliyoruz’ demişdi (5).

Bir nanobot olarak apoferritin molekülü içine yerleşdirilen bir mRNA ve belki başka bir parça, mesela lusiferaz ile, ve bu nanobotun milyarlarca insana uygulanmasının temin edilmesi ile yapılabilir mi? Bingo!

Optogenetik, magnetogenetik, sıvı kristalleşme ile hücreye uzakdan kumanda edilmesi ise başka bir yazı konusudur….

Gelelim işin dînî ve felsefî cephesine….

İnsanlar bilim putuna değil fıtrat icabı Allah’a inanmaya ve güvenmeye meyyaldir. Şeytan ve tarafdarları ise işte o fıtratı bozarak bezm-i elestte insana secde etmeyecekleri ve onu sapıttıracaklarına dair sözlerini yerine getirmek için çalışmakdadır. Bunu yapmak için de ellerindeki en mühim fıtrat bozucu immün sistemi ve endoteli allak bullak eden, kronik enflamasyona yol açan ‘pig gelatin’ gibi maddeler ihtiva eden aşılardır… Kalp gözü açık olmayanların görememesini de cenabı Allah ayetleri ile bize bildiriyor; onlar görmezler, duymazlar.

Fıtrat demişken aklıma geldi; Diyanetin (!) yayınına göre ‘Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar’. Daha anasının memesini emmemiş bebeye aşı yapmak şeytan ve tarafdarlarından başka kimin aklına gelir?

Aşılar hakkında senelerdir Allah rızası için efkâr-ı umûmîye dilim döndüğünce bilgiler vermeye gayret ediyorum. ‘Aşı Felsefesi’, ‘Genetik Çorba’ ve virüsler hakkında naçizâne yazmak istediğimi belirtmişdim (6). Bu yazı ile beraber ‘Zayıflatılmış mikrob’ yazımı da hasseten okumanızı arzu ederim.

COVID aşılarının yan etkileri konusunda fakirden daha yetkin kişilerin bilgilerine müracaaat edilebilir (7).

Daha evvel ki tesbitlerimizi güncelliğine ve isabetliliğine istinaden hatırlatıp devam edelim; Toplum bağışıklığı (herd immunity), 1933’de otuz yıl boyunca bu konu üzerinde çalışan ve o dönem için tek ve hala en tipik ve hâlâ geçerli örnek olan kızamık için Hedrich tarafından ilk defa tarif edilmişdir, ancak adamcağızın adı bile anılmaz (8).

Buna göre; bir toplumdaki fertlerin %68’i kızamık geçirmiş ise yeni vaka görülmez. Böylece, yeni kızamık salgını 2-5 yılda bir emzirme döneminden çıkmış çocuk nüfusu artdıkça tekrarlar. Kızamık herd immünitenin en tipik örneğidir, tamamı aşılanmış toplumlarda bile salgın yapar, ancak döngü süresi uzar, çünkü aşı hakikaten virüsün toplumdaki dolaşımını kısıtlar. Çılgınca aşı yapılmasını istemelerinin yegâne dayanak noktası da budur.

COVID için hiç bir ön immünolojik değerlendirme yapılmaksızın, üstelik hastalığı geçiren kişileri de aşılayarak ve insanları belki de bilerek kobay yaparak çok büyük bir yanlış yapılmakdadır. Buradaki en mühim ahlâkî sorun ise insanların büyük kısmının kobay olduklarının farkında bile olmamalarıdır.

Aşı olan kişilerin önümüzdeki senelerde aynı virüs ve mutantlarına ve yeni ÜRETİLECEK koronavirüslere karşı en korumasız grubu teşkil edeceğini zannediyorum. Bu sebeple tekrar hatırlatıyorum;

AŞI İLE HİÇ BİR ZAMAN NATURAL VE ÇAPRAZ (HETEROSUBTİPİK) TOPLUM BAĞIŞIKLIĞI TEMİN EDİLEMEZ.

Bir solunum yolu virüsünden maske ve mesafe ile korunmak imkansızdır. Toplumun büyük kısmı bir yıl içinde bu virüsle şu veya bu şekilde karşılaşmış ve tabii bağışıklık gelişdirmiş olmalıdır. Bu sebeple, Dr. Yıldız’ın tesbitinin doğru olduğu kanaatindeyim (9). Bu durum, İsveç’in BAŞARI ile sürdürdüğü herd immünite politikasında açıkça ve HÂLÂ görülmekdedir (10).

BİR SOLUNUM YOLU VİRÜSÜNE KARŞI YAPILACAK YEGÂNE MÜDAFAA, ONUNLA KARŞILAŞMAK VE ONU MAĞLUB ETMEKDİR.

Aşılayarak hasta olunmayacağını, bulaşmanın önleneceğini iddia eden otorite, bu iddialarından mecburen (!) vazgeçmiş ve artık sadece hastalığın ağır geçirilmesinin önleneceğini söylemekdedir. Ancak, bu iddia da yanlışdır. Aynı adî gripde olduğu gibi, aşılanan kişilerde yeni mutasyonlar ilerdeki mevsimsel sirkülasyonlarda daha ağır geçirmeye sebeb olacakdır. Yeni ve iyi bir araştırma bu iddiamızı teyid etmekdedir (11).

Bu bakımdan Diyanet’in içindeki kime muhtemelen ‘mabedci’ bir klik ‘orucu bozmaz’, ‘Aşı yapdırmamak kul hakkıdır’ diyerek siyasi otoriteyi de hatalarına ortak etmişdir.

Yukarda ifade etdiğim mücadeleyi kazanamayanların yükünü gayr-i kabil-i kıyas, kan, su ve diğer yollarla bulaşan veba gibi hastalıklarla bir tutarak diğer bîgünah insanlara yüklemek caiz olamaz.

Gazâlî’nin islam düşmanlarının, satanistlerin en sevmediği kişilerin başında gelmesinin, kötülenmesinin sebebi de ilmi metodolojiyi, akıl ve mantığın ehemmiyetini bize akdarmasıdır. Dolayısı ile, Akıl ve mantığa, hayatın akışına uymayan bilimsel araşdırmalar ÇÖPDÜR.

Kâinatdaki her şey binary (ikili) sistemle yani, 1 (arabcası vahid) ve 0 (=var ve yok) yani matematik ile ifade edilebildiğine ve bütün bilgisayarlar da bu sistemle çalışdığına, 1 ve/veya 0 sistemi ile çalışan kuantum bilgisayarları ile de sanal gerçekliğin gerçekden ayırt edilemez hale getireceği (in silico) de göz önüne alındığında yüce kitaptaki şu ayetleri hatırlatmak lazımdır;

Allah şeytanı lânetlemiştir, o da “Kullarından belli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara kaptıracağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler” demiştir (Nisa 118-119).

Her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz (Ankebut, 57).

Son söz bilimcilere; Ya tanrı varsa?!

Prof.Dr. Alişan Yıldıran

  1. https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/insan-ozgurlugunu-yitirdi-hiz-haz-ve-araclarin-kolesi-simdi-2058752
  2. https://en.wikipedia.org/wiki/Central_dogma_of_molecular_biology
  3. https://en.wikipedia.org/wiki/Human_Genome_Project
  4. https://www.ncbi.nlm.nih.gov/genome/?term=human
  5. https://youtu.be/AHB2bLILAvM
  6. https://ahmetrasimkucukusta.com/2021/03/28/misafir-yazar/zayiflatilmis-mikrop-asi-yani/
  7. https://articles.mercola.com/sites/articles/archive/2021/06/06/stephanie-seneff-covid-vaccine.aspx?ui=abcef0cb900b82646ebd37fa636a04e4e902f8582dd01c378bd7d29d6073e004&sd=20201114&cid_source=dnl&cid_medium=email&cid_content=art2HL&cid=20210606&mid=DM898000&rid=1176002817
  8. Hedrich AW. Monthly estimates of the child population ‘suscepti-ble’ to measles: 1900 – 31, Baltimore, MD. Am J Hygiene1933; 17:613–36.
  9. https://ahmetrasimkucukusta.com/2021/03/26/etibba-diyor-ki/toplumun-yuzde-50si-kitle-bagisikligi-kazandi/
  10. https://en.wikipedia.org/wiki/COVID-19_pandemic_in_Sweden ‘all cause death 2015-2020 tablosu
  11. https://ahmetrasimkucukusta.com/2021/06/13/yazilar/tip-yazilari/kovid-asisi/varyantlar-antikorlardan-nasil-kaciyor/w3de
Mahmut Demirkan’dan Açık Mektup ve Bir Davet

Mahmut Demirkan’dan Açık Mektup ve Bir Davet

Sayın vatandaşlarımız, bu açık mektubum ve davetim sizleredir.

Bu videomda üç konuya değineceğim.
(Video sayfanın alt kısmına eklenmiştir)

1. Bölümde : Yedi ay önce yaptığım açıklamalarımdan sonra neler yaşadığımı,

2. Bölümde : Son 15 ayda hayatımıza hakim olan kavramların gerçek anlamlarını,

3. Bölümde : Uyanış Hareketi Birliğimizi ve Teşekkür Ziyaretlerimizi anlatacağım.

1. BÖLÜM: NELER YAŞADIM?

Yedi ay önce “Sayın Yetkili!” Konu başlığı altında bir videomu ve açık mektubumu sosyal medya hesaplarımdan paylaşmıştım. Birinci videomu ve açık mektubumu okuyan ve seyredenler olmuştur.

Beni tanımayanlar ve ilk defa görenler için kısaca kendimi tanıtayım ben diş hekimi Mahmut Demirkan. Ankara’da yaşıyorum ve kendi muayenehanemde çalışıyorum.

İlk videomu Youtube Şirketi yayından kaldırdı. Bazı arkadaşlarımızın sayfalarında hala mevcut kayıtlar duruyor. Merak edenler Google dan araştırıp o ilk kayıta ulaşabilirler.

Bu açıklamalarımdan sonra hakkımda İkisi Sağlık Bakanlığı tarafından ve biri Ankara Diş Hekimleri Odası tarafından üç idari soruşturma açıldı. Ayrıca Sağlık Bakanlığının suç duyurusu üzerine savcılık makamı tarafından adli soruşturma başlatıldı. Toplamda dört adet soruşturma açıldı. Birinci soruşturmada savunmam alınmadan hakkımda Uyarı cezası verildi. Ben de İdare Mahkemesine dava açtım. Dava ve soruşturma süreçleri devam ediyor.

Aşı Deneyine Katılmak istemeyenlere “ Onlar vatan hainidir!” diyen Bingür Sönmez hakkında ve beni Sağlık Bakanlığına şikayet eden diş hekimi T.D hakkında da suç duyurularında bulundum.

Yine açıklamalarımdan dolayı sosyal medyadan bana hakaret eden şahıslar hakkında da suç duyurularında bulundum. İnceleme ve kovuşturması devam eden dosyalar mahkemeye intikal ederse davalarımız başlayacak.

Bu süreçte Viranşehir Cumhuriyet Savcısı Eyüb Akbulut’un başlattığı soruşturmaya da 200 sayfalık belge ve kanıt göndererek müdahil oldum.

Yasal haklarımı biliyorum ve bilmediklerimi öğreniyorum. Bana destek olan avukat arkadaşlarıma ve tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim. Anayasal haklarımı sonuna kadar kullanacağım. Haksız yere, zamanımı, enerjimi, huzurumu ve paramı çalıyorlar ve inşallah haklı olduğumuz davalarımızı kazanacağız.

Mahkemeler hakkımda olumlu karar verdiği andan itibaren bana zalimlik yapan devlet memurlarına ve beni şikayet eden şahıs ve şahıslara dava açacağım çünkü benden sonra bir başkasına zarar veremesinler.

Artık yetkililerin beni dinlemediğinden eminim. 

Bu yüzden artık onlara seslenmeyeceğim. Bu ülkenin gerçek sahipleri vatandaşlardır. Vatandaş, devlettir. Vatandaşlarımıza sesleniyorum.

Vatandaşın oyları ile görevlendirdiği kişiler vatandaştan üstün değildir. Herkes eşittir.

Bir önceki videomda bir diş hekimi ve sade bir vatandaş olarak düşüncelerimi açıklamış ve yetkilileri tatlı dille ve Kuran ayetleri ile uyarmıştım.

Ne yazık ki yetkililer uyarılarımı kabul etmeyip, otoriteye itaat etmediğim için hakkımda dört soruşturma açılmasına izin verdiler.

“Sen diş hekimisin, alanının dışında bilgi veremezsin ve halkı yanlış bilgilendiremezsin. Senin amacın reklam yapmak ve halka yanlış bilgiler vererek zarar vermektir. Haddini bil” dediler.

Ben haddimi bilirim. Haddini bilmeyenlere, haddini bildirmekte bir vatandaş olarak yasal görevimdir.

Hatalı ve yanlış uygulamalara, yalanlara ve sahte salgına karşı itaatsizliğim devam ediyor, haberiniz olsun.

Öncelikle, ben ‘diş hekimi’ sıfatıyla hareket etmiyorum.

Sosyal medyadaki paylaşımlarım, konunun doğrudan uzmanları olan yerli ve yabancı bilim insanlarındandır.

Yerli ve yabancı virolog ve epidemiyologlardan Türkçe veya yabancı dilden çeviri ve alıntılar yapıyorum. Örneğin, Sucharit Bhakdi, Judy Mikovits ve diğerleri.

Ayrıca, moleküler biyolog, immünolog, kardiyolog, nörolog, vb. pek çok bağlantılı uzmanlık alanlarındaki kişilerden de alıntılar yapıyorum, buna da hakkım var.

Örneğin Wolfgang Wodarg, Andrew Kaufman, Stefan Lanka ve diğerleri

Benim yaptığıma benzer veya aynı sosyal medya paylaşımlarını başka hekimler, avukatlar, gazeteciler, sanatçılar ve her meslekten kişiler de yapmaktadır.

Bunların hiçbirine ‘sizin uzmanlık alanınız değil, susun!’ denemez!

Çünkü onlar da zaten asıl uzmanlık alanı olan kişilere dayanarak, bilimsel paylaşımlarda bulunmaktalar; yani kendi kendilerine kafalarından uydurmuyorlar.

Nasıl ki genel olarak tüm vatandaşların veya avukatların dava dilekçelerinde, Cumhuriyet Savcıların iddianamelerinde, her tür mahkeme kararlarında, avukatlar, savcılar, yargıçlar, kendi uzmanlık alanları olmasa bile, tıp, teknoloji, mühendislik, mimarlık, ticaret, ekonomi, finans, bankacılık, vb. pek çok hukuk dışı alandan bilirkişi ve uzmanların görüşlerine atıf yapabiliyorlarsa, ben de aynı şekilde başkalarına atıfla, kendi ifade özgürlüğümü kullanabilirim.

İfade edebileceklerim, doğrudan ve yalnızca kendi mesleğim icabı teknik bilgiler ile sınırlandırılamaz, bu sınırlar içinde kalmadığım için tarafıma suçlama yöneltilemez.

Kısacası:

1. Uzmanları tekrarlıyorum, kendim uydurmuyorum.

2. Bir tek ben söylemiyorum, başkaları da söylüyor. Başkalarına tanınan ifade özgürlüğü sınırları, sırf diş hekimi olmam sebebiyle aleyhime daraltılamaz; “başka herkes konuşabilir ama sen diş hekimi olduğun için konuşamazsın!” denemez!

Yaklaşık yedi aylık süreçte neler yaşadığımı kısaca anlattım. Daha sonra arkadaşlarımla birlikte yapacağımız video sohbetlerinde ayrıntılara gireceğiz.

2. Bölüm: KAVRAMLARIN GERÇEK ANLAMI

Bu üçüncü videomda sıradan bir vatandaş olarak sizlere bu ülkenin gerçek sahiplerine “SAYIN VATANDAŞLARIMIZ” diye sesleniyorum.

Bu açıklarımdan dolayı soruşturma açılır mı bilmiyorum. 

Sıradan biri olarak yani bir vatandaş olarak açıklama yapıyorum.

Şimdi size bazı kavramları hatırlatmak istiyorum. Kullanılan kelimeler yabancı ise anlayamayız. Anlamadığımızı bilemeyiz ve bilmediğimiz şeyden ise korkabiliriz ya da ayıp olmasın diye anladık numarası yaparız.

Bilmediğimizin bilinmesi yerine, başkalarına güvenip sorumluluğu onların üzerine atarız.

Ya güvendiklerimiz de bilmiyor ya da bizi kandırıyorlarsa?

İşte o zaman sorumluluk kimde olacak?

Bizde mi? Onlar da mı? Bence bizde 

Şu soruyu sormadığımız için bizde olacaktır.

Bu kullandığınız kelimenin Türkçe anlamı nedir? Türkçe ya da Türkçeye yüzyıllardır girmiş yabancı bir kelime zihinlerimizde hemen anlam bulacaktır.

Kelimenin anlamını bildiğimizde, kendimize olan güvenimiz artar.

Türkçe kökenli olmasa bile yüzyıllardır yabancı dillerden ( Arapça, Farsça ya da başka dillerden) Türkçemize kazandırdığımız kelimelerin anlamını biliriz.

Şimdi, Pandemi kelimesinin anlamı nedir?

Vatandaş olarak çoğumuzun anlamını bilmediği yabancı bir kelimedir.

Kavramlar önemlidir ve halkımızın algısında yer bulmalıdır. Yer bulamıyorsa belirsizlik vardır. Belirsizlik, bilgisizliğe ve ardından güvensizliğe dönüşebilir ve korku başlar… Zaten karşı tarafın istediği de vatandaşın korkmasıdır.

Gelin şimdi son 15 ayda bize dayatılan kelime ve kavramların gerçek anlamlarını öğrenelim.

Pandemi kelimesi yerine, Salgın demeliyiz.

Plandemi kelimesi yerine, Sahte Salgın demeliyiz.

Aşı kelimesi yerine, Sahte Aşı demeliyiz.

Halkımız sahte kelimesinin ne demek olduğunu bilir. Farsça kökenli bir kelime olmasına rağmen binlerce yıldır kültür kodumuzda bu kelimenin anlamı yerini bulmuştur.

Sahte kelimesinin anlamı; bir şeyin aslına benzetilerek yapılan, düzme, düzmece, yalan, gerçek olmayan, uydurma, yalancı, yapmacık demektir.

Sahtekar kelimesinin anlamı; sahte işler yapan, düzmeci, sahteci demektir.

Salgın kelimesinin anlamı; kısa zamanda çevredeki insan, hayvan ve bitkilerin büyük bir bölümüne bulaşan ayrıca tıbbi anlamı ise bir hastalığın ya da başka bir durumun yaygınlaşması ve birçok kimseye birden bulaşması demektir.

Bu tanımlamaya göre ülkemizde gerçekten bir salgın var mıdır?

Gerçek salgın olsaydı, yasaklara gerek kalmadan vatandaş kendini korurdu.

Halkımız, sahte peygamber, sahte din, sahte altın, sahte para, sahte çek, sahte senet, sahte doktor, sahte ilaç, sahte tapu, sahte salgın ve sahtekarlığın ne demek olduğunu bilir ve alt kuşaklarına öğretir.

Akletme yeteneğini kullanmak istemeyenler yani aptallar ise sahtekarlar tarafından kandırılır.

İnsan, bilmediği ve anlamadığı şeyden korkabilir. Bilenlere sorar, danışır ve onlar da bilmiyorsa en iyi bilenlere “Profesörlere” sorar ve aldıkları cevaplara güvenirler. Bir şeyi anlamak için bilmek gibi güvenmek te etkilidir. İşte otorite ve medya baskısı ile sahte salgın olduğuna güvendiler yani iman ettiler.

Ataları/ otoriteleri öyle yaptığı için ve akletme yeteneklerini kullanmadıkları için, onlara güvendiler.

Bakara Suresi 170. Ayette ve Kuran’da ata kavramı sadece geçmiş atalar değil aynı zamanda otoritedir. Bu konuda Otorite Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye temsilcileridir. Otorite “televizyon doktorlarıdır.” Otorite, sorgulamayan, sorgulatmayan sahte bilime tapan bilim insanlarıdır. Otorite ilaç ve sağlık şirketleridir. Otorite yani Ata; gerçek bilim insanlarını televizyona çıkartmayan ve farklı bakış açılarını halkın görmesine izin vermeyen medyadır. Otorite GERÇEĞİN üzerini örtenlerdir.

Otorite ve İşbirlikçileri;

  • Algı yönetimi yapıyorlar

  • Sahte Salgın deneyi yapıyorlar.
  • Maske Deneyi yapıyorlar.

  • Sosyal Mesafe Deneyi yapıyorlar.

  • İlaç deneyi yapıyorlar.

  • PCR testi deneyi yapıyorlar.

  • Aşı deneyi yapıyorlar.

  • Sahte virüs varyantı yapıyorlar. En son adı Delta varyantı .

Yine yabancı iki kelime ile korkutmaya devam ediyorlar 

İnsanlarımızın bedenlerinde deney yaptıklarını söylemiyorlar çünkü halkımız bir deneyin içinde olduğunu anladığında olaylar değişecek. Otorite ve işbirlikçileri, işte bunun olmasından korkarlar. Bu yüzden medya ve televizyon doktorlarını kullanarak yine uydurma haberler ve bilgiler ile yeni sahte salgın dalgaları ve varyantlar uyduruyorlar. Buna tam anlamı ile sahtecilik denilir.

Hayvanlar üzerinde yapılan deneyde, kullanılan hayvanlara KOBAY denilir. İnsanlar üzerinde yapılan deneylerde kullanılan insanlara ise DENEK denir. Kobay kelimesi size bir şeyler hatırlatacaktır.

Aşı deneyinde kullanılan sıvıya “AŞI” diyorlar. Kendi kendilerine , “Acil Kullanım Onayı alıyorlar.”

Ama bu tıbbi ve hukuki açıdan aşı değil ki. Sahte aşı. Çünkü üretici firmanın bu sıvıya dair aşı ruhsatı yok. Ayrıca bilimsel deneyleri tamamlanmadı.

Üretici firmalar sorumluluk almıyorlar. Devlet, sağlık bakanlığı, aşı deneyini vücudunuza zerk eden doktor, hemşire sorumluluk almıyor. Başınıza gelecek hastalıklardan, sakatlanmalardan ya da ölümden siz sorumlusunuz.

Üretici şirket iğneyi hükümete verirken sorumluluğu hükümete yükleyen kağıt imzalatıyor. Hükümet de size sorumluluğu bütünüyle size yükleten kağıt imzalatıyor. Hasta hakları yönetmeliğine aykırıdır. Hekimlik meslek etiğine de aykırıdır. İçinde yer alan maddeleri size bildirmedikleri, olmama hakkını da tanımadıkları iğnenin sorumluluğunu size yüklüyorlar.

Hukuka da aykırıdır

Vatandaşlarım, bu bir Sahte Salgındır, bunu lütfen anlayın. Çünkü Covid 19 hastalığından ölen vatandaşlarımıza kesin ölüm raporu olan yani neden öldüğünün araştırıldığı işlem olan “OTOPSİ” yapılmamıştır.

Ayrıca sahte aşı diyorum çünkü ruhsatı yok ve sahte aşıyı bedenine alanların tamamı bir deneyin içindedir. Aşı deneyine katılıp hastalananlar ya da ölenler hakkında rapor tutulmamaktadır ve aşıdan sonra hastalananlar ya da ölenlerin raporu toplum ile paylaşılmamaktadır.

Şimdi size küçük bir örnekle ne olduğunu açıklayacağım.

Akletme yeteneğinizi hemen kullanmak isteyeceksiniz. Çünkü yaradılış olarak hepimizde mevcuttur. ( Doğuştan engeli ya da hastalıkları olanlar müstesna)

Hikayemiz şöyle olsun:

Devlete ait tapu müdürlüğünde, arsa sahibi tarafından üretilmiş, devlet memurları gözetiminde tapuları verilen ve on daire yapabileceğiniz bir arsa 100.000 Türk Lirasını nakit olarak ödeyen herkese veriliyor. Arsayı görmüyorsunuz var mı, yok mu bilmiyorsunuz. Tapu var ama sahte tapu.

Kime güveniyorsunuz devlet tapu müdürlüğüne. Ancak bir sorun var. Arsaların tapu ruhsatı yok. Yani size satılacak olan arsanın tapusu sahte. Sahte tapuya müdür imza atmam diyor, arsayı satan kişi, imza atmam diyor ve sahte tapuyu yazıcıdan çıkartan ve sizin paranızı alan memur da imza atmam diyor.

Sen “bu güce güven” arkadaş deniliyor ama sorumluluk senin arsa olabilir de olmayabilir de 

Tapu sahte ben “acil tapu yazma” izni çıkarttım.

Sen yatır 100.000 TL yi ve “bu güce güven” deseler o sahte aşıya koşa koşa gidenler sahte tapulu olduğunu bile bile o arsayı alır mı?

Akletme yeteneklerini hemen kullanmak isterler. Bu iş sakat arkadaş derler.

Bir bilene de sormazlar çünkü güvenmezler mesele orada kapanır.

Peki, bu dünya hayatında küçük bir toprak parçasına bile para yatırmadan önce araştırma yapıp akletme yeteneğini kullananlar neden burada akıllarını kullanmak istemezler? Başkalarının akıllarına güvenirler?

“Ben bilmem uzman değilim, bir bilene sordum ve ona güvendim. Bu kadar insan aptal olamaz” derler.

Peki, bir insan bedeninin değeri ne kadardır. Mesela bir göz kaç lira eder? Böbrek kaç lira eder? Ya akciğerleri? Peki, vücudunun tamamı kaç lira eder?

İşte bu kadar basit bir meselede sahte tapusu olan arsayı almak istemeyen insan anında uyanır. Cebindeki 100.000 TL nin uçmasına izin vermez.

Medya ve otoritenin algı operasyonları ile pandemi kelimesi ve “acil kullanım onayı” ile ruhsatsız yani sahte aşıları yani arsaları sattılar.

Çiftlik bankı hatırlayın 

Sahtekar kelimesini vatandaşımız çok iyi bilir ve anlar.

Sahtekarlar da şöyle dermiş: “Ben her zaman sahtekarları kandırdım.”

Sahte peygamberler bile çıkmış, sahte dinlerini anlatmışlardır.

Vatandaşımız sahte kelimesinin anlamını gerçekten iyi bilir. 

İncil- Matta 7: Ağaç ve Meyvesi Bölümünü hatırlatmak isterim. Lütfen okuyun.

İşte böyle… Yaşadığımız sürece farklı bir bakış açısı sunmaya çalıştım. Uykuda yani hipnozda/ sihrin içinde olanlar inşallah uyanırlar…

Sevgili arkadaşlarım küçük bir öneride bulunmak istiyorum. Otorite ve medya korku, nefret ve ayrıştırma ekiyor. Bu akıntıya arkadaşlarımızın da katıldığına şahit oluyorum. Sahte aşı yaptıranlar hastalık yayıyor, ailemizden bile olsalar onlardan uzaklaşalım algısı yayıldı. Ben buna katılmıyorum. Daha önce yakın çevreme söylemiştim. Ayrıca aylardır birçok sahte aşı yaptıran hastalarımıza diş tedavisi yaptım yapıyorum. Allah’a şükür bir sorun yaşamadık. Klinik olarak bu bir deneydir ve kanıttır. Sevgi, barış ve cesaretle merhamet ekelim.

Sahte Salgına inandılar, sahte aşı yaptırdılar çünkü uyanmadılar henüz. Uyandıklarında bize ve merhametimize ihtiyaçları olacak. Bilinçli olarak zalimlik yapanlar müstesna diğerlerine destek olmalıyız.

Damdan düşeni damdan düşen anlar. Onlar bizi dışladılar huzurumuzu bozdular. Şimdi en çok ihtiyacımız olan sevgi, barış, cesaret ve merhamet zamanıdır. Enam 12. ve 54. Ayetleri hatırlatmak isterim.

Toplumlardan ayrılmak, izole olmak için bence çok erken çünkü o kadar büyük bir zulüm henüz yok. İçimdeki ses o duruma gelmeden ilahi bir müdahale ile konu kapanacak diyor.

Aramızdaki ayıklanma başladı yani iyiler ve kötüler, akıllılar ve aptallar ayrılacak. İnsan ne ekerse onu biçer. Sevgi, barış, cesaret ve merhamet ekelim.

Merak etmeyin Allah’ın izniyle her şey yolunda Arıları gözlemleyin. Nahl suresi 68. ve 69. Ayetleri hatırlatmak isterim. Arılar gibi çalışalım elimizden gelenin en iyisini yapalım.

3. Bölüm: UYANIŞ HAREKETİ BİRLİĞİMİZİN TEŞEKKÜR ZİYARETLERİ

Sevgili vatandaşlarımız, bu işlerden bizim çıkarımız ne diye düşünenler olabiliyor. Sizlere benim bu işten çıkarım ne anlatayım.

Öncelikle bir Müslim yani Allah’ın indirdiği o tek din olan İslam’ı seçen biri olarak Allah’a karşı sorumluluklarım var. Rabbimize güvenen bir insan ve insanlar tarafından da güvenilen bir insan olmalıyım, barış ve iyiliğe yönelik işler yapmalıyım. Kuran Kitabında geçen öğütleri yerine getirmeye çabalıyorum.

Sonra kendim için, ailem ve sevdiklerim için, uyanmış olan arkadaşlarım, tanımadığım uyanmışlar için ve son olarak da uykuda olan ve uyanmayı bekleyen iyi insanlar için çalışıyorum.

Bunlar benim görevlerim.

Peki benim kazancım nedir?

Tek kalırsam benim ve sevdiklerimin huzurunu kaçırabiliyorlar. Ne kadar çok olursak yani kalabalık olursak huzurumuzu bozamazlar. İşte bu yüzden sizlere ihtiyacımız var. İşte bizim bu işlerden çıkarlarımız bunlardır. 

Bu davada size ihtiyacımız var. Biliyoruz uyanmayan ve olayların farkında olmayan milyonlarca insanımız var. Algı yönetimi yaparak bizlerin sayısının çok az olduğunu söylüyorlar. Biz sandıkları kadar az değiliz. Her gün uyanan yüzlerce kişi sorgulamaya başladı.

Resmi rakamlara göre, ilk doz sahte aşıyı yaptıranların sayısı 35 milyon, ikinci dozu yaptıranların sayısı ise 15 milyon. Bu kadar bol malzeme varken ve bedava iken 2. Dozu yaptıranların sayısı azalmış. Uyananların mücadelesi ve sahte aşıların yan etkileri sayesinde vatandaşlarımız sorgulamaya başladılar.

Sosyal Mesafe aptallığı ile aramızı açmaya çalıştılar. En az iki metre mesafe bıraktırdılar. Atalarımız bize, çok uzakta olanla bile aramızdaki mesafenin iki adımlık yer olduğunu öğrettiler. İlk adımı atmak önemli, diğer ikinci adım ardından geliyor. İkinci adım ise atılacak tüm adımlarım tamamına verilen isim.

Kaynaşmalıyız, kucaklamalıyız, sosyalleşmeliyiz, dertleşmeliyiz, paylaşmalıyız. Merhamete, sevgiye ve adalete ihtiyacımız var. Çok uzaklarda olan arkadaşlarımıza iki adımlık mesafedeyiz. Yollara çıkmalıyız, yoldaşlar. Aramızdaki mesafe iki adımlık yol kadardır. 

Uyananlar, Uyanış Hareketi Birliğimize gönüllü olarak katılıyorlar. Bu resmi bir kuruluş değildir. Sahte salgının farkına varan, uyanan her insanın doğal olarak yaptıkları hareketleri yapan ve çoğunlukla da birbirini tanımayan milyonları içermektedir.

Uyanış Hareketini tek başlarına içlerinden gelen sesler ile başlatan ve bu davaya benden önce gönül vermiş ve benden sonra da başlayan arkadaşlarımıza, teşekkür ziyaretlerinde bulunacağız. Onlarla aramızda sadece iki adımlık mesafe var.

Hadi ilk adımı atalım.

Bu mücadelede ilk teşekkür ziyaretimizi Caycuma/Zolguldak’ta yaşayan esnaf arkadaşımız Erkan Cinbir’e ve bizlere desteğini hiç esirgemeyen sevgili arkadaşımız Yasin Bilgin’e yapacağız.

Bu iki arkadaşımızın videoları yayınlandığında verdikleri cesaret, sevgi, barış ve hukuki bilgi dolu mücadelerine hayran kalmıştık. Tutarlı bir şekilde yollarına devam ediyorlar ve ne yazık ki unutulmaya başladılar. Biz de ilk teşekkür ziyaretimizi onlara yapmaya karar verdik.

İnşallah 10 Temmuz 2021 tarihinde Cumartesi saat 13.00 te Erkan Cinbir ve Yasin Bilgin arkadaşlarımızı Çaycuma/ Zonguldak’taki iş yerinde ziyarete gideceğiz. Teşekkür ziyareti ile onları verdikleri mücadeleleri için onurlandıracağız.

Ardından Ankara’da Meryem Tokgöz, Büşra Balcı ( Sorgulayanbircan), Fatih Yerli (Küreselleşmeyehayır), Kemal Koçak ve Dr. Gülümser Heper hocamıza ve arkadaşlarımıza misafir olacağız. Onlara da teşekkür edip, onurlandıracağız.

Onurlandıracağımız birçok isim var. İnşallah hepsini tek tek gidip yaşadıkları ilde ziyaret edeceğiz.

Sizin bildiğiniz isimleri de yazın sosyal medyada mücadelemiz için çabalayan Türkiye’de ve Yurt dışında kim varsa teşekkür edelim. Çünkü onların hepsi bizim kahramanlarımızdır.

Bu küçük ama güçlü hareketler ile bireyden yani tek olmaktan birlik olmaya yani kalabalık olmaya geçiş yapacağız. Gerçek kalabalıklara

Uyananlar olarak, hepiniz bana göre kahramansınız ve cesursunuz 

Birçok paylaşım yapıyorsunuz, sizin gibi kahramanları takip ediyorsunuz, paylaşımlarımızı dağıtıyorsunuz, beğeniyorsunuz, çevrenizdeki insanları uyandırıyorsunuz o yüzden iyi ki varsınız.

Sizlere teşekkür ediyorum ve onur duyuyorum. Bu davada aynı yolda yürüyoruz yani Yoldaşız ve artık yüz yüze tanışalım, kucaklaşalım ve Arkadaş olalım gerçek arkadaş.

Herkes kendi ilinde, ilçesinde ve mahallesinde tanışsın.

Enerjimizi sevgi, cesaret ve barışa odaklayacağız. Medya ve otorite korku ve nefret ekerek aşılı ile aşısız insanlar arasında ayrım yapıyor. Bu oyuna gelmeyelim. Hepimizi kucaklayalım.

Sahte aşı yaptırmak isteyenlere ya da yaptıranlara da saygı duyalım. Yaşam haklarını savunalım. Onları asla dışlamayalım. Uyandıkları zaman bize ihtiyaçları olacak. Her insan hata yapabilir.

Nesrin Durgut arkadaşımızın söylediği gibi “zalimler kalabalıklardan korkar. Ayağa kalktık ve GELİYORUZ.”

Bizler sadece Allah’tan korkarız.

Bizim birbirimizi tanımaya, sevmeye, sevilmeye, birlik olmaya yani kalabalık olmaya ihtiyacımız var. Enerjimizi buna odaklayalım. En ufak fırsatta yüz yüze tanışalım en az 2 kişi olalım.

10 TEMMUZ 2021 DE ÇAYCUMA DA BULUŞALIM.

Ayrıntıları sosyal medya hesaplarımızda paylaşacağız.

ANKARA dan yeterli sayıya ulaşırsak otobüs kalkacaktır. Hepinizi tüm illerden, Çaycuma’ya ve Ankara’ya bekliyoruz. Arkadaşlarımıza sosyal medyadan sanal desteklerimizi verdik şimdi sıra gerçek desteklerimizde.

Bu davada mücadele eden, hiç kimseyi tek başına bırakmayacağız inşallah.

Hepsini yaşadıkları illerde ziyaret edip onları onurlandıracağız.

Tüm övgüm bilmediklerimi bana öğreten yüce Allah’adır.

Yunus Emre’nin söylediği gibi,

Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim

Dünya kimseye kalmaz.

Selam, sevgi ve cesaret ile…

Mahmut Demirkan 3 Temmuz 2021 Ankara

VİDEO:

https://youtu.be/u9YgPlz2oPI

AŞI ve ANTİKOR BAĞIŞIKLIK ANLAMINA GELMEZ!

AŞI ve ANTİKOR BAĞIŞIKLIK ANLAMINA GELMEZ!

Çocuk İmmünoloji-Allerji Uzmanı, Prof.Dr. Alişan Yıldıran

Allah Teâlâ ARK hocada razı olsun, sayesinde, hem hadiselerden haberimiz oluyor, hem de bizim erişemediğimiz yerlere münasib cevapları, münasib şekilde veriyor (1).

Üzücü olan husus şu ki, memleketimizin bilimsel, akademik seviyesi, bırakın bilimsel çalışma yapmayı ve yayınlamayı, makale okumanın, takib etmenin bile bilinmediğini telkin etmekde…

Mevzu-u bahis makaleye geçmeden evvel, konu hakkında bir iki kelime ile okuyucuların bilgi sahibi olması lazım; sahibi big pharma ile arası iyi bir tıp fakültesinde çalışan bir emekli enfeksiyon hocası, bir kaç gün evvel RF tıbbının meşhur dergisi Nature’ün magazin versiyonunda çıkan bir habere pek sevindirik olmuş; “COVID-19 aşılarının ikinci dozunu geç yapmak (3 hafta yerine 11-12 hafta) yaşlılarda daha yüksek antikor cevabı oluşturdu. İmmunolojik süreçlere göre beklenen bir durum olmasına rağmen konu ülkemizde yersiz şekilde günlerce tartışıldı.” Beyefendi ARK hocanın fevkalade yerinde tenkid ve suallerine ise “Deontolojik ve etik üsluptan yoksun bir tartışmanın tarafı olmam” diyerek cevabı olmadığını izhar ediyor. Konunun ehemmiyeti şu, beyefendinin muhterem reis-i cumhur hazretlerinde fevkalade tesiri var.

Bir mRNA aşısının, klasik aşılardaki primer, sekonder antijenik karşılaşma ile alakası olmadığını bilmediğini de gösteriyor (Şekil 1. meşhur Siegrist’in klasikleşmiş yazından alınmışdır) (2).


Yaşlı kişilerde antikor seviyesinin mRNA aşı dozunun üç ay sonra yapılması ile daha yüksek antikor seviyesi elde edilmesinin, timusu olmayan bu kişilerde T hücreleri ile değil muhtemelen B hücreleri ile ve nötralizan değil non-nötralizan yani faydalı değil, tehlikeli (antibody dependent enhancement) alakalı olabileceği için, bu bulguyu gerekli tetkikler yapılmadan aşı lehine yorumlamak vicdan azabına bağlı olmalıdır.

Gelelim bahsedilen araştırmaya; araştırma Eurosurveillance’da rapid communication olarak yayınlanmış, yani muhtemelen acil kullanım onayı denilen hukuksuz belgeyi alma maksadı güdülmüş (3). Araştırmacılar bir halk sağlığı ekibi, amaçları da şu; ‘pahalı ve uygulanması zor olan bu aşının mümkün olduğu kadar çok kimseye hiç olmazsa bir doz yapalım da kimse açıkda kalmasın, ne kadar da insanî ve de ilmî!

Çalışmada T hücre cevapları ile ilgili bir değerlendirme yapılmamış, sadece antikor seviyeleri PCR testi pozitif olan medyan yaşı 50 olan 285 kişinin nekahat devresindeki antikor cevapları ile mukayese edilmiş. İstatistik kısmı da tatminkâr değil ama fakiri aşar.

Bu vesîle ile RF tıbbının klasik mavrasını tekrar hatırlatmak isterim, doku içine bir antijen verilmesi ile elde edilen serumda antikor seviyesinin yükselmesi o antijene karşı bağışıklık olduğunu değil, sadece o antijenin tanındığını gösterir.

Antikorlar ile ilgili tıp doktorlarına bir tüyo daha vereyim; serumda IgGAME’nin ölçülmesi, onların efektif (işe yarar) olduğunu izhar etmez. Primer immün yetmezliklerin büyük bir kısmında serum immünglobulinleri ekseriya normaldir. Hatta serum immünglobulinlerinin düşük olmasının yaygın değişken immün yetmezlik kriterleri arasından çıkarılması gerekdiği, çünkü bu hastalık spektrumunun sadece B hücre değil, T hücre defektlerine de bağlı olduğu, hatta bu hastalığın artık bir kombine immün yetmezlik olarak kabul edilmesi gerekdiğni de ifade etmeliyim.

O saçma turkuaz tablo ile bilim yapılmaz değerli kardeşim.

(1) https://ahmetrasimkucukusta.com/2021/05/15/yazilar/tip-yazilari/kovid-asisi/ikinci-dozun-gecekmesi-antikor-seviyesini-3-5-misli-artiriyor/
(2) https://www.who.int/immunization/documents/Elsevier_Vaccine_immunology.pdf?ua=1
(3) https://www.eurosurveillance.org/content/10.2807/1560-7917.ES.2021.26.12.2100329?crawler=true
NUREDDİN YILDIZ HOCANIN AŞIYA FETVA VEREN YAZISI HAKKINDA DEĞERLENDİRME!

NUREDDİN YILDIZ HOCANIN AŞIYA FETVA VEREN YAZISI HAKKINDA DEĞERLENDİRME!

Nureddin Yıldız, kovid aşılarının caiz olduğu iddiasını şu cümlelerle beyan etmiştir:

“Aşı konusunda yapılan itirazlar ne yazık ki “mışlı” mişli” ifadelerle bitmektedir. Yaşadığımız durumda hastalık afet boyutuyla kati ve tartışılmaz durumdadır. Müslümanlar ve insanlığın çaresizliği de kati ve tartışmasız durumdadır. Bir güvenilir Müslümanın veya kurumun kurtuluş umudu olabilecek çalışması ise yok denecek durumdadır. Bu ortamda Müslümanlar olarak bizim vazifemiz, durumun vahametini sayıp durmak değildir. Kalbimiz mutmain olmasa da mevcut umudu kullanmaktır. Müslüman tıp adamlarımızla yaptığımız istişarelerde en ehveni tercih etmekten başka bir çarenin olmadığı söylenmektedir. Netice olarak şunu tespit edebiliriz; konumu, mesleği, risk durumu ve çevresi itibariyle sağlık uzmanları ve resmî mercilerin aşı olmasını gerekli gördükleri kimseler aşı olmalıdırlar. Meseleye aşı gözüyle bakmadan önce “Allah’ın emaneti olan can” ve “kul hakkına riayet” gözüyle de bakılmalıdır.” (12.03.2021)

Nureddin Yıldız’ın bu açıklaması bir fetva değil, daha çok aşıya şüpheyle bakanları ve itirazı olanları küçümser tavrıyla kaleme aldığı bir küçük köşe yazısına benzemektedir. Üslup meselesinin muhtevayı gölgede bırakmasına kendime müsaade vermeyerek direk mevzuya geçmek gerekiyor. Bu aslında üsluptan ziyade usulen de bir fetva değildir. Zira kavga edercesine harala gürele kaleme alınan ve hangi usule dayandığına dair küçücük bir ibare, ifade ve işarenin olmadığı bir yazıdır.

Zarf tenkidini uzatmadan mazrufa geçelim inşallah. İşin fıkhî boyutuna temas etmeden evvel, diğer konulara değinmek istiyorum. Nureddin Yıldız, aşı hususundaki kuvvetli şüpheleri hatta yer yer bilimsel verileri bir çırpıda “mışlı-mişli” kategorisine koyarak bir algıyla çöpe attı. Hâlbuki şu an mevcut 7 aşı hususunda, aşıları icat eden doktorların (misal “aşıyı bulan mucize Türk” olarak takdim ve reklam edilen Prof. Dr. Uğur Şahin) ve firmaların ifadeleriyle, aşıların hastalığa tamamen şifa olamayacağı, bu aşıların devamlı yapılması gerektiği vurgulanmaktadır. Çünkü 12 bin(!) kere mutasyona uğrayan bu virüsün; hangi sıklıkla ve hangi aşılarla iyileştirici olacağı kesinlik kazanmamıştır. Yani bilim dünyasının ve aşıları icad eden doktor ve firmaların çok net söylediği şey; şu an bu aşıların deneme sürecinde olduğudur. Yani şu an aşı olunanlar denektirler, tekraren söylüyorum; bu, aşıya şüpheyle yaklaşanların değil aşıyı üretenlerin sözüdür.

Deneme sürecinde olan bu aşıya yukarıdaki yazıyla olur veren Nureddin Yıldız’a biz değil, 6 ay evvelki Nureddin Yıldız cevap verse yeterlidir aslında:

“Soru: Hocam, Covid-19 aşısını insanlar üzerinde test süreci başladı ve gönüllüler aranıyor. Bu süreçte gönüllü olmanın ve bu aşıyı kendi üzerimizde denettirmenin dini boyutu nedir?

Nureddin Yıldız’ın cevabı: İnsan sağlığı ile ilgili ilaç ve uygulama araştırmalarında insanların üzerinde deney yapılması her ne kadar ‘insana hizmet’ ekseninde dönüyor olsa da ‘sakıncası yok’ şeklinde tanımlanamaz. ‘Sakıncası yok’ çizgisi ile ‘mümkün değildir’ çizgisi arasında şeriatımızın temel prensipleri doğrultusunda şöyle bir tespit yapılabilir:

a- İnsanlık bugüne kadar geliştirdiği ilaçlarda ne yazık ki mahkûmlar, savaş esirleri, paraya muhtaç fakirler üzerinde bedeli ağır deneyler yapmıştır. Sesi çıkmaz insanlar üzerinden diğer insanların sağlığı düşünülmüştür. Gariplerin servet sahiplerine yem edilmesi şeklinde gelişmiş olan bu süreç kabul edilebilir değildir. Yapılan işin ne olduğunu bile bilemeyecek durumdaki insanların kobay olarak kullanılması ilaç şirketlerinin kara lekesi olarak kalacaktır. İnsanı insana kurbanlık koç olarak feda etmenin dinimizce kabul edilirliği olamaz. b- Sonunda denek olarak kullanılan insanın öleceği kat’i olarak bilinen bir deneme ‘diğer insanlara yarar felsefesi’ üzerine kurulu olsa da caiz olmaz, öyle bir deney kat’i haramdır. Hiçbir insan başka bir insanın kurbanı değildir bu dünya hayatında. Söz konusu kobay insanın bunu kabul etmesi bile haram olmayı değiştirmez. İnsanın kendi bedenini veya bir organını feda etme hakkı yoktur. c- Üzerinde deneme yapılan kişinin aklını yitireceği kat’i olarak bilinen bir deney ve çalışma da hiçbir insanda yapılamaz. Zira insanın aklı insan gibidir. Aklın yitirilmesi Allah’ın teklifine muhatap olma kabiliyetinin yitirilmesidir. Hiçbir insanın aklı bazı ileri akıllılara harcanabilecek bir nimet değildir. d- İnsanı ayakta tutan organlardan birini kaybedeceği kat’i olarak bilinen bir deney için de caiz olma yönü yoktur. e- Reşit olmayanlar üzerinde yapılacak deneylerde ‘insanlığın başka hiçbir çaresi kalmamış’ olma gibi çok yüksek bir hassasiyet üzerinden belki caizlik bulunabilirse de reşit olmayanların yani yapılacak deneye kanuni kimliği ile evet deme kabiliyeti olmayanların kullanılmaları caiz olmaz. f- Öncesinde insanlar dışındaki canlılarda denenen, uzun vadede de olsa öldürücülüğü kat’i olmayan, – Resmi kayıtlarla, etik kurul denetiminde ve şeffaf bir şekilde bilimsel bir kurulla yürütülen, – İlk tespitlere göre öldürücü yönü bulunmadığı zannedilen, – Yapılacak çalışmaya katılacak insanın onuru ve kişiliği zedelenecek bir yöntemin kullanılmadığı – Denek olarak kullanılacak kişiye baskı yapılmamış, kendi rızası ile aday olmuş bir durumdaki denemeler caizdir, bir fazilet kaynağıdır. Böyle bir çalışma ile ortaya çıkarılacak sağlık ürünü bütün çalışanlar için hayırla anılma vesilesidir. Müslüman olanlar için de sadaka-ı cariyedir. Böyle umar ve bunu temenni ederiz.” (20.09.2020)

Peki, hocamıza sormak isteriz, Eylül ayından bugüne deyin 6 ay zarfında yazdıklarınızdan ne değişti, dile getirdiğiniz şüphelerden hangisi izale oldu, Eylül ayında ‘gariplerin servet sahiplerine yem edilmesi şeklinde gelişmiş olan bu süreç kabul edilebilir değildir’ ifadenizdeki garibanlar mı değişti, o servet sahipleri (Rockefeller, Bill Gates) gitti de yerlerine servet sahibi olmayan merhametli zenginler mi geldi? Değişen nedir hocam? Hatta tam da o bahsettiğiniz insanlığı yem eden, yok eden o iki isim aşıların finansörleri değil mi? Aşıyı icad eden bütün şirketlere destek veren Bill Gates değil mi? Aşıların içindeki malzemelerin ve hangi aşıda ne kullanıldığının, içeriğinin helalliğinin haramlığının hiçbir cevabı verilmeden, caizdir denilmesini yani fıkhî fetva boyutunu hadi biz de göz ardı edelim, ama sanki hastalığa şifası kesinmiş gibi, tıbbî şüpheler kesin izale edilmiş gibi yazılması da 6 ay içinde kendisiyle çelişmesinin en bariz delilidir.

Nasıl bir felaketse bu, hastalıktan evvelki senede yani 2019’da vefat sayısı, hastalık senesinden yani 2020’de vefat edenden daha fazla. Direk sağlık bakanı canlı yayında açıklamışken, Nureddin Yıldız hoca, medya eliyle kurulan algı ağını, yasaklarla hapsedilme olayını herhalde ölümler, hastalıklar felaketi olarak zannetmiş.

Nureddin Yıldız Hocaya bir soru daha sual edip işin fıkhî boyutuna girmek istiyorum; bugün bu aşıyı finanse edenler, zorlayanlar aynı zamanda yapay eti de insanlığın geleceği ve tabiatın (!) korunması için zaruri görmektedirler ve büyükbaş hayvanların yok edilmesi gerektiğine dair beyanatlar vermektedirler. Acaba Nureddin Yıldız hoca buna da bir fetva verecek midir ve büyükbaş hayvanların yok edilmesini savunacak mıdır? Zira sizin öne sürdüğünüz “emanet olan canın korunması” meselesi, küreselcilerin öne sürdüğü de “emanet olan tabiatın korunması”! sebep aynı, netice ve fetva da aynı olur galiba!

Şimdi fıkhî boyutunu ele almaya çalışalım:

Hanefi fıkhında, ibadat haricindeki mevzularda misal yiyecek, içecek, tıp gibi mevzularda fetva verirken, fıkıh usulü ve ilmi haricinde yan bilgi olarak bu sahalara dair de malumatlar icap etmektedir. Yani misal tıbba dair bir mevzuda fetva verilecekse fıkıh ilmi yanında tıp bilgisi veya bilen birisi icap etmektedir. Lakin ilginç olan şudur, fetva verecek fakihte eğer tıp bilgisi mevcut değilse, danışacağı doktorun fıskından emin olunması gerekmektedir. Bu çok mühim bir noktadır. Yani önüne gelen doktordan, küreselcilerden nemalanan doktordan, hayatını nebevî tıbbı imhaya adamış doktordan demiyor, hatta doktorun Müslüman olması da yetmiyor. Fıskından emin olunması gereklidir diye şart koyuyor. Burada zahir olan ilk mana, o danışılacak doktorun mutlaka Müslüman olması gerekmektedir. Zira fıkha göre bütün fâsıklar kâfir değildir, amma bütün kâfirler her daim fâsıktır. İkincisi Müslüman olması da yetmiyor fâsık yani günah işleyen birisi de olmayacak. Burada günahın boyutunda fakihler arasında ihtilaf olmakla beraber İbn Abidin’e ve Fahreddin Razi’ye göre fısk; zina, içki, faiz gibi büyük günahları irtikâp etmektir.

Şimdi evvela Nureddin Yıldız hoca bu usule göre hareket etti mi? Yani danıştığı doktorların fıskından emin miyiz? Evvela onu bilmemiz lazım. Ve günümüzde maalesef herkese güvenemeyeceğimiz için hocadan 7 aşının içeriğini araştıran ve helal olduğunu veya kullanılması lazım geldiğini söyleyen “fâsık olmayan” o doktorlar kimlerdir, öğrenmek istiyoruz. Ayrıca 7 aşı birden mi caiz, yoksa bazısı caiz bazısı değil mi, hangisi hangi sebebe istinaden caiz, hangisi hangi sebebe mebni caiz değil, ya da hepsi de caiz ise nasıl caiz? Bunları detaylıca cevaplamasını istiyoruz, bekliyoruz.

Yine usulen devam edeceksek; tedavide kullanılacak ilaçta/aşıda haram olan bir şey mevcut değilse bunda zaten bir beis yoktur, kullanılabilir. Eğer içerisinde haram bir madde varsa velakin aynı hastalığa iyi gelen başka helal bir terkip/ilaç varsa, içinde haram madde olan ilaç kullanılamaz, caiz değildir. Şimdi ben direk kendimin ve ailemin geçirdiği bu koronayla alakalı hem şahitler huzurunda hem Allah için yemin ederim ki; bir tane bile ilaç almadan, aşı da vurulmadan sadece tabii ürünleri kullanarak iyi oldum. Hem ben hem zevcem hem ağabeyim hem başka yüzlerce kişi örnek veririm ki ilaç, aşı kullanmadan iyi olduk Rabbimize sonsuz hamd ü senalar olsun. Ama yine uzaklara gitmeyerek yine kendi ailemden örnek verirsem 80 yaşında bir komşumuz aşı olduktan 4 saat sonra vefat etti, yoğun bakıma giden amcam da entübede vefat etti. Yine bu menfi misalleri de onlarca çoğaltabilirim. Neticede bunlar hastane kayıtları olan şeylerdir ve hoca araştırırsa hiç de “mışlı-mişli” şeylerin olmadığını görecektir bu hususta. Yani Nureddin Hoca bu ikinci mevzuda da yanılmış, helal olan tedavi varken kesinlikle şüpheli olan (sadece bizce değil Nureddin hocanın 6 ay evvelki yazısına göre de, bugünün bilim adamlarının söylemesine göre de şüpheli) tedaviyi kullanamaz.

Hoca hâlâ “yok kullanır” diyorsa, bir üstteki paragrafta sorduklarıma net cevap vermelidir.

Son olarak Nureddin Yıldız bunca muğlaklığına ve şüpheye rağmen cevaz meselesini sağlık uzmanları ve resmî mercilerin onayına bırakmış durumda olması ise hayret vericidir. Zira İslam’la ve İslamî hassasiyetle idare edilen hukuk sahibi miyiz ki, resmî ricali veliyyülemr belledik. Hadi bunu da farz-ı muhal kabul edelim, ama yakın tarihimizde hepimizin yaşadığı ve daha doğrusu resmi mercilerin yaşattığı acı tecrübeleri nasıl görmezden gelelim?

  • O resmî merciler değil miydi, bu halkın evlatlarına ABD’den gelen süt tozlarını mekteplerde zorla içirip, normal sütlerin zararlı olduğunu senelerce anlatanlar?
  • O resmî merciler değil miydi, Nureddin Hocanın da pek övdüğü hacamatı tıbba aykırı bulup yasaklayanlar?
  • O resmî merciler değil miydi doğum kontrol haplarını Anadolu’da kapı kapı ev ev dolaşıp dağıtan ve nüfus planlaması yapanlar?
  • O resmi merciler değil miydi Çernobil patlamasıyla kanser bulaşan çayları Karadeniz halkına içirip bugün bölgedeki her evden kanser hastasının çıkmasına sebep olanlar?
  • O resmî merciler değil miydi hemşire fotoğraflarıyla sigaranın sağlığa faydasını (!) anlatanlar?

Velhasıl Nureddin Yıldız’ın kaleme aldığı fetva ne usul ne üslup ne dayanılan merciler açısından müspet bir yazı olmamıştır ve sorularla, şüphelerle malüldür.

Harun Çetin